Elif Eki |
|
Medreselerin ıslâhında Medresetü’z-Zehra |
Tarih boyunca eğitimde büyük reformlar, savaş, kriz gibi olağanüstü hallerin ardından yapılmıştır. Bu yenilikçi tavır, Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde de ortaya konmaya çalışıldı. Fakat Osmanlı Devleti'nin tasfiyesiyle, yapılmaya çalışılan ıslâh ve reform çalışmaları hükümsüz kalmıştır. Van’da temeli atılan ve I. Dünya Savaşı sebebiyle geri kalan, Bediüzzaman Said Nursî’nin Medresetü’z-Zehra projesi ise, bu ıslâh çalışmalarının arasında, eğitime yüz yıl sonra bile ışık tutabilecek modelde bir örnektir.
Medreseler tarihine genel bir bakış
Ders okutulan yer anlamına gelen medreselerin ilk olarak ne zaman kurulduğu tam olarak aydınlığa kavuşmamıştır1. İslâm dünyasındaki medreseler arasında hem yapı, hem de eğitim, metot ve müfredatları açısından çok büyük benzerlikler bulunmaktadır. Bunun sebebi ise, medreselerin kuruluş amaçlarının dinî eğitim olmasıdır. Ancak daha sonra İslâm bilimlerinin yanında lisanî ve müsbet ilimlerin de bulunmasıyla sistemli birer eğitim-öğretim kurumları hâline gelmiştir. Medreseler, Selçuklularla birlikte üniversiter bir kimlik kazanmışlardır. (1040-1063) 2
Osmanlı’da son dönem medrese ıslâhı çalışmaları ve Medresetü’z-Zehra
XVII. yüzyıldan itibaren Osmanlı medreselerinde, müsbet ilimlerin ikinci planda kalmasıyla ve buna binâen lisanî ilimlerin öğretiminin de zayıflamasıyla birlikte medreseler giderek genel eğitim veren kurumlar olmaktan çıkmıştır. II. Abdulhamid’den sonra Şeyhülislâm Mustafa Hayri Efendi zamanında ciddî olarak ıslâhat yapmak istendi. Medresetü’l-Kudat, Medresetü’l-vâizîn, Medresetü’l-mutehassısîn gibi çeşitli medreseler kuruldu. Ancak I. Dünya Savaşı ve arkasından imparatorluğun tasfiyesi sebebiyle bu okullar uzun süreli olmadı.3 Bediüzzaman’ın Medresetü’z-Zehra namıyla, ilk olarak Bitlis, Van veya Diyarbakır’da kurmak istediği üniversitenin de amacı, Kürt ve Türk ulemasının geleceğini sağlamlaştırma ve eğitim-öğretimi doğuya medrese kapısı ile sokmak, seçme kabiliyetini ve irade yetisinin güzelliklerini göstermek ve ondan faydalanılmasını sağlamaktı.4 O dönemde kurulan çeşitli medreseler gibi Medresetü’z-Zehra’nın da temeli Van’da atılmış, Sultan Reşad, yapımı için 19.000 altın vermiş fakat bu ıslâh hareketi de I. Dünya savaşı münasebeti ile geri kalmıştır. Bundan sekiz-dokuz yıl sonra Bediüzzaman Said Nursî, Ankara’ya gitmiş ve 200 milletvekilinden 163’ünün imzasıyla 150.000 banknot verilmesi kararlaştırılmıştır. Ancak medreselerin kapatılmasıyla bu hüküm geçersiz kalmıştır.5 3.3.1924 tarih ve 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat Kanunu maddelerine göre Maarif vekâletine (Eğitim Bakanlığı) devredilen medreselerin, Maarif Vekili Vasıf Bey tarafından kapatılması üzerine, bu kanun maddelerinde medreselerin kapatılmasıyla alâkalı açık bir hükmün bulunmadığına dair çeşitli tartışmalar yaşanmıştır. Ancak 4. Maddede İmam–Hatiplerin veya İlahiyat Fakültelerinin açılmasıyla din eğitimi için yeni öğretim kurumlarının açılması veya din eğitimi için yeni öğretim kurumlarının açılmasının hükme bağlanması, aynı amaca yönelik öğretim veren medreselerin işlevsiz kaldıklarını dolaylı yönden göstermektedir. Yani din eğitimi veren yeni kurumların açılması ile medreselerin kapatılması yolu, Maarif Vekâleti tarafından seçilmiştir 6.
Medresetü’z-Zehra’nın sekiz şartı ve eğitimdeki yeri
Bediüzzaman Said Nursî’nin ıslâh modelinde Medresetü’z-Zehra’nın sekiz şartı bulunmaktadır. 1- Bu yeni üniversiteye, alışılmış, benimsenmiş, cazibesi olan bir isim olarak “Medrese” adının verilmesi gerekmektedir. 2- Fen ilimleriyle din ilimleri birlikte, birbiri içine alınıp okutulmalıdır. Lisanlar Arapça (bilim dili olarak) vacip, Türkçe (resmî dil olarak) lâzım, Kürtçe (mahallî dil olarak) caiz olarak ayarlanmalıdır. 3- İki taraflı, yani hem fen ilimlerini, hem de din ilimlerini bilen, ayrıca hem Türkçe’yi, hem de mahallî dil olan Kürtçe’yi konuşabilen müderrislerin eğitimde yer alması gerekmektedir. 4- Kürtlerin istidatlarıyla da meşveret edilmeli, onların çocuksu ve basit olan mizaçları dikkate alınmalı. Çünkü çok elbise var ki, bir endama birisi güzel gelirken bir diğerine çirkin gelebilir. Çocukların talimi ya cebren ya da arzularını, isteklerini okşamak ile olur. 5- Taksimü’l-a'mâl kaidesini tamamıyla uygulamalı ki, bölümler birbiri içine girebilsin ve çıkabilsin; ayrıca bölümlerden uzman kişiler çıkabilsin. 6- Bir iş sahası bulmak ve devam eden talebelerin, ilim öğrenen kişilerin ilerlemesini sağlamak ve de resmî yüksek okullara denk tutmak, sınavlarını da onlarınki gibi netice verici kılmak, neticesiz bırakmamak. 7- Öğretmen okulunu, geçici olarak şu üniversitede merkez yapmak, dâhil etmektir. Tâ ki ilim ve düzen ondan buna geçsin; fazilet ve diyanet de, sonra, bundan ona geçsin. Karşılıklı değişim ile iki kanatlı olup hem dünyaya, hem ahirete bakan zülcenâheyn olsun. 8- Şark vilayetlerinde değişmeyen bir âdet olan bireysel öğrenme yöntemini, halka ve daire şeklinde gruplar olarak yenilemek.7 Bu yapı içerisinde Bediüzzaman Said Nursî, fen ilimleriyle din ilimlerinin birlikte okutulması düşüncesiyle, günümüzdeki sarmal programlama yaklaşımı ile okutulmasını ele almıştır. Bu yaklaşımda doğrusal bir sıra izlenmez. Daha önce öğrenilmiş olan konular tekrar edilebilir. Bu tekrarlar konuyu sadece hatırlatmaktan çok, kapsamını da genişletmelidir. Müfredat muhtevası bu tip yaklaşımla hazırlanmış programlar daha esnektirler. Ancak öğrenilecek konular ve öğrenme süresi kontrollüdür. Her konu arasında bir ardışıklık söz konusudur.8 “Onların çocuksu ve basit olan mizaçları dikkate alınmalı, çünkü çok elbise var, bir endama birisi güzel gelirken bir diğerine çirkin gelebilir” kaidesiyle Bediüzzaman Said Nursî, günümüzdeki çoklu zekâ kuramına da değinmektedir. Huy ve mizaçların farklı olmasıyla birlikte kişiliğin ve zekânın da farklılığı sonucunda, çeşitlendirilmiş eğitim ortamlarının oluşturulmasından bahsetmiştir. İlk olarak Gardner, insanın çoklu zekâya sahip olduğunu, zekânın tek boyutlu olmadığını, tersine çok boyutlu olduğunu öne sürmüştür. Bunun üzerine, dilbilimsel zekâ, mantıksal zekâ, görsel zekâ, ritmik zekâ, bedensel zekâ, bireyler arası zekâ, bireysel zekâ olmak üzere yedi tip zekâdan söz etmiştir. 9 Bediüzzaman Said Nursî, birbirine yakın ihtisas dalları arasındaki kopukluğu giderip ilmî dayanışma ve yardımlaşma mânâsındaki işbirliğini tavsiye etmektedir. Dinî ilimleri ele alacak olursak; “Hadis”, “Fıkıh”, “Tefsir”, “Kelâm”, “Tasavvuf” gibi İslâmî ilimler veya tıp sahasındaki “Dâhiliye”, “Kalp-Damar” gibi ihtisaslar tamamen birbirinden kopuk olmamalı. Bu dallardan her biri elbette ayrı ihtisas gerektirmektedir, ancak en azından yakın ihtisas dalları arasında ortak noktalardan, kesişme noktalarından hareketle işbirliği ve dayanışma sağlanmalı, fikir alış verişi yapılmalıdır. 8. maddedeki tek başına öğrenme konusunu iki yönden ele alabiliriz. İlk olarak, “Medrese” – “Tekke” – “Mektep” üçlüsü arasındaki ilmî ihtilâftır. Medreseler sadece din ilimlerini ders veren müesseseler iken; “Tekkeler” tasavvuf ve tarikat ehlinin merkezi olup müsbet ilimleri de, medrese ilmini de barındırmazlardı. “Mektepler” ise Batı tarzı bir eğitim verip sadece müsbet ilimleri okutan bir yapıya sahipti.10 İkinci olarak bugün eğitim-öğretimde yaygın olarak kullanılan “İşbirliğine Dayalı Öğrenme” metoduna da değinmiştir. İşbirliğine dayalı öğrenme, talebelerin gruplar halinde bir problemi çözmek ya da bir görevi yerine getirmek üzere ortak amaç uğruna birlikte çalışma yoluyla bir konuyu öğrenme yaklaşımıdır .11 Osmanlı dönemi medreselerde yaygın bir şekilde uygulanan “Takrir” (sunuş yoluyla öğretme) metoduydu.12 Davranışların ezberden söyleme, yazma, tanıma ve hatırlama gibi ilkelere sahip olan bir stratejidir.13 Sadece öğretmenin merkezde olduğu bu yönteme nazaran, Bediüzzaman Said Nursî Medresetü’z-Zehra modelinde Doğu vilayetlerindeki bireysel öğrenme metotlarının yerine, daireler, halkalar gibi gruplar halinde yapılan “İşbirliğine Dayalı Öğrenme” metodunu koymuştur.
Sonuç
Günümüzdeki modern okullarımızda yapmaya çalıştığımız geleneksel yöntemlerden çıkma çabasını ve 2000’li yıllarda temelini atmaya çalıştığımız yapılandırıcı yaklaşımın tohumlarını, Bediüzzaman Said Nursî 1913’te yapımına başlanan, ancak geri kalan Medresetü’z-Zehra’da uygulamak istemiştir. Bu tarz metotlar ve stratejilerle bizi yaklaşık yüz yıl ileriye taşıyabilecek bu projeyi, hem Kürt, hem de Türk ulemasının istikbali için eserlerinde belirtmiştir. O yıllarda Bitlis, Van, Diyarbakır gibi pek çok vilayette bu proje hakkında halka bilgi vermiş ve umumundan hakikatine dair tasdik almış, bu konuda halkın tercümanı olmuştur. Takrir yöntemi tarzındaki geleneksel eğitim metotları ve ilim açısından, Doğu vilayetlerindeki lisanî sıkıntıların giderilmesi için, Medresetü’z-Zehra sağlam bir temeldir. Aynı zamanda, eğitim politikasına aykırı, ayrı iki tip insan yetişmesine sebep olan günümüzdeki ilim yuvalarının, mektepler ile medrese tarzında eğitim veren dinî ilim yuvalarının, iç içe olduğu bir pilot uygulama olarak Medresetü’z-Zehra yaklaşımı, hâlâ yüz yıl öncesinden günümüze bakıp ıslâh çabalarını sürdürmektedir.
Dipnotlar:
1) Bozkurt, Nebi, Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi Mescid Maddesi, Ankara 2003, s. 323–324. 2) Türk Düşünce Tarihi, 2001 AKM Yayın: 259. 3) İpşirli, Mehmet, Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi Mescid Maddesi, Ankara 2003. 4) Nursî, Bediüzzaman Said, Münâzarât, Yeni Asya Neşriyat, 1991. 5) Nursî, Bediüzzaman Said, Emirdağ Lâhikası, Yeni Asya Neşriyat, 2007. 6) Taşdemirci, Prof. Dr. Ersoy, Osmanlı İmparatorluğunda Medreselerin Bozulmaları, Medreseleri Islâh Etme Teşebbüsleri ve Kapatılmaları, “Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi”, Sayı: 4, Kayseri 1990. 7) Canan, Prof. Dr. İbrahim: Bediüzzaman’ın Fikri Programı Üzerine Bir Analiz, Nesil Yayınları, 2008, s. 129-131. 8) Demirel, Prof. Dr. Özcan: Kuramdan Uygulamaya Eğitimde Program Geliştirme, Pagem Akademi Yayınları, 2008, s. 127. 9) Sönmez, Prof. Dr. Veysel: Program Geliştirmede Öğretmen El Kitabı, Anı Yayınları, 13. Baskı, Ankara 2007, s. 360. 10) Canan, Prof. Dr. İbrahim: Bediüzzaman’ın Fikri Programı Üzerine Bir Analiz, Nesil Yayınları, 2008, s. 112-113. 11) Demirel, Prof. Dr. Özcan: Kuramdan Uygulamaya Eğitimde Program Geliştirme, Pagem Akademi Yayınları, 2008, s. 217. 12) İpşirli, Mehmet, Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi Mescid Maddesi, Ankara 2003, s. 328. 13) Sönmez, Prof. Dr. Veysel: Program Geliştirmede Öğretmen El Kitabı, Anı Yayınları, 13. Baskı, Ankara 2007, s.209
İSHAK ERSİN KIRAÇ Eğitimci akademisyen
************************************************************************************************** |
Osman Gazi'nin mirası |
Kısa bir sürede üç kıt'aya hükmedecek bir devlet kuran Osman Gazi, vefat ettiğinde bıraktığı mirası şunlardan ibaretti:
Denizli bezinden iç tarafı alemli bir sarıklık. Yancuk denilen, atlara mahsus bir zırh takımı. Bir kaşıklık, bir tuzluk, bir çift çizme. Alaşehir’de dokunan kırmızı renkli iki sancak. Bir kılıç, bir tirkeş, bir mızrak. Dört at, üç küçük sürü koyun. Bunlardan başka, Sultanönü’nde birkaç yabanî kısrakla, birkaç tane çift hayvanı.
GERÇEK AŞKI BULMAK
Yeryüzüne sığmayan gönlüyle Dört duvar arasına hapsedilen Mem Derin bir mutsuzluk kuyusuna düşmüştü Orada günlerce haftalarca aylarca Umutsuz bir halde kalınca Anladı İbrahim (as) gibi batınca kaybolan sevgiliye gönül vermemek gerektiğini acısı o denli büyüdü o denli büyüdü ki artık küçücük bir keder hissetmemeye başladı Samed’in aynası olan Kalb’i gittikçe saflaştı Arındı Ve nihayet Gerçek Sevgili’ye çevirdi yüzünü Sadece Allah’ı zikirle meşgul olmaya başladı Gönüller ülkesinde anka gibi uçuyordu Can pervanesi gerçek ışığı bulmuş ve sadece ona yönelmişti
Sadık Yalsızuçanlar, Mem ile Zin, Gerçek Sevgiliye Doğru, s. 105
KENDİNDEN GAFİL OLMAK
Herkes önce kendi kusurunu görseydi halini ıslâh etmekten gaflet eder miydi? Halk kendisinden gafildir babam, gafil. Onun için birbirlerinin kusurunu görürler.
ATASÖZLERİ
* Çivi çıkar, yeri kalır. * Kaybolan koyunun kuyruğu büyük olur. * Yük altında eşek anırmaz.
SÖYLEMEK NEŞESİ
Molla Cami, Baharistan adlı eserinin son cümlelerini şöyle bitirir: “Ey Molla Cami! Söz sofrasını yay. Söz sergisini ser. Sözden güzel bir sergi yoktur. Lâkin eğer içinde söylemek neşesi yoksa o zaman susmak daha hayırlıdır...”
YOLUN SONU
“Allah yolundaki kardeşlik nedir?” diye sorulduğunda şu cevabı verdi: “Bu bir yoldur ki, dikenler bitmiş de artık kimse onda yürümüyor.” Ebu Süfyan es-Sevri (ks) (Allah Dostlarından Yaşayan Sözler, s. 53)
İSTEK UYANDIRMAK
Söyleyeceklerinizi duyurmak için, hiç kimsenin kolundan tutmayın. İnsanlar, sizi dinlemeye istekli değillerse, onların kolundan tutmak yerine siz kendi çenenizi tutsanız daha iyi olur. Lord Chesterfeld
ŞEYTANIN HİLELERİ
Şeytan, pazarda yalan, hile, hıyanet ve yemin etmeye teşvik ederek Müslümanları günaha sokmaya çalışır. Önce gidip, geç çıkanlara daha çok asılır. Muaz bin Cebel (ra)
ŞEYTANI AZDIRAN
Ey kardeş! İnsanı şeytan azdırır dersin. Ya şeytanı kim azdırdı? Şeytan durup dururken azmadı. Şeytanı azdıran nefis, seni rahat bırakacak mı sanıyorsun!? Eşrefoğlu Rûmî
KENDİNDEN ÇIKMAK..
Dünyanın en çok yardıma muhtaç, en zavallı ve yaralı insanı bile olsan, gene başkasına yardım etmeye çalış! Kurtulmanın tek çaresi budur. Zira insanın ilk önce kendisinden çıkması lâzımdır. Burhan Toprak (Ballar Balını Buldum)
İMAN OLMAYINCA...
Okul yüzü görmemiş bir kişi, vagondan bir nesne çalabilir; üniversiteli bütün demiryolunu götürecektir. ABD Başkanı T. Roosevelt (1858-1919)
ZAHMETLİ AMEL
Yüklendiğiniz görev ne kadar zahmetli olursa, ruhunuzu o oranda eğitir ve yüceltir. Andre Gide
AKLI OLAN
Aklı olan, aklıyla mağrur değil, meşgul olur. İbrahim Olcaytu
AHMED RUFÂÎ’DEN...
Asıl olan Allah’ın rızasını kazanmak ve onun ebedî nimetlerine kavuşmaktır. Bu uğurda her türlü çileyi severek çekmek ve dünyaya gönül bağlamamak lâzımdır. En üstün iş, ilimle amel etmektir.
GÜZEL GEÇİNMEK
İnsanlarla güzel geçin. Peygamberimiz (asm)
SUYUN RAKSI
Çakıl taşlarını kemale erdiren şey, çekiç darbeleri değil, suyun raksıdır. Tagore
BÜYÜKLÜK
Büyüksün Allah’ım, büyüksün büyük, çok büyük; büyüklük adının yanında kalır çok küçük… Selim Gündüzalp
MANİ
Karpuz kestim yiyen yok Halin nedir diyen yok
BÜLBÜL VE EŞEK
Bülbülü bir fiske ile susturabiliriz; fakat sopaya davransanız bile eşeği anırmaktan vazgeçiremezsiniz. Cenap Şehabettin
BAŞ ÜZRE YERİN VAR
Sen kim gelesin meclise bir yer mi bulunmaz Baş üzre yerin var Nedim
YOLCU
“Şu dağın en tepesine çıksam gökyüzüne dokunabilir miyim?” “Hayır yavrum, gökyüzü çok uzak.” Hayal günlüğü, Melek Paşalı
ÖLMEK
İnsanları eskisi kadar sevmemek... İnsanları ve eşyayı... Galiba ölmek de bu. Cemil Meriç - Bu Ülke
ÇOCUKLUK
Çocukluk, yalnızca içinden geçip gittiğimiz bir dönemin adı değildir. Hayat boyu süren bir yolculuktur. Fred Rogers
İNSANLAR KİTAPLAR GİBİ
İnsanları kitaplar gibi düşünün ve kapaklara bakıp aldanmayın. Okumaya başlayınca içi boş mu, dolu mu anlarsınız.
KÖTÜ AHLÂK
Kötü ahlâk, cehaletin ürünüdür. Hz. Ali
BABA
Bana babamın kim olduğunu değil, marifetini sorarlar. Sadî Şirazî
MİDE VE KALP
Mideyi susturmadan kalbini dinleyemezsin.
SELİM GÜNDÜZALP
************************************************************************************************** |
ÇOCUK HAKLARININ NERESİNDEYİZ? |
Son zamanlarda çocuk eğitimiyle ilgili kitaplar okumaktayım. Kitapları okudukça genelde toplumumuzda, özelde dindar camiada çocuk yetiştirmede nasıl büyük yanlışlıklar yapıldığını üzülerek görüyorum. Çok şükür çocuk eğitiminde eskiye nazaran artık daha bilinçliyiz, ancak halen olmamız gereken noktanın çok gerisinde olduğumuzu düşünüyorum. İşin temeli çocuk sahibi olmak isteme sebebiyle başlıyor aslında. Bizim toplumumuzda çocuk, yakın zamana kadar bir yatırım aracı olarak düşünülürdü. Özellikle ülkemizin tarım toplumu için bedavaya çalıştırılacak elemandı çocuk. Hatta bir tür yaşlılık sigortasıydı. Çocuğa yatırım yapmaktan, onun eğitimi için, dünyevî/uhrevî geleceği için çaba harcamaktan çok, çocuktan bir beklenti halindeydi aileler. Çocuk, küçükken ev işlerine yardımcı olacak, belki daha çocukken çalışacak, bir taraftan da büyüyüp adam olacak ve yine ailesine yardım edecekti. Bu anlayış doğrultusunda, annebabalar çocuğun kendilerine bir emanet olduğunu göremezlerdi. Kendilerini çocuğun sahibi olarak görür ve bu doğrultuda çocuğun üzerinde keyfi baskı kurma hakkını kendilerinde bulabilirlerdi. Eskiye nazaran azalmış olsa da, toplumumuzda halen her görüşten ailede azçok vardır annebaba baskısı. Her kesim, kendi görüşüne göre bir sebep bulabilir bunun için. Muhafazakâr kesimde bu keyfi baskının meşrûiyeti için genellikle dinî değerler kullanılır ne yazık ki. Muhafazakâr basın ve yayın organlarında annebaba hakları üzerine yüzlerce program yapılır, makaleler yazılır da, çocuk hakları neredeyse hiç anlatılmaz. Dindar kesim olarak, çocuk eğitimi üzerine yeni düşünüyoruz. Sol görüşlü ailelerde, çocuğu tehdit eder tarzda kullanılan dinî bir argüman olmadığı için, belki de o çocuklar daha cesur ve özgüvenli bir şekilde hak talebinde bulunabiliyorlar. Bu toplumda hak arayışını sol kesime bırakan, darbelere karşı sesini çıkaramayan, elinden ekmeğini alan adama yan gözle bile bakamayan muhafazakâr kesim, neden bu hale geldi acaba? Bu kesimdeki annebabaların büyük çoğunluğunun, çocuklarının düşüncesini rafa kaldırarak, ‘dinî motiflerle süslü şartsız itaat bekleme anlayışı’nın neticesidir bence bu ‘cesaret özürlülüğü’nün kaynağı. Çocuk sahibi olmak annebaba olmak anlamına gelmez aslında. Çocuğuna güzel ahlâkı göstermeyen, görev ve sorumluluklarını yerine getirmeyen ebeveynler, gerçek mânâda annebaba olamazlar. Belki bu yüzden çocuklarından bekledikleri hürmeti de göremezler. Zira hürmet istenilmez, verilir. Hürmet isteyenler, lisanı halleriyle hürmete lâyık olmaya çalışmalıdır. Peygamber Efendimiz (asm) bir hadisinde “Evlâdınıza ikram edin, nasıl ana babanızın sizde hakkı varsa, evlâdınızın da sizde hakkı vardır” buyururken diğer bir hadisinde ‘Büyüklerine hürmet etmeyen, küçüklerine merhamet etmeyen bizden değildir’ buyurmaktadır. Yani kimse annebaba olduğu için, çocuğuna keyfî tahakküm etme hakkına sahip değildir. Çocuğun da annebaba üzerinde hakkı vardır. Çocuk hürmetle mükellef iken, annebaba da şefkatle mükelleftir. Nitekim Bediüzzaman da bu konuda; “Evet, dünyada en yüksek hakikat; peder ve validelerin evlâtlarına karşı şefkatleridir. Ve en âli hukuk dahi, onların o şefkatlerine mukabil hürmet haklarıdır” der. Ancak, ne yazıktır ki, çocuktan mutlak bir hürmet beklenirken bu hürmetin gereği olan şefkat genelde ihmal edilir. Çocuğun annebabaya şartsız itaati beklenir. Dini, çocuklarının üzerinde tahakküm ve istibdat âleti olarak kullanmak dinen caiz olmadığı gibi çok büyük bir vebaldir de. Bir anlamda dini istibdada âlet etmektir. ‘O büyüktür yapar’ anlayışına dinimizde yer yoktur. Dinin kurallarını, ‘nefsî isteklerini’ gerçekleştirmek için kullanmaya da kimsenin hakkı olmasa gerek. Zira bu aynı zamanda çocukların dinden soğumasına da sebebiyet verir. Hz. Musa’nın (as) Firavun’a bile yumuşak konuşması emredilirken, annebabanın çocuğuna beddua etmesinin, ona hakaret etmesinin doğru olduğunu söyleyemeyiz. Maharet annebabasına korkusundan ötürü değil, sevgisinden ötürü saygı duyan çocuklar yetiştirebilmektir. Aksi halde [email protected] saygılı gibi davranan çift kişilikli çocuklara sahip oluruz. Annebabaya saygının göstergesi, her istediklerini itirazsız kabul etmek olmamalıdır. Evde babasına itiraz edemeyen çocuk, okulda öğretmenine, işyerinde âmirine karşı çift kişilikli, karaktersiz biri hâline gelir. Annebabasının sözünü mihenge vurmadan kabul etmeye alışan çocuk, ileride hiçbir şeyi sorgulayacak cesareti kendisinde bulamaz. Hep acının hikâyesini yazmakla meşhur olan bir yazar, çocukken iyilik zannıyla kırık bacağına bağlanan değnekleri sökerek onun ömür boyu kötürüm kalmasına sebep olan annesi için, ‘Ben annemin yanlış şefkatinin kurbanı olarak kötürüm kaldım’ der. Hiç kullanmadıkları ya da yanlış kullandıkları şefkatleriyle, çocuğu adına kararlar veren, bu kararları uygulamak için tahakküm eden annebabalar da, çocuklarını duygusal olarak kötürüm bıraktıklarının farkına varmalı ve ‘onun iyiliği için yapıyorum’ tarzında aşırı korumacı davranışları, sevgiyle karıştırmaktan vazgeçmelidirler. Çocuğumuzun isteğimiz dışına çıkmasını istemiyorsak geçici bir çözüm olarak işin kolayına kaçıp, onu bir takım şeylerle tehdit edebiliriz. Ama ondan sonra da o çocuğun kendi kararlarını almaktan aciz, toplumda ezik, silik ve ‘cesaret özürlü’ olduğunu gördüğümüzde ve biraz büyüyünce ‘yeter artık’ deyip bizi umursamadığında ‘Neden böyle oldu acaba?’ diye dövünmemeliyiz. Biraz sert bir yazı oldu sanırım. Farkındayım. Ancak belirtmek isterim ki, ben de çocuk sahibiyim ve baba olmaya çalışmaktayım. Çok önemli olan annebaba haklarını konuştuğumuz kadar, çocuk haklarını da konuşmalıyız düşüncesindeyim. Özellikle ahlâkî tahribatın çok üst düzeyde olduğu günümüz dünyasında, çocuk haklarını çok daha fazla önemsemeli ve hazır itaat düzeninden faydalanmak yerine, çocukları yaşlılık sigortası olarak, tahakküm edilebilecek köleler olarak gören geleneksel yanlışlara itiraz etmeliyiz kanaatindeyim. Ne mutlu evlâtlarına gerçek mânâda annebaba olabilen şefkat timsâli hakperest ebeveynlere… Ne mutlu annebaba hakkını hakkıyla gözetebilen bahtiyar evlâtlara…
HASAN YÜKSELTEN
************************************************************************************************** |
“Ar alanda kısa ağlaşmalar ve felâh...” |
Ayaklarım eskimişti, dizlerimde toz-çamur lekesi... Gözlerim artık görmüyordu, gaflet dedikleri toprak serpilmişti yüzüme… Dilimdeki bütün dualar hatırımdan silinmişti... Ve gözümde şiirler kelime fazlalıklarından gayrısı değildi... Hikâyeler; taş ve duvar, kitaplar sessiz, soluksuz ve insafsızdı... Uyumak istiyorken kâbuslara bütün bütün dûçâr oluyordum. Ölmekle yaşamak arası bir yerde öylece kalakalmıştım. Kalbimde ve ruhumda bir türlü geçmek bilmeyen cerîhalarla mücadele ediyor, ne kaybediyor ne kazanıyordum. Yaptığım tek şey zaman kazanmak oluyordu, ya da kaybetmek… Öyle günah doluydum ki; sokaklar nasıl kabul ediyordu beni anlamıyor ve anlam veremiyordum. Beni taşıdığı hâlde neden hâlâ helâk edilmemişti bu topraklar… Aksine iyice alâk’a kesb ediyordum toprakla… Sanırım yine de azap çekiyordu toprak, benden ziyadesiyle... Gök nasıl çekiyordu nazımı ve nazarımı bilmiyordum; ben gök olsaydım incinirdim! Gök bana hep yağmurla geliyordu. “Zâri ol ki kurtulasın!” demekti bu, sessizce d/inliyordum… Gök ağlıyor ve toprak kokuyordu şehir… Sanırım göğün rahmeti toprağın rahmetine kalb ediyordu. Bana diyordu ki gök: “Ağla ki alâkan olsun!” Sesim esirdi, korkum ve gözyaşım esir! Ağlamaklar gidince sol yanımdan, ayrılınca gözlerimden; ayaklarım iyice tökezlemeye başlıyordu… Toprak bataklıktı artık, anlıyordum. Kanatlarım vardı; kırık ve asude. Uçmalı diyordum, kanatları açıp uçmalı… Gök beni çekiyorsa yerde iken, kendi beldesinde de çeker diyordum. Uçmalıydım; lâkin kanatlarımdaki o müzmin ağrı beni vakte refakatçi kılıyordu... Uçamıyordum! Sahi ayaklarım vardı. Yürüyebilirdim... Günahım ağır geldi düştüm. Yürüdüm Bismillah diye diye yürüdüm. Az gittim, uz gittim bin kere düştüm. Ben bana engeldim! Çekil dedim kendime. ”Allah aşkına çekil!” Allah deyince durdu bendim. Geçtim “ben”den… Sonrada kendimden… Zâri zâri biledim nefsimi. Ruhefzâri’leştim. Sonra Bismillah dedim. Fatiha geldi yanıma; bana yol gösterdi… Son kertede “Veleddâllîn” dedi; sessizce âmin dedim! Sonra gitti… Yine de kendimi bataklıkta sayıyordum, yürüdüğüm hâlde omuzlarımda ye’si de taşıyordum. Sonra Musa (as) geldi.. “Ben” dedi, “Firavun’un öldürmek istediğiydim, bak! Onun sarayında yetiştim.” Asasını bıraktı… Ruhuma baktım, âlâm müfarakat etti benden. Kalbime baktım ne süveydâ lekesi kalmıştı, ne müheyyâ hevesi... Ne çok bekletmişsem kendimi! Sonra Yusuf (as) geldi… “Dua” dedi. Ben anlamayınca devam etti: ”Kardeşlerim kuyuya attı beni, kuyu dilsizdi, çöl dilsizdi, Kenan dilsiz, gömlek dilsizdi. Kim duyardı beni O’ndan başka?”Karıncalanmış ellerimi açtım. ”Ya Rab!” dedim. ”Ya İlâhî… Sen Gafursun ben müznib, Sen varlığıma Müsebbib. Ya Afuvv, afviyetini isterim!” dedim. Ellerim, dillerim, illerim dirildi. Sonra sustum, kalbimi açtılar… Tek tek günahlarımı seçip, şerh-i sadrımı yâkîn eylediler… Sonra ihlâs geldi yanıma. ”Ehad de!” dedi.. ”Ehad, ehad!” dedim.. Dalgalı bir ses duydum: ALLAHU EKBER! Taşlar altındaymışım; Bilâl (ra) ezan okuyormuş bana meğer… Ehad demişim; yeniden doğmuşum. Ezan okunuyormuş kulağıma… Sonra Habibullah’ın (asm) sesini duydum. ”Şükrenlillah!” yeniden doğdum, ama adımı nâdim koyun dedim. ”Adımı nâdim koyun!” Nâdimim, âcizim, fakirim, hakirim; Ezelden bîçâreyim…
ELİF RUHEFZA ALTUNER
************************************************************************************************** |
Minarenin anlattığı |
Bir gün şehirler arası yolculuk esnasında kulağıma az da olsa ezan sesi gelmeye başladı. Önce radyodan geldiğini düşündüm. Öyle olmadığını anlayınca da meraklı gözlerle sesin kaynağını aramaya başladım. Araç ilerledikçe ses daha da netleşiyor, daha gür çıkıyordu. Issız güzergâhta sakin geçen yolculuk, bu ezan sesiyle birlikte hareketlenmişti. Çok merak etmiştim, ses gittikçe daha net duyuluyordu; fakat nereden geldiğini göremiyordum. Allahu ekber Allahu ekber diye devam eden bu hoş ve güzel sesi takip ediyordum. Nihayet otobana uzak bir yerde bir minare görmüştüm. Bembeyaz ve ince, göğe doğru yükselen iki minare. Altı üstü minare idi, öylesine boş ve mânâsız bir bakışla bu küçücük köydeki minareye bakıyordum. “Hı demek ki bu köydeki insanlar dindar insanlar” diyerek bakışlarımı iki minarede yoğunlaştırmıştım. Sonra iki minarenin tam ortasındaki caminin o geniş kubbesini gördüm. İki minarenin arasındaki bu kubbeyi görünce o an zaman durmuş, gözlerime inanamıyordum. Çok şaşırmıştım, hâlâ aynı kareye bakıyordum. Nedendir bilmem, otobüs de sanki benim bu manzarayı iyi görmem için adeta hızını kesmişti, Bana bu fırsatı veriyordu. Yıllardır gördüğüm bu manzara, bugün bana ayrı bir şey gösteriyordu. Bu manzarada tıpkı insanların ellerini Rablerine kaldırıp duâ ettikleri gibi o köy de Rabbine ellerini kaldırmış dua ediyordu. Yeryüzü Rabbine elini kaldırmış duâ ediyordu. İki minare insanın iki kolu ve o iki kolun arasında büyükçe bir kubbe... Bu kubbe ise insanın kafasını andırıyordu adeta. Uzaktan görünen bu manzara tam bir insanın Rabbine elini açmış duâ etmesine benziyordu. Bu o beldenin ve yeryüzünün Rabbine yaptığı duâ gibi idi. Ben de bu manzara karşısında âmin dedim, yanımdaki yolcu da: “Buyurun, niçin amin dediniz?” demiş; bense mânâsız yolcuya bakıp sadece “Pardon, size demedim” diyerek geçiştirmiştim. Bu manzara, bu köy, bu cami bütün yurdumuzun, şehirlerimizin, kasabalarımızın, köylerimizin, Müslüman olduğunu biliyoruz; öyle de kabul ediyoruz. Fakat yoldan geçerken bir beldede minareyi görünce bu minareler bizlere lisanı halle “Bak ey yolcu, burası bir İslâm beldesidir. Buradaki insanlar dindardır ve burası Rabbine dua eden toplumun bulunduğu bir yerdir. Burası ıssız şehirden, kasabadan bütün imkânlardan ve eğitimden mahrum olabilir, fakat burada Allah’ını tanıyan, Allah’ına ibadet eden ve peygamberine inanan dindar insanlar yaşar. Burada beş vakit ezan okunur ve beş vakit insanlar Rableri için biraraya gelirler. Aynı çatı altında Rablerine dua eder ve sonsuz cenneti kazanmak için Allah’tan ümitlerini kesmezler” diyordu. “Ey yolcu, sen ve ben birbirimizi tanımazsak da bizler İslâm kardeşiyiz, Peygamberimiz (asm) bizleri kardeş ilân etmiş. Gel sen de bizdensin ya da bizlere geçerken bir selâm ver, bu minareyi yaptırdık ki sizler geçerken burada biz Müslüman kardeşlerinizin olduğunu bilin, görün. Yeryüzünde yalnız değiliz, yalnız değilsiniz.” Bunları duymuş ve ben de onlara selâm vermiş ve onlara duâ etmiş ve onların bu lisanı hâline ben de ‘âmin, âmin, âmin’ diyerek tasdik etmiştim. Allah (cc) bütün Müslüman kardeşlerimizden razı olsun, emeklerini boşa çıkarmasın. Allah’a emanet olun.
MEHMET ORAN
************************************************************************************************** |
SES |
Allah’ın Ehad isminin aklı zorlayan bir tecellîsi olarak; belki de her insan her bir konuşmasında, diğer konuşmalarından farklı bir şekilde insanların -ve dahi kendisinin- kulaklarına hitap ediyor. Bir yarattığını bir daha yaratmayan Allah, her bir konuşmamızı bir diğerinden farklı şekilde halk ederek azametinin büyüklüğünü, her ses titreşimimizde nazarlarımıza sunuyor. Ve bu tefekkür içerisinde bizler Allah’ın her an bir fiil üzre olduğunu daha iyi kavrıyoruz; her bir ses titreşimimin dahi Rabbi Hakim-i Kadir. Her bir konuşmamızda ses titreşimlerimiz farklı olduğu gibi, ses tonumuz konuştuğumuz kişiye, konuştuğumuz mevzuya göre de değişir. Söz gelimi babamızla konuştuğumuz ses tonuyla, sınıf arkadaşımızla konuştuğumuz ses tonu, bakkalımızla konuştuğumuz ses tonuyla küçük bir çocukla konuştuğumuz ses tonu birbirinden farklıdır. Bir renk skalasında, bir rengin tonajlarının en koyudan en açığa sıralanması misillü seslerimizde aynı kişiyle konuşurken bile -belki de aynı zaman dilimi içerisinde- farklı farklı tecellilerle karşımıza çıkar. Sesin değişkenliğini, renkliliğini, canlılığını O’nun (c.c.) büyüklüğünün bir aynası olarak görmesi gereken bizler, her nimet şükrü iktiza eder düsturuna ittiba ile, bu nimetin şükrünü eda etmek adına ne yapılabilir, diye sorduğumuzda ‘Her nimetin şükrü kendi cinsindendir’ ölçüsünün burada da karşımıza çıktığını görürüz. Bize bahşolunan ilim O’nun yolunda harcandığında o nimetin şükrü eda edildiği gibi, ses nimeti de ancak bütün nimetlerin sahibinin yolunda istimal edildiğinde şükrü eda edilmiş olacaktır. İşin nasılında, hepimizin aklına ilk etapda gelen her halde aynı şeyler. Cümlelerimizi birilerinin kalplerini kırmak için değil de kalplere hayat üflemek için kullanmamız, rızay-ı Bari istikametinde ağzımızı açmamız ve kapamamız... Ama ağzımızdan Allah’ın arzu ettiği şeylerin çıkması, istemediklerinin çıkmaması şükrün akla gelen ilk boyutları. Bütün bu sayabileceklerimizin ötesinde belki de bu söylediklerimizin dahi tamamlayacısı hükmünde olan bir vazifemizin var olduğunu düşünüyorum. Büyükler şöyle demişler: “Ses kendi içerisinde öfkesini yenmeden ses olamaz. Yani sesin kemali safi ve arızalardan uzak olmasında.” “Hal böyle olunca, hangi sesler kemal mertebesini yakalamış, hangi sesler arızalarla hal lisanıyla kemali istemekte?” soruları insanın aklına takılıverir. Nazarımızı evvela kendi nefsimize çevirerek, kendimizi irdelediğimizde görürüz ki sesimiz çok çatlağı olan, rahatsız edici tonları bol bir halde karşımızdadır. Meselâ ‘Keşke konuşmasaydım’ dediğimiz zamanlar çok vaki olduğu gibi ‘konuştunda ne değişti’ türünden cümleleri de çok tekrar etmişizdir. Bu cümleleri sarf ederken belki de ağzımızdan dökülen cümleler baştanbaşa doğrudur, hakikatle çelişen hiçbir tarafı yoktur. Ancak söylenenler, kelâmı edenin kalbini rahatsız eder! Diğer taraftan dilimizden tek bir kelime dahi çıkmadığı, lâkin kalbimizin sırf rıza dolu olduğu demlerde dilinde, sesinde, sözünde Rabbi, içerisinde Kendisinin rızasından başka birşey olmayan o kalbin duasına icabet eder ve o sükût halinden hayırlar yaratır. Sesini bir kez dahi sağlıklı duyamadığım, ama sesi kendi asrını aşmış bir büyük ‘Seslerinin ziyade güzel olmadığından, dinleyenlerin azlığından sıkılan hafızların kulakları çınlasın’ derken ihlâsın sese hayat verdiğinin altını çiziyordu. Ve yine o ihlâs abidesi ‘Bir zerre ihlâslı amel batmanlarla halis olmayana müreccahtır’ demişti. Bu söylenenler herşeyin olduğu gibi, sesin de kemalinin ihlâs olduğunu bizlere anlatıyor. Sultan-ı şuaranın dediği gibi ‘Ey ihlâs! Sen nasıl bir şeysin ki her şey senin üzerinde durmakta’ Sahip olduğunu düşündüğümüz her ne varsa işte onların hepsinin temelinde ihlâs varsa, ihlâsın kaybı sonunda elimizde neyin kaldığını hesap etmemiz gerekiyor. Ve zeminin iyi atıldığı takdirde, bir kat dahi olsa, evin iş göreceği lâkin temeli kötü olduğunda gökdelenlerin üst üste yığılmış taş parçaları hükmünde olacağı hakikatini akıllarda tutabilmek duâsıyla...
MURAT KABAKÇI
************************************************************************************************** |
Vacibü’l-Vücub |
Sendendir gelen, Sendendir değen her varsa her bir var, Senle var iki varı kabul etmez tek Var hep Bir var, herşey Bir'den çıkar ve O var. O varsa herşey var. O yoksa ne neye yarar O yâr ise herşey yarar O yoksa eser niye var?
Sanatı görüp Sanatkârı tanımayan mı var 'Dün'ya varsa, yarını da var. Cennet var, cehennem var Çünkü O'ndan bir imtihan var Mükâfatı var, mücâzâtı var.
Yokluktan var eden Bir Var Kim demiş varoluş kendi kendine var Kitap varsa Kâtip var Nakş varsa Nakkaş var
Ve Kâinat sergisinde ne istersen var Elbette O var. Çünkü varı vareden Var var.
ARAFAT DENİZ |
27.03.2010 |