Basından Seçmeler |
YAŞADIĞIMIZ HUZURDA ONUN BÜYÜK PAYI VAR Mümtaz’er Türköne Zaman’daki köşesinde şunları yazdı: “Eğer bugün yaşadığımız dünyada biraz kendimiz olabiliyorsak, huzuru hissedebiliyorsak, geleceğe umutla bakabiliyorsak onu mutlaka hatırlamalıyız. Bugün içinde var olduğumuz dünya, sahip olduğumuz güzel şeyler onun eşsiz katkısı ile vücut buldu. Israrla gösterdiği istikamete koyulanların sayesinde bugünlere geldik.” GELİŞMELER, EŞSİZ FERASETİNİ İSPATLADI
“Aradan geçen up uzun yarım asır, bize sadece onun ferasetini ispatladı ve üzerimizdeki hakkını gösterdi” diyen Türköne “En az üç nesli içine alan sabır yüklü bir hikâye bu. Başında Bediüzzaman var. Üç nesle yayılan bir tarih boyunca yaşanan tereddütler, katlanılan sıkıntılar, çekilen acılar ve önümüzde duran sonuç: Bediüzzaman’ın hepimiz üzerinde hakkı var” diye yazdı.
DEMOKRATİK AÇILIMI YILLAR ÖNCE ÖNERDİ
Sabah’tan Mahmut Övür de şöyle yazdı: “Said Nursî bugün Türkiye’nin tartıştığı eğitim ve demokratik açılımın gerekliliği üzerine yıllar önceden farklı fikirler önermiş önemli bir mütefekkirdir. Bakın bugün ‘Dil böler’ diyen siyasetçilerin aksine Said Nursî, ana diliyle verilen eğitim ve kültürün taşa işlenmiş nakış gibi baki kalacağını ve millî lisanın nakışıyla görünen bir şeyin, içeriği ne olursa olsun, insanlara sıcak geleceğini ifade ediyor.”
Bediüzzaman
83 yıllık ömrün tamamı, dipten yukarıya her şeyin altüst olduğu ve birkaç yeni dünyanın peş peşe kurulduğu yılların çerçevesiydi. Ebedî âleme göç etmesinin üzerinden tam yarım asır geçti. Eğer bugün yaşadığımız dünyada biraz kendimiz olabiliyorsak, huzuru hissedebiliyorsak, geleceğe umutla bakabiliyorsak onu mutlaka hatırlamalıyız. Bugün içinde var olduğumuz dünya, sahip olduğumuz güzel şeyler onun eşsiz katkısı ile vücut buldu. Israrla gösterdiği istikamete koyulanların sayesinde bugünlere geldik. Aradan geçen upuzun yarım asır, bize sadece onun ferasetini ispatladı ve üzerimizdeki hakkını gösterdi. Bediüzzaman Said Nursî bir din rehberi veya din alimi olmanın ötesinde kuşatıcı bir toplum önderi idi. Kendi ekseninden uzaklara kayan, dağılan, parçalarına ayrılan toplumu bir arada tutmaya çalıştı: Kırılanları, dökülenleri onardı ve yepyeni bir mimari ile yeniden inşa etmeye girişti. Vefatından elli yıl sonra, geriye, yaşadıklarımıza bakıp hakkını teslim etmeliyiz: Bizlere muhteşem bir miras bıraktı. Cumhuriyet tarihi, özellikle tek parti ve darbe dönemleri bu milletin kültürüne, değerlerine, hayat biçimine hunharca saldırılarla geçti. Aslında saldırıya uğrayan inançlar değildi, bizatihî toplumun kendisiydi. Cumhuriyet’in nobran elitleri, kendi ayrıcalıklarını ve iktidar haklarını sürdürebilmek için halkın inançlarına saldırıyor; böylece kendi farklarının altını çiziyordu. Yönetimin uzağında tutulması gereken halk dindardı. İnançlarına bağlı idi. O zaman halkın elindeki yönetme hakkını gaspetmek için, bu inançlara ve hayat biçimine savaş açmak gerekiyordu. Bir devlet ezanın Arapça okunmasına neden engel olur? Kur’ân’ı neden ibadet eden insanlara Türkçe okutur? Tek cevabı var: İnsanları inançları yüzünden suçlu ilan edip, suçluların elinden iktidar hakkını almak için. Cumhuriyet tarihimize damgasını vuran, devlet iktidarının kendini sürekli olarak inanç ekseninde üretmesi bu iktidar anlayışının ürünüdür. Türkiye’yi, geçen 50 yıllık süre içinde iki ülke ile mukayese edebiliriz: Mısır ve Pakistan. Mısır’da İhvan-ı Müslimîn, Pakistan’da Cemaat-i İslâmî ne ise Türkiye’de Risale-i Nur Hareketi odur. Modernleşmenin güçlü savrulmaları karşısında insanlar üç ayrı ülkede bu hareketlerin çatısı altına sığınmıştır. Toplumlar dengesini bu ihya hareketleri ile tekrar kazanmaya çalışmıştır. Toplumda kurulmuş dengelere bakarak söylemek gerekirse bugünün Mısır’ı büyük ölçüde İhvan’ın, bugünün Pakistan’ı Cemaat-i İslamî’nin eseridir. Bugünün Türkiye’sinin Risale-i Nûr Hareketi’nin eseri olması gibi. Ya aradaki fark? Üç ülkenin yaşadığı tecrübedeki temel farklılık, bu toplumsal hareketlerin peşlerinden sürükledikleri insanları, dayanılmaz bir çekicilik taşıyan şiddetin uzağında tutma ve demokratik hayata dahil etme yetenekleridir. Yönetici elitler topluma savaş açmışken inancı ve sofrası yoksullaşan insanların öfkesini bastırmak ve şiddeti durdurmak zordur. Bediüzzaman, şiddete yönelip kendi kendini tüketecek olan toplumsal enerjiyi avucunun içine alıp ehlileştirdi, bu enerjiye biçim verdi; yeni bir insanın, dolayısıyla toplumun ve ülkenin inşasına kanalize etti. Tek parti yönetiminin arayıp da bulamadığı, Menemen gibi kanın bulaştığı hareketlerdi. Bediüzzaman insanı imanı ile tahkim etmeye girişirken, şiddetin de önüne geçmiş oldu. Sadece şiddetin değil, duygusal tatmin peşinde koşan hesapsız eylemlilik halinin de. 1940’larda Atatürk heykellerini kıran ve minareye çıkıp Arapça ezan okuyan Ticanî tarikatının bugün geride hiçbir iz bırakmaması, Bediüzzaman’ın haklı olduğuna delildir. Bediüzzaman, Cumhuriyet tarihinin en vandal saldırısı olan 27 Mayıs Darbesi’ne ve yol açtığı depreme tanık olmadı. 1960’lı ve 70’li yıllarda toplum bu vahşi saldırılarla sağa-sola savrulduğu zaman, kanlı şiddet sarmalının sadece gençlikle sınırlı kalmasında, toplumun ana gövdesinin sabırla işine gücüne bakmasında ve yoluna devam etmesinde Bediüzzaman’ın çizdiği istikametin payını teslim etmek gerekir. En az üç nesli içine alan sabır yüklü bir hikâye bu. Başında Bediüzzaman var. Üç nesle yayılan bir tarih boyunca yaşanan tereddütler, katlanılan sıkıntılar, çekilen acılar ve önünüzde duran sonuç: Bediüzzaman’ın hepimiz üzerinde hakkı var. Risale-i Nur Hareketi’nin içinde yer almamış biri olarak, bu hakkı ben de teslim ediyor ve bir borcu ifa ediyorum.
Mümtaz'er Türköne, Zaman, 26 Mart 2010
‘Kürdî caiz, Türkî lâzım’
AİD Nursi 1960’ta Urfa’da vefat etti. Bugünlerde 50’nci ölüm yıldönümü nedeniyle farklı etkinlikler düzenleniyor. Lise yıllarında kitaplarıyla tanıştığım Bediüzzaman Said Kürdi’nin onlarca ciltlik eserlerindeki fikirlerine katılmasam da, uzun yaşamı boyunca verdiği mücadeleye hep saygı duydum. Türkiye’nin ana fikir damarlarından birini derinden etkileyen isimlerin başında geliyor. O damarı dışlayarak Türkiye’nin kendisi olması ve dünyayla buluşması pek gerçekçi değildi ve olmadı da... Halen de o çizgi Türkiye’nin demokrasiyle buluşmasında önemli rol oynuyor. Ama ne yazık ki bazı kesimlerin korku ve önyargıları da hiç değişmiyor. Bu yaklaşımı canlı tutan ise darbeci zihniyettir. Tıpkı 50 yıl önce 27 Mayıs 1960 askeri darbesinde olduğu gibi. Onlar Said Nursi’nin mezarına bile tahammül edemedi. Öyle edemediler ki, 12 Temmuz 1960’ta Urfa’daki türbesine girip, naaşını aldılar ve uçakla bilinmeyen bir yerlere götürdüler. Böyle bir devlet olabilir mi? Bir devlet vatandaşına bunu nasıl yapar? Ömrü zaten sürgünler, cezaevleriyle geçen bir fikir adamına, mezarında bile rahat verilmeyen bir sistemden söz ediyoruz. Bu sistem olduğu için hâlâ darbeler gündemde ve hâlâ 12 Eylül darbecilerinin anayasasını değiştiremiyoruz. Said Nursi bugün Türkiye’nin tartıştığı eğitim ve demokratik açılımın gerekliliği üzerine yıllar önceden farklı fikirler önermiş önemli bir mütefekkirdir. Bakın bugün “dil böler” diyen siyasetçilerin aksine Said Nursi, ana diliyle verilen eğitim ve kültürün taşa işlenmiş nakış gibi baki kalacağını ve milli lisanın nakışıyla görünen bir şeyin, içeriği ne olursa olsun, insanlara sıcak geleceğini ifade ediyor. Van’da kuracağı Arapça, Türkçe ve Kürtçe eğitim yapacak üniversite hayalini anlattığı Medresetüzzehra’da şu tespiti yapar: “Lisan-ı Arabi vacip, Kürdi caiz, Türki lazım.” Yani eğitimde, resmi dili de ana dili de vazgeçilmez gören bir anlayışa sahip... Bu anlayış yıllar önce hayata geçirilseydi Kürt sorununun bedeli bugünkü kadar ağır olur muydu? Said Nursi’nin şu sözleri de çok önemli. Mısır El Ezher Üniversitesi öğretim üyelerinden birinin, “Osmanlı devletindeki hürriyete, Avrupa’daki medeniyete ne diyorsun?” sorusu üzerine Nursi şöyle bir cevap verir: “Osmanlı devleti Avrupa’ya hamiledir. Avrupa gibi bir hükümeti doğuracak. Avrupa da İslamiyet’e hamiledir, o da bir İslam devleti doğuracak.” Neredeyse yüz yıl önce gelecekte kurulacak Türkiye’nin Avrupalılığının altı böylesine net çiziliyor.
Mahmut Övür, Sabah, 26 Mart 2010
************************************************************************************************** |
27.03.2010 |
Said Nursî
İSLÂMIN merkezden kenara, şehirden taşraya itildiği, resmiden gayri resmiye, meşrudan kanun dışına mahkûm edildiği; hatta bir süre müslümanlıkla ilgili her türlü haber ve bilgilerin normal dolaşımda yer almasına, iletişim araçlarında yayılmasına izin verilmediği 1920’lerde ve 1930’larda rejim islâmı yok edemedi. Bu hesaplanamayan durum, “asgarî şartlarda dahi islâm” diyebilen, günün genel geçer modern yayın teknolojisini kullanmadan tebliğini yapan ve böylece geniş kitlelere ulaşan, bir nevi pasif mücadele yürüten bilim ve maneviyat önderlerinin gayretlerinin sonucudur. Bu önderler içinde Said Nursi’nin kendine mahsus bir yeri vardır. Bu dönemde islâmın geleneksel öğretim merkezleri ve iletişim ağları ya kapatılmış ya da gözetim altına alınmıştı. Bu yüzden Said Nursî, düşüncesini gözetim altında tutulan camiden neşretmedi. Aynı şekilde modern iletişim araçlarını kullanmak da imkânsız hale getirilmişti. Değil gazete, dergi çıkarmak; matbaalarda kitap bastırmak dahi mümkün değildi. Cumhuriyet yönetiminin binlerce kitap basan matbaalarına, yüzbinlerce tirajı olan gazete ve dergilerine, milyonlara ulaşan radyolarına karşı çok basit, çok iptidaî sayılabilecek metodlarla karşı koydu. Alışılmış, genel geçer teknolojileri kullanmadan kendine mahsus ve kadim usüllerle fikirlerini yaydı. Kitapları matbaaları kullanarak çoğaltmak mümkün olmadığı için yazarak çoğaltma yoluna gidildi. Said Nursi’nin düşüncelerini bu şekilde yaymak için nasıl bir gayret sarfettiğini bir mektubundan çıkarabiliriz. “Risale-i Nura intisab eden kimsenin en ehemmiyetli vazifesi onu yazmak ve yazdırmaktır ve intişarına yardım etmektir. Onu yazan ve yazdıran ve okuyan, (Risale-i Nur Talebesi) ünvanını alır; ve o ünvan altında, her yirmi dört saatte benim lisanımla ve belki yüz defa, bazan daha ziyade hayırlı dualarımda ve manevi kazançlarımızda hissedar olmakla beraber, benim gibi dua eden kıymetdar binlerce kardeşlerim ve Risale-i Nur talebelerinin dualarına ve kazançlarına dahi hissedar olur...” Elle çoğaltma, ne kadar süratli olunursa olunsun, kütlevi üretimle karşılaştırılamıyacak kadar yetersiz kalmaktadır. Ayrıca toplumda okur yazar olmayanlar da vardır ve çoğunluktadır. Bu noktada da yazılan metinlerin topluca okunması yoluna gidilmektedir. (...) Cumhuriyet döneminde düşünürler yetişmişse, bunlar resmi ideolojinin dışında yer alan kimseler olmuştur. Said Nursi Cumhuriyet döneminde düşünmekten çok başka şeyler de yapmıştır. Bediüzzaman sürgün döneminde rejime karşı etkili fakat ilk bakışta “pasif” olarak nitelenebilecek bir tavır geliştirdi. Onun 1950’lere gelindiğinde bir milyona yakın müntesibi olduğu tahmin ediliyordu. Dini tefekkür alanında nasıl hem gelenekci hem yenileyici bir konumdaysa, siyaset konusunda da hem politika dışı-hem politik bir konuma sahip oldu. Said Nursi, her ne kadar siyasetin dışında durulması yönünde görüşlere sahip olduysa da yeri geldiğinde tek parti zihniyetini sürdüren CHP’ye karşı DP’yi desteklemekten de geri kalmadı. Dünyanın geçirmekte olduğu manevi buhrana dikkat çeken Said Nursi, “manevi temelleri sarsılan garp cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir veba, bir taun felaketi gittikce yeryüzüne dağılıyor. Bu müthiş sâri illete karşı İslâm cemiyeti ne gibi çarelerle karşı koyacak? Garbın çürümüş, kokmuş, tefessüh etmiş, bâtıl formülleriyle mi? Yoksa İslâm cemiyetinin ter ü taze iman esaslarıyla mı? Büyük kafaları gaflet içinde görüyorum... Onun için, ben yalnız iman üzerine mesaimi teksif etmiş bulunuyorum” derken, genel öğretisinin dayanağını ortaya koyuyordu. Fakat onun içe dönük bir tarafı vardı ve muhtemelen siyasetle rabıtası buradan geliyordu: “Bana ızdırap veren, yalnız İslâmın maruz kaldığı tehlikelerdir. Eskiden tehlikeler hariçten gelirdi, onun için mukavemet kolaydı. Şimdi tehlike içeriden geliyor... Korkarım ki cemiyetin bünyesi buna dayanamaz, çünkü düşmanı sezmez. Can damarını koparan, kanını içen en büyük hasmını dost zanneder.” Said Nursî, asgarî şartlarda tebliğini geleneklik metodlar kullanarak gerçekleştirirken, şartlar değiştiğinde kitaplarının, risalelerinin çoğaltılmasına karşı koymadı. 1960’lara doğru risaleleri yayınlanabildi ve böylece yeni bir iletişim dönemi başlamış oldu. Bu onun vefatından bir kaç yıl önceye rastlıyordu. Dolayısıyla yokluğunda sürdürülecek bir tebliğ faaliyetinin araçları belliydi. Bir taraftan, yeni şartların sağladığı yeni imkânlardan faydalanılırken, öte yandan politik zeminde de yeni imkânlar veya şartlar beliriyordu. Bu şartlara göre hareket etmek de gerekiyordu. Bu yüzden, Said Nursi yaşadığı dönem içinde politik tavırdan hiç bir zaman uzak durmadı. Siyaset mümkün olanın sanatıysa eğer, O mümkün olanı yaparak hayatını tamamladı. Vefatından sonra ise kendisi için mümkün olmayanlar vuku buldu ve geniş bir politik hesaplaşmanın konusu olmaya devam etti. Cereyan eden hadiseler onun Urfa’da bir makamı olmasını önleyemedi, fakat belirli bir mezarı olmasını engelledi. Muhtemelen bunun da bir hikmeti vardı. Çünkü bilinen bir mezarın nasıl bir ziyaretgâh olacağı ve nasıl ziyaret edileceği ayrı bir mesele teşkil edebilirdi... Büyük iman ve ilim adamı, mütefekkir Said Nursi vefatının 50. yılında ehemmiyetine yakışır şekilde hatırlanabildi mi? Bu soruya maalesef olumlu cevap veremiyoruz.(...) Vefatının üzerinden yarım asır geçen ve nesillerimizin hakikate ulaşmasında büyük payı olan bu büyük şahsiyetimize rahmetler diliyorum.
D. Mehmet Doğan, Vakit, 26 Mart 2010
************************************************************************************************** |
27.03.2010 |
Haksıza yardım
HSYK’da kol kırılıyor, ama yen içinde kalmıyor. Hadiseyi biliyorsunuz. 23 Mart günü toplanan kurulda, Adalet Bakanlığı müsteşarı bir sürprizle karşılaşmıştı. Konu, yargı reformunun hemen öncesinde kritik bazı hâkim ve savcıların yerlerinin değiştirilmek istenmesi. Yangından mal kaçırırcasına, pürtelaş bir girişim. Baskın yiyen müsteşar, tepki gösterip terk etmişti toplantıyı. Karar alınamamış; içeride olup bitenler, bütün detaylarıyla yansımıştı dışarıya. Dün, müsteşar katılmadığı için, kurul gene karar alamadan dağıldı. Ve diğer HSYK üyeleri, zapta geçirip, bir kez daha durumu kamuoyuna açıkladı. HSYK’da kıyasıya bir iç kavga yaşandığını duyup bilmeyen kalmadı artık ahaliden. Belli ki amaç, müsteşarı ‘maraza çıkaran adam’ gibi gösterip, kamuoyu nezdinde Adalet Bakanlığı’nı müşkül durumda bırakmak. Bir nevi, ‘halini halka şikâyet’ yöntemi. Benim ilgilendiğim kısmı şu; HSYK’nın mahremiyeti ne olacak? Kurumsal gururu, itibarı nasıl etkilenecek? Yoksa kurul üyelerinin umurunda değil mi bu? *** Haklıyı haksızı koyun bir kenara... Kavgaya tutuşmaları anlaşılabilir, kendi aralarında bunu halletmeleri zaman da alabilir. Ama mütemadiyen siyasete uzlaşma telkin edenlerin düştüğü bu hale ne demeli? Ki, siyaset çok parçalı ve hırçın bir rekabetin, iç çürüten bir sinir harbinin alanı. ‘Çoğunluk iradesi, ne yapıp edip azınlık temsilcileriyle uzlaşsın’ diyenlere, hatta işi dayatmaya vardıranlara bakın siz! Bir elin parmakları kadar bir heyetsiniz ve bir müsteşarla uzlaşamıyorsunuz, öyle mi? Üstelik, bir de meseleyi umuma mal edip, milletten de sizi anlamasını bekliyorsunuz? İçinizde kavgaya tutuşabilirsiniz, çetin münakaşalar da pekâlâ mümkün... Ve fakat, kavga etmenin de bir usulü, bir adabı, bir erkânı olmaz mı? Zerafet kaygısını geçtim, kurumsal gururunuzu unutacak kadar gözü karartmak niye peki? *** İçinizi dar etmeyin o kadar... Said Nursi’den ters köşe bir nasihat ile bitiriyorum. Kıssadan hisse çıkarmak size kalmış artık. Bir zaman Eskişehir hapsinde titiz kardeşlerime söylediğim bir hikâyeyi tekrar ediyorum: Eski Harb-i Umumi’de Rusya’nın şimalinde 90 zabitimizle beraber uzun bir koğuşta esir olarak bulunuyorduk. O zatların bana karşı haddimden çok ziyade teveccühleri bulunmasından, nasihatle gürültülere meydan vermezdim. Fakat birden asabiyet ve sıkıntıdan gelen bir titizlik, şiddetli münakaşalara sebebiyet vermeye başladı. Ben de 3-4 adama dedim; “Siz nerede gürültü işitseniz, gidiniz, haksıza yardım ediniz.” Onlar dahi öyle yaptılar, zararlı münakaşalar kalktı. Benden sordular; “Neden bu haksız tedbiri yaptın?” Dedim; “Haklı adam insaflı olur. Bir dirhem hakkını, istirahat-i umuminin yüz dirhem menfaatine feda eder. Haksız ise, ekseriyetle enaniyetli olur; feda etmez, gürültü çoğalır.” (Şualar kitabından)
Akif Beki, Radikal, 26 Mart 2010
************************************************************************************************** |
27.03.2010 |