Elif Eki |
|
‘Mevlid’ veya ‘Kutlu Doğum Haftası’ |
İslâm dünyasında önemli gün ve geceler “kandil” olarak ifade edilmektedir. Aslında mübarek gecelerde minareler ve camiler kandillerle donatıldığından bu adla anılmıştır. Peygamber Efendimizin doğum gününe “Mevlid” veya “Mevlidi Nebevi” adı verilmektedir. İlk zamanlarda mevlid (doğum günü) faaliyetleri yapılmamıştır. Daha sonra bu gün ve gecelerde Resûl-i Ekrem’i (asm) anma toplantıları yapılmaya başlanmıştır. Bazen bu günün içinde yer aldığı hafta da “Kutlu Doğum Haftası” olarak kutlanmıştır. Zamanla her İslâm ülkesinin kendisine göre geliştirdiği bir “Mevlid” geleneği oluşmuştur. Mekkeliler her yıl, Rebiülevvel ayının 12’sinde akşam namazını Mescid-i Haram’da kıldıktan sonra, cemaatle birlikte Peygamber Efendimizin (asm) doğum yeri olan mescide gelip yatsı namazını da burada kılarlardı. Bunu her yıl tekrarlamayı âdet edinmişlerdi. Medine halkı da, mevlid gecelerini Mescid-i Nebevî’de geçirirlerdi. Sabaha karşı Bâbü’n-Nisa önündeki kumlukta beş mevlidhanı dinleyip ikram edilen şerbeti içtikten sonra dağılırlardı. O gün, dükkânlar süslenir, alış verişler yapılmazdı. Büyük-küçük, zengin-fakir herkes temiz elbiselerini giyerler, atılan top ve fişeklerle bir bayram havası yaşarlardı. Resûl-i Ekrem Efendimizin (asm) doğduğu mübarek evin etrafında oturanlar da, mevlid gecelerinde evlerini ışıklar, bayraklar ve değişik kumaşlarla süsleyip birbirleriyle tebrikleşirlerdi. Birbirlerine şeker ve helva ikram ederlerdi. İslâm tarihinde Peygamber Efendimizin (asm) doğum günü dolayısıyla tören yapılmasına ilk defa Fâtımîler zamanında rastlanmaktadır. O zaman, altı doğum günü yapılırdı. Bunların başında Peygamber Efendimizle (asm) Hz. Ali’nin (ra) doğum günü gelirdi. Bu günlerde halk, toplantılar yaparlardı. Birbirlerine altınlar, mücevherler, elbiseler vb. hediye ederlerdi. Yemekler ve tatlılar dağıtılırdı. Erbil Atabeylerinden Muzafferiddin Gökböri (Ö. 1232), dindarlığı ve hayırseverliğiyle tanınmıştır. O, âlimlerin sohbetine katılır, halka iyilik yapar, fakirlerin günlük ihtiyaçlarına kadar her türlü yardımı yapardı. Gökböri, her yıl mevlid dolayısıyla akla hayale gelmedik büyük şenlikler de yaptırırdı. Her yıl Muharrem ayından başlamak üzere İran, Anadolu, Suriye ve diğer İslâm ülkelerinden âlimler, fakihler, sofiler, şairler Erbil şehrinde toplanırdı. Atabey Gökböri şehrin dışına otağlar (büyük çadır) kurdururdu. Peygamber Efendimizin (asm) doğum gününden iki gün önce kaleden develer, koyunlar ve inekler indirilirdi. Bunlar şehrin büyük meydanında özel bir törenle kurban edilirdi. Büyük kazanlar kurulup çeşitli yemekler pişirilerek halka dağıtılırdı. Doğum gecesi akşam namazından sonra sema yapılır, fener alayı düzenlenirdi. Mevlid günü, askerler resmigeçit yaparlar, meydanlarda vaazlar verilir, nutuklar atılır ve sofilerin elleriyle halka giyecekler dağıtılırdı. Atabey de vaiz ve şairlere elbiseler hediye ederdi. O gün ikindiye kadar bu durum böyle devam ederken gece ise sabaha kadar semâ meclisleri yapılırdı. Bundan sonra, dışarıdan gelenler memleketlerine dönerlerdi. Gökböri, onların her birine yol harçlıklarını vermeyi de ihmal etmezdi. Ülkemizde mevlid denince aklımıza hemen Süleyman Çelebi’nin Hicrî 812 (M. 1409) yılında yazmış olduğu “Mevlid” (Vesiletü’n-Necât) gelmektedir. Süleyman Çelebi “Mevlid” manzumesini yazdıktan sonra, onun bu manzumesi bir gelenek olarak önceleri Peygamber Efendimizin (asm) doğum gecelerinde okunmaya başlandı. Bu gelenek yangınlaşarak günümüzde ölüm, doğum, sünnet vs.’lerde hatimler, ilâhiler, mevlidler okutturulup yemekler ve şerbetler ikram edilmek tarzında devam etmektedir. Osmanlı padişahı Sultan II. Mustafa, 1701 senesinden itibaren her yıl, Ramazan ayının 17’inci gecesinde Peygamber Efendimizin (asm) peygamberlik hatırasını anmak maksadıyla Mekke’de ve Rebiülevvel ayının 12’nci gecesinde de Medine’de birer cemiyet kurulmasını ve her iki cemiyet için Mısır gelirlerinden önemli bir para ayrılmasını emr ve ferman etmişti. Bediüzzaman “Mevlid” konusunda özetle şöyle demektedir: Mevlid-i Nebevî’nin okunması, çok faydalı ve güzel bir İslâmî adettir. Belki İslâm’ın sosyal hayatına gayet lâtîf, parlak ve tatlı bir sohbet vesilesidir. Aynı zamanda, iman hakikatlerinin ihtarı için en hoş ve şirin bir derstir. Belki, imanın nurlarını, muhabbetullah ve Nebevî aşkı göstermeye, harekete getirmeye en heyecanlı ve etkili bir vasıtadır. Çünkü kâinat nevîlerinin en mükemmeli, hayat sahipleridir. İşte böyle bir Peygamberin mevlidini dinlemek, yani hayatını başlangıcından sonuna kadar işitmek, yani manevî tarihçe-i hayatını bilmek, o zâtı kendine reis, seyyid, imam ve şefaatçi kabul eden mü’minlere ne kadar zevkli, fahirli, nurlu, neşeli, hayırlı dinî yüce bir müsameredir.1 Cenâb-ı Hakk’tan bu güzel âdeti ebede kadar devam ettirmesini niyaz ediyoruz. Süleyman Çelebi gibi Mevlid yazanlara da Cenâb-ı Hak rahmet etsin. Yerlerini Cennetü’l-Firdevs yapsın. (Âmin.) Uzun yıllar ülkemizde Peygamberimizin (asm) doğumu, Hicrî Takvime göre Rebiülevvel ayının 12. gecesinde “Mevlid Kandili” adı altında kutlanmıştır. İlk defa Diyanet İşleri Başkanlığı ve Diyanet Vakfı tarafından ortaklaşa 1989 yılında Hicrî Takvim; 1994 yılından itibaren de Peygamberimizin Milâdî doğum günü olan 20 Nisan tarihi esas alınarak “Kutlu Doğum Haftası” faaliyetleri yapılmaya başlanmıştır. Bu haftanın önceki yıllarda 20-26, 16-22 Nisan gibi tarihlerde yapılması 23 Nisan Millî Egemenlik ve Çocuk Bayramı’na alternatif kutlama olarak gösterilmesi üzerine, 14-20 Nisan tarihleri arasında yapılması ve bu tarihlerin dışına taşmaması ve taşınmaması kararı alınmıştır. Kutlu Doğum Haftasında Resûl-i Ekrem (asm) Efendimizi anmak yanında aslında anlamak ve onun (asm) getirdiklerini yaşamak gelmelidir. Resulullah’ı (asm) anmak ve anlamak bir haftaya sığmaz. Çünkü o, bizim en büyük rehberimizdir. Âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. O’nun ahlâkı Kur’ân ahlâkıdır. Yaşayan Kur’ân’dır. Onun şahs-ı mânevîsine baktığımızda, yeryüzünü bir mescid, Mekke’yi bir mihrab, Medîne’yi bir minber görürüz. “Peygamberimiz (a.s.m.) bütün ehl-i imâna imam, bütün insanlara hatip, bütün enbiyâya reis, bütün evliyâya seyyid, bütün enbiyâ ve evliyâdan mürekkeb bir halka-i zikrin serzâkiri; bütün enbiyâ hayattar kökleri, bütün evliyâ tarâvettar semereleri bir şecere-i nurâniyedir ki, herbir dâvâsını, mu’cizâtlarına istinad eden bütün enbiyâ ve kerâmetlerine itimad eden bütün evliyâ tasdik edip imza ediyorlar. Zîrâ, o ‘Lâ ilahe illallah’ der, dâvâ eder. Bütün sağ ve sol, yani mâzi ve müstakbel taraflarında saf tutan o nurânî zâkirler, aynı kelimeyi tekrar ederek, icmâ ile mânen ‘sadakte ve bilhakkı natakte’ (Doğru dedin ve söylediğin haktır) derler.”2 Resulullah’ın (asm) sözlerine, fiillerine ve davranışlarına kısaca Sünnet-i Seniyye diyoruz. Sünnet yolumuz olursa, hiç yanlış yapmayız ve istikametten ayrılmayız. Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle, “Sünnet-i Seniyyeye ittibâı kendine âdet eden, âdâtını ibadete çevirir, bütün ömrünü semeredar ve sevabdar yapabilir.” 3
Dipnotlar:
1- Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbât, s. 296-297 2- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 370-371 3- Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, s. 174.
AHMET ÖZDEMİR
************************************************************************************************************************* |
YÜRÜMEK |
Kierkegaard, “Sevgili Jette” diye başlayan bir mektubunda, “Her şey bir yana, yürüme arzusunu kaybetme. Ben her gün sağlığıma yürüyor ve her türlü hastalıktan yürüyerek uzaklaşıyorum; kendimi en iyi düşüncelerime yürüyerek götürdüm ve şimdi insanın yürüyerek kurtulamayacağı hiçbir can sıkıcı düşünce bilmiyorum” demişti. “Sevgili Conderentsraad” diye başlayan diğer bir mektubunda ise, “Hayat bir yoldur. O yüzden yürüyüşe çıkıyorum. Yürüyüşe çıkabildiğim sürece hiçbir şeyden korkmuyorum. Ölümden bile. Çünkü yürüyebildiğim sürece her şeyden yürüyerek uzaklaşabiliyorum” diye yazmıştı ve Conderentsraad’ın da yürümesi için ısrar etmişti. Yürümeyi hastalarına şiddetle öneriyordu; birçok depresyon hastasına yürümenin çok iyi geldiğini söylemişti.
ÂDETLER İBADETE NASIL DÖNER?
Bir kısım sünnetler günlük hayatın işleyişi içinde normal olarak yapılması gereken işlerin, Resulullah’ı (asm) örnek alarak ve onun yaptığı tarza benzetmeye çalışılarak yapılmasıdır. Meselâ, Resulullah (asm) nasıl konuşmuş, nasıl yürümüş, nasıl uyumuş, nasıl yemek yemişse, bu işlerde mümkün mertebe onun gibi hareket etmeye çalışmak, sünnetin bu kısmına girer. Âdab denilen bu sünnetlerle, mü’min normal olarak yapması gereken işlerini de ibadete çevirebilir. Bunları tatbik etmemek, bid’at sayılmamıştır. Ama bu terkin dereceleri vardır. Eğer küçümseme, hafife alma, beğenmeme gibi bir sebebe dayanıyorsa, bu tehlikelidir. Böyle bir niyete dayanmıyorsa bir mesuliyet yoktur. Fakat âdetleri ibadete çevirmek gibi büyük bir kazançtan mahrum kalınmış olur.
EY HAYAT!
Güneş, tertemiz ışıklarıyla dokundu alnıma: “Yarın seni yine burada bulabilecek miyim?” dedi. Titredi kelimeler dudaklarımda: “Bilemem.” dedim. Sustu güneş, ışıklarını topladı gitti. “Sanki haddimi aştım.” dedi. Dilimin döndüğü kadar avuttum onu. “Yarın görüşmek üzere” dedik. “İnşallah” demeyi de unutmadık. Ümitle korkunun arasında bir salıncaktır hayat. Gider gelir… Gelir gider… Gün, güneş rahat; kalbim rahat… Seni inançla yaşamak ne güzelmiş Ey hayat!... Selim Gündüzalp
DAİMA İFSAT EDEN VAR
Kadim zamanlara ait bir papirüste şöyle bir cümle yazılı imiş: “Dünya kötüye gidiyor; evlâtlarımızı bu gidişattan korumalıyız.” Firavunlar devrinden bu yana, bu cümlenin her çağda bir başka ağızdan terennüm edildiğine yemin edilebilir. Zira hâlâ dünya kötüye gidiyor ve bizler hâlâ nesillerimizi kurtarmanın çarelerini arıyor, üzülüyoruz. Sebep? Sebep basit. Birileri daima dünyayı ifsad etmeye uğraşmış ya!... İskender Pala, Ah Mine’l Aşk s. 153
“MÜ’MİN MÜ’MİNİN AYNASIDIR”
“Öyle saf ve temiz kalpli bir Müslüman ki, bizim sırrımızı şüphesi kalmamak üzere anlar. Çünkü mü’min, mü’minin aynasıdır.” (Mevlânâ, 3144 nolu şiir) “Mü’min, mü’minin aynasıdır” hadis-i şerifine iki türlü mânâ verilmiştir. Birincisi: “Bir Müslüman bir Müslümanın aynasıdır. Birinin hâli, diğerine akseder.” İkincisi: “Mü’min bir kul, Mü’min ve Müheymin olan Allah’ın aynasıdır. Hakk’ın bazı esrârı onun kalp aynasında görülür.” Tâhirü’l-Mevlevî
BEREKETSİZLİĞİN SEBEPLERİNDEN BİRİSİ
Mehmet Feyzi Efendi buyuruyor ki: “Bu zamandaki bereketsizliğin sebeplerinden birisi: Alan razı değil, satan razı değil. Alan ‘Pahalı aldım’, satan ‘Malım ucuz gitti’ diye gözü onda kalır. Neticede, karşılıklı gönül rızası olan alış verişlerde bereket olur. Gönül rızası olmayanlarda bereket olmaz. Bediüzzaman’ın Sır Kâtibi Mehmet Feyzi Efendi, İhsan Atasoy, s. 323-324
DÜNYA BİR KİTAP GİBİ Dünya başından ve sonundan yaprakları kopmuş bir kitaba benzer; bu yüzden başını ve sonunu bilmesek de orada her harf bir ayrı kaderi yazmıştır. Eski bir Şark şiirinden...
ASIL ZENGİNLİK Zenginlik mal çokluğuyla değildir; asıl zenginlik gönül zenginliğidir. Hadis-i Şerif, Buhari, er-Rikak, 15
SABIRSIZ HAVA İlkokulda öğretmen çocuklardan rüzgârın tarifini yapmalarını ister. Bir küçük, parmak kaldırıp cevap verir: “Rüzgâr, bekleyecek vakti olmayan havadır efendim.”
SALÂT-Ü SELÂM Âmir b. Rabîa anlatıyor: Hz. Peygamber (asm) şöyle buyurdu: “Bir kul bana salât-ü selâm getirdiğinde melekler onun için Rab Teâlâ’dan af talep ederler. İster az söylesin, ister çok.”
TERİ GÜL Terlese güller olurdu her teri Hoş dererlerdi terinden gülleri Süleyman Çelebi
BİR SORU, BİR CEVAP Fizik dersinde bir sınav sorusu: “Söyle bakalım evlâdım, düğmeye basınca elektrik nasıl yanar?” “Valla, ne bileyim efendim… Onu elektrik idaresi bile bilmiyor.”
İSLÂMİYET GÜNEŞ GİBİDİR İslâmiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez; gündüz gibidir, göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan, yalnız kendine gece yapar. Tarihçe-i Hayat, Birinci Kısım: İlk Hayatı, s. 71
ZAFER NAKIŞLARI Bir güzellik, bir sır faş edilmiştir; Hem ata, hem atlıya bahşedilmiştir Peygamber sözü bu; “Şanlı zaferler, Atların alnına nakşedilmiştir...” Gökhan Evliyaoğlu
CİZYE DEĞİL HİDAYETE ERDİRİCİ Mısır valisi Hayyam, Ömer bin Abdülaziz’e mektup yazdı ve “İnsanlar Müslüman oldu, bu yüzden cizye hâsılatı azaldı” dedi. Ömer bin Abdülaziz, cevabında, “Allah, Hz. Muhammed’i (asm) cizyeci değil, hidayete erdirici olarak gönderdi” dedi.
SELİM GÜNDÜZALP
************************************************************************************************************************* |
Baharla uyanış |
Bir “güzellik yarışmasının”1 daha eşiğindeyiz. Bu yarışma kâinatın, tabiatın güzellik yarışması. Yarışmacılar; arz ve sema yani yeryüzü ve gökyüzü, bütün güzellikleri, bütün ziynetleri ile karşımızda. Jüri ise; biz müdakkik, uyanık, mütefekkir kâinat yolcuları. Fakat bu müsabaka, diğer dünyevî müsabakalardan biraz daha farklı. Bu yarışmanın galipleri, gördükleri mesajları doğru okuyup, doğru değerlendirenler. Yani mânâ-i harfî bakışını kendilerine rehber edinmiş olanlar; ödül ise bir saati senelerce ibadetten çok daha hayırlı addedilmiş bir sevap kapısının sonuna dek açılması. Birkaç hafta zarfında üç yüz bin nebâtî ve hayvânî taife, tabiattaki o hummalı hazırlığını sona erdirdi. Güneş o sımsıcak gülümseyişiyle yarışmayı başlattı. Gökyüzü sanki beyaz, siyah, kırmızı boyalarla boyanmış; bulut yığınlarını insanların nazarına sundu. Tablo değişti, berrak bir sayfa açıldı. Yeryüzü de ona eşlik etti. Kış mevsiminde giydiği beyaz elbiseyi çıkarttı, zümrüt gibi yemyeşil gömleğini giydi. Ya çiçekler… Biz tefekkür yolcularının konuşulmasından, okunmasından hiç bıkmadığı vazgeçilmezi. Ahenkli, süslü renkleriyle bizim daimî mevzumuz. Kırmızı bir çiçek ve yeşil bir yaprak nasıl da ahenkli duruyor diye itiraf ediyor bir moda tasarımcısı renk uzmanı. Halbuki biz insanların üstünde o iki baskın rengi bir arada kullanmak gözü yoruyorken, tabiatta uyumuyla ruhlarımızı okşuyor. Çünkü bu organizasyon sahibi, mahir san'atkâr, bizim güzelliklere meftun, ziynetlere müptelâ ruhlarımızı çok iyi tanıyor, biliyor, en güzelini sunuyor nazarlarımıza. Bilinmez diyarlardan türlü türlü nimetlerin bulunduğu trenler gelmeye, vagonlar pazar tezgâhlarına dökülmeye başladı. Herkesi her an doyurmaya kâfî, görüntü ve tatlarıyla içimizi her an ısıtmaya vâfî kıymetli lezzetler de sergide yerlerini aldı. Sofralar kuruldu, sergiler açıldı. Uzak diyarlardan kuşların da gelmesiyle orkestra tamamlandı. İlâhî bir musikî sardı bütün âlemi. Tabiat bütün süslü takılarını takarak adeta “hoşâmedî” için hazır bekliyor. Dâvetliler yerlerini aldı şimdi sıra bizde. Yeni bir görev ve keyifli bir sorumluluk yüklendi omuzlarımıza. Görevimiz, eserden Müessir’e, nimetten Mün’im’e, san'attan San'atkâr’a gidebilmek. Güzelliklere müşahit olmak, akabinde O’nun esmasının izini, özünü, yüzünü görebilmek. Yarışmacıların bütün güzelliklerini teşhir ettiği resmigeçit töreni başladı. Sahnede bambaşka bir coşku var şimdi. Bu coşku insanı ısıtan yönüyle bizleri de sarıyor. Çünkü bahar eriyen karların ışığı. Çünkü bahar yeni filizlenmeye başlayan ağaç gibi, henüz yeni yeşermeye başlayan bir fidan gibi; yani hayata atılan ilk adımlar gibi taze, canlı ve coşkulu. Zihnimizin ve dünyamızın türlü türlü meşgalelerle dolu olduğu biz hakikat yolcularına bahar, yine yeni bir şans tanıyor. O’nu bulma, O’na ulaşma adına bütün coşkusuyla yol gösteriyor; ikaz edici bir mürşîd edasıyla… Bu uyanış, diriliş hakikati, sadece tabiatla sınırlı olmamalı, kendi dünyamızda da yeni kıpırdanışlara, yeni uyanışlara vesile olmalı. Kâinatı tanıma, keşfetme yolundaki küçük masum bir çocuğun gözüyle kâinata bir daha bakmalı hayretle, sevgiyle, heyecanla… Bahar yorgun ruhlarımıza gafletten uyanış olmalı. Şimdi vakit, ülfet ve âdiyat gömleğini çıkartıp, tefekkür libasını giyinme vaktidir. Şimdi vakit, bu kâinat kitabında büyük harflerle yazılmış yazıları okuma vaktidir. Yaratılmış bütün güzellikleri seyrederken de fânilik damgasını görüp, bâkiyi arayan İbrahimî bakışa sahip olmalı. Bütün dünyevî güzellikleri yaşadığımızda ise her şeyden vazgeçen Yusufî hâlete bürünmeliyiz. Bu bahar terakkî ile zevk ve şevkini arttırıp, bu bahar bahçesinden bir bahar kadar bir güldeste-i marifet ve îman alıp gidenlerden olabilmemiz ümidiyle…
Dipnot:
1- İşârâtü’l-İ’câz, s. 209.
MİNE TÜRÜDÜ ACAR
************************************************************************************************************************* |
Kardeşlik saadeti |
Bediüzzaman diyor ki:
Yâ ma'şere'l–Ekrâd! İttifakta kuvvet, ittihatta hayat, kardeşlikte saadet, hükûmette selâmet vardır. İttihat bağını ve muhabbet şeridini sağlam tutun. Ta ki, sizi belâdan kurtarsın... (Eski Said Dönemi Eserleri, s. 24) * * * (Orijinalini Osmanlıca kupürde gördüğünüz aynı makalenin Kürtçesi ise, aşağıdaki sözlerle başlıyor.)
Ey Gelî Kürdân! Îttîfaqê de quwet, îttihadê de heyat, di biratîyê de se'adet, hukûmetê de selamet heye. Kapika îttihadê û şirîta muhebbetê qewî bigrin, da we ji belayê xelas ke... (Kürt Teavün ve Terakki Gazetesi, sayı 1, Aralık 1908)
Türklerle Kürtlerin huzur ve saadeti müşterektir
Bundan yüz bir sene evvel (Nisan 1909) İstanbul'u işgal eden ve hükûmetle birlikte padişahı da devirerek iktidarı ele geçiren Hareket Ordusunun bir diğer ismi "Selanik Ordusu"dur. Zira, bu derme çatma ordu, Selanik merkezli olarak kuruldu ve "Makodanya çeteleri"ni bünyesine toplayarak İstanbul'a doğru harekete geçti. Kurmay kadrosunu "Selanik dönmesi" diye tâbir edilen komitacı subaylar teşkil ediyordu. İpler, tamamiyle onların elindeydi. ("Gaddar Kumandan" olarak bilinen Mahmut Şevket Paşa, İstanbul'a yakın bir yere gelindikten sonra ordunun başına monte edildi. Bilâhare devre dışı edildi; aynı komitacılar tarafından öldürüldü.) Bu sinsî hareketin başarıya ulaşmasından hemen sonra, İstanbul merkez olmak üzere, bütün Osmanlı coğrafyasında "Bozuk Avrupa" menşeli yeni bir cereyanın her tarafa dal–budak salmaya başladığını görmekteyiz. Bu cereyan, Osmanlı tebaiyetine bağlı bütün unsurları "Türk ve gayr–ı Türk" şeklinde tehlikeli bir ayrıma tabi tutarak, bin yıldır birlikte yaşamış olan dindaşlar ile vatandaşları birbirine düşürme politikasına yöneldi. Fikir bazında, başını Ziya Gökalp, Yusuf Akçura, İ. Gasprenski gibi "muamma şahıslar"ın çektiği bu hareket, kısa sürede meyvesini vermeye başladı. 1909 senesinden itibaren, peşpeşe Türk Dernekleri, Türk Ocakları, Teceddüt Cemiyetleri kuruldu; piyasayı Türkçülük ve Turancılık fikrini aşılayan kitaplar, dergiler, gazeteler kapladı. Ayrıca, bu cereyana fikir babalığı yapan "Türkçü reisler", her tarafta nutuklar atıp konferanslar vermeye başladı. Oysa, ırkçılık mânâsındaki bu milliyetçilik cereyanının mensupları, hakikî Türk değillerdi. Evet, Türkçülük yapmakla beraber, bunların gerçekte Türk olmadığı bilinmiyordu. Açıkça bilinen bir husus var ki, o da hakikî Müslüman olan Türklerin bu muzır cereyanın başını çekmediğiydi. O halde, bu muamma kişiliklerin derdi neydi? Neden Türkleri ırkçı ve milliyetçi imiş gibi göstermeye can atıyorlardı? Niçin Kürd'ü, Arab'ı, Acem'i, Rum'u, Arnavud'u, Ermeni'yi dışlayarak, tahrikkâr bir politikanın zeminini teşkil ediyorlardı? Gizli maksat şuydu: Türklerin hasmını çoğaltmak, bütün unsurları Türklere düşman etmek ve böylelikle ondan intikam almak. Neyin intikamı? İslâma bin yıl müddetle bayraktarlık seviyesinde hizmet etmiş olmasının intikamı... Ne var ki, Müslüman Türklerden intikam almak için, evvelâ onun yalnızlaştırılması ve onunla müşterek hareket eden bütün unsurların ona düşman edilmesi gerekiyordu. İşte, komitacı "Selanik dönmeleri" de bu yolu takip ettiler. Bediüzzaman Hazretleri ise, bu tehlikeli gelişmeyi tâ başından beri görmüş ve ona göre de tedbir almıştır. O mübarek zat, bu tahrikkâr milliyetçilik hareketinin bir reaksiyona, bir aksülamele yol açacağını Kur'ân'ın feyziyle, medediyle biliyordu. Bu sebeple, hiç zaman geçirmeden, tarafları ikaz ve irşad etmeyi dinî, vatanî bir vazife telâkki etti. İşte, bu maksatla yola çıkan Üstad Bediüzzaman'ın, bundan yüz iki sene evvel—bilhassa kışkırtılmak istenen Kürtlere hitâben—yapmış olduğu son derece veciz ve bir o kadar da tesirli hitabı... Aralık 1908'de Kürt Teavün ve Terakki gazetesinde, önce Kürtçe, bir hafta sonra ise Türkçe olarak neşredilen bu hitabesinde, cehalete sürüklenen ve Türklerden koparılmak istenen Kürtlere şöyle hitabediyor, Üstad Bediüzzaman: Yâ ma'şere'l–Ekrâd!
İttifakta kuvvet, ittihatta hayat, kardeşlikte saadet, hükûmette selâmet vardır. İttihat bağını ve muhabbet şeridini sağlam tutun. Tâ ki sizi belâdan kurtarsın. Güzelce kulak veriniz, dinleyiniz. Size bir şey söyleyeceğim: Biliniz, üç cevherimiz vardır ki, bizden muhafazalarını isterler. Birincisi İslâmiyettir. Ki, milyonlarca şühedâmızın kanını ona paha ve bedel vermişiz. İkincisi insaniyettir. Ki, bizi heyet–i içtimaiye nazarında insan gösterecek odur. Üçüncüsü milliyettir. Ki, pişevalarımızın, seleflerimizin ruhlarını mezarda şâd ettirecek bir tuhfemiz (hediye) ve onlarla rabıta–i ezeliye ve ebediyemiz olacaktır. Şu üç cevhere mukabil, bir de üç düşmanımız vardır. Ki, bizi mahvediyor. Birincisi: Fakirliktir ki, İstanbul'daki kırk bin hamalın vücudu, o düşmanımızın nümune–i tasallutudur. İkincisi: Cehil ki, birinci düşmanımızın istilâsına büyük bir yardımcıdır. Zebun–i fakr olan o kırk bin hamalın içinde binde biri bir gazeteyi okuyamıyor ki, bir tarik–ı necat bulsun. Üçüncüsü: İhtilâf ve muadat–ı cahilânemizdir ki, biz birbirimizle boğuştukça bir terbiyeye bihakkın kesb–i istihkak ediyorduk. Hükûmet dahi terbiye–i vifakiye yerine tezyid–i nifaka çalışıyor, hakkımızda her nev’î zulüm ve itisaf icrasına bizi lâyık görerek insafsızlık ediyordu. Şimdi bilmeli ve anlamalıyız ki, şu üç düşmanımızı kahretmek ve o üç cevherimizi onların ellerinden kurtarmak için de elmastan masnu üç seyf–i sâtı–ı celâdet bize lâzımdır: Birinci kılıcımız maarif, ikinci ittifak ve muhabbet–i millî, üçüncü de teşebbüs–i şahsî ve sa’y–i nefsîdir. Herkes nefsine itimat etmelidir ki, haricin muavenet imtinanından, tezellülden, iftikardan istiğna hâsıl etsin, mezellet yükleri altında eğilmekten, her dest–i kahr–ı itisafa boyun eğmekten âzâde kalsın. Son vasiyetim şudur: Okumak, yine okumak, yine okumak! Sonra, birbirinizin elini sıkı tutmak, ittihat etmek, ittifak âleminde yaşamak! * * * Evet, burada da açıkça görüldüğü gibi, Kürtleri mütemâdiyen cehâletten, husûmetten ve fakr û zarûretten kurtarmaya çalışan Said Nursî, aynı anda onları san'ata, marifete, muhabbete ve ittifaka teşvik ediyor. Bunun yanı sıra, özellikle kardeşlikteki saadete ve hükûmetteki selâmete dikkat çekerek, onların bu nimetlere sahip çıkmasını tavsiye ediyor. Hakikî milliyetin İslâmiyet olduğunu ve meşrûtiyete göre hükümetin de müşterek bir havuz olduğunu ifade eden Üstad Bediüzzaman, Münâzarât isimli eserinde, bu havuzun temiz su ile doldurulması gerektiğini bilhassa nazara veriyor. Saadetin ancak müşterek hükûmetin varlığıyla mümkün olabileceğine dikkat çeken Üstad Bediüzzaman, yine aynı isimli eserinde, hasseten Kürtlerin saadetinin ancak Türklerin saadetiyle mümkün ve kaim olabileceğini şu sözlerle ifade ediyor: "Emin olunuz, biz Kürtler başkalara benzemiyoruz. Yakînen biliyoruz ki, içtimai hayatımız, Türklerin hayat ve saadetinden neş'et eder." (Münâzarât, Yeni Asya Neşriyat, İst/1996, s. 126.) Durum böyle olmasına rağmen, yine de bazı kimseler çıkıp Said Nursî'yi başka türlü anlatmaya ve hatta maksadının tam aksi yönünde itham etmeye çalışıyor ki, bunun ne kadar acı verici birşey olduğunu, ancak böylesi bir ithama mâruz kalanlar bilir. Temenni edelim ki, bu ülkenin hiç olmazsa aydın geçinen insanları, Bediüzzaman Said Nursî doğru şekilde ve olduğu gibi anlamaya ve anlatmaya yönelsin.
************************************************************************************************************************* |
KUTLU DOĞUM |
Kutlu doğum, kutlu insan, kutlu önder, kutlu peygamber (asm)... O bir beşerdi. O içimizden gelen, bizim gibi yiyen, bizim gibi içen, bizim gibi dertlenen, bizim gibi sevinen bir insandı. Fakat bizi ondan, onu da bizden ayıran bir fark vardı: O daha doğar doğmaz "ümmetî, ümmetî" demişti, tâ kendinden sonra gelecek insanoğlunu, kıyamet günü sancağı altına toplayacağı ümmetini düşünmüştü. Yaşadıkça insanlar onu güvenilir, emin, tertemiz bir soyun, tertemiz bir insanı olarak tanımışlardı. Allah (cc) onu kıyamete kadar gelecek insanlığın kurtarıcısı olarak yetiştirmişti. Onun ne bir kabile reisliği, ne makam-mevki, ne de şan şöhret gibi idealleri yoktu; tek bir gayesi vardı: Ümmeti... Allah (cc) onu kainata rahmet peygamberi olarak seçmişti. O sadece mü'minlerin, Müslümanların değil, bütün insanların ve tüm yaratıkların Peaygamberiydi. Efendimizin (asm) peygamber oluşunun üzerinden kısa bir zaman geçmiş, o dünyanın en değerli, en medeni, en adaletli toplumunu, hatta belki de kıyamete kadar bir daha eşi ve benzeri görülmeyecek eşsiz bir toplumu meydana getirmişti. Ona Asr-ı Saadet denmişti. Sonradan gelen bütün insanlar, hep o Asr-ı Saadet devrinin özlemi ile yanıp tutuşacaklardı. Hatta ve hatta müslim, gayrimüslim hepsi o devrin ihtişamını ve eşsizliğini konuşup, nasıl oldu da bu seviyeye geldiler diye düşüneceklerdi. Aradan asırlar geçmesine rağmen, onun getirdiği düzen ve din değişmemiştir, kıyamete kadar da değişmeden, orijinal olarak kalacaktır. Hz. Aişe (ra) annemizden, bir gün Peygamberimizi anlatmalarını istemişler. Muhterem annemiz ise, "O yaşayan bir Kur'ân'dı" demişti. Yeryüzünde bütün ihtişamıyla ve bütün tazeliğiyle, aynı aşk ve aynı sevgiyle kalbimizi ısıtan; kararan şu dünyamızı bir güneş gibi aydınlatan o resûl, kıyamet gününde biz Müslümanları o dehşetli ve korkutucu mahşer günü sancağı altında birleştirecek. Ne mutlu ki, o sancağın altında toplananlara, ne mutlu ki o resûle komşu olana, ne mutlu ki o cennetin bahçelerinde o resûlle sohbet edene... Kutlu Doğum Haftanızın dolu dolu geçmesi, yaptığınız bütün ibadetlerinizin kabul ve makbul olması duası ile duamızla, dualarınızla...
MEHMET ORAN [email protected]
************************************************************************************************************************* |
Af olunsaydım |
Kur’ân’ın dersi, Resulüm’ün talimiyle Vardık huzuruna kâinat mescidinde. Yüzler masum, umutlu gözler, kalp Rabbine avdet eder San'atı çok çeşitli, sayılmıyor sûretler
Dâvet evrensel gelmiş her yere birer birer Cennet bahçesinde açmak için çiçekler Muhteşem bir cemaat kapandık aynı anda secdeye Sübhane Rabbiye'l-a'lâ, Sübhane Rabbiye'l-a'lâ diye diye
Kıblem beytime döndüm yüzüm Akar gözlerim süzüm süzüm Rahmetini beklerim odur sözüm Rabbim tertemiz olsun içim dışım bilcümle özüm.
Şu günahkâr kulunu, madem çağırdın Umarım Rahmetinden, şefkattir muradın, Kâmil iman, güzel bir son, rızanı da kazansaydım Senden birşey eksilmez fakat ben buna muhtacım.
EMİNE BENLİCE
************************************************************************************************************************* |
Gençliğini sefahatte öldürme |
Gencim ve genç olmak birçok farkım olduğunu gösteriyor. Sorumluluklarımın farkında bile değilim. Unutunca bile bir bahane uydurup yine düze çıkabiliyorum. Yaşlılara göre ne kadar şanslı olduğumun farkındayım. Çünkü onlar hep bir güç beklerken, ben çok yorgun olsam bile o gücü içimde taşıyabiliyorum. Gençlik bazılarına göre özgürlüğün anahtarı olarak kabul ediliyor. Özellikle ilköğretim sekizinci sınıftaki genç için liseye geçmek özgürlüğe geçmek oluyor… Doyasıya gezmek, eğlenmek, gençliğini dolu bir şekilde yaşamak istiyor. Ebeveynlerinden ne kadar uzak olursa o kadar rahat hissediyor. Son model bir telefon, bütün teknolojik nimetler, zamanı gelince spor bir araba hayal ediyor. Dizi ve filmlerdekileri, gerçek hayatında hayal ediyor. Gençken birçok yapacağı olduğunu sanıyor. Sonra bir zaman gelip her isteği çok seven ailesi tarafından yerine getiriliyor. O an çok mutlu olsa da bir süre geçtikten sonra hayatından da sıkılıyor. Telefonun özellikleri, spor arabası onu hiç heveslendirmemeye başlıyor. Arkadaşlarıyla eskiden çok vakit geçirmek isterken bir süre sonra aynı simalardan ve aynı muhabbetlerden sıkılıyor… Ailesinden uzak bir başına; yalnızlığı ruhunda hissediyor. Eski günlerini hatırlıyor ve özlemi daha da giderek artıyor. Belki ailem yanımda olsa çok mutlu olurdum diye düşünüyor. Ama onlara ne kadar da haksızlık yapmıştı. Geri dönmeye yüzü olmuyor. Gençken yapılacaklar zevkli gibi görünse de artık çok sıkıcı bir hâl alıyor… Şu günün gençliği gibi ya bunalıma giriyor ya da ailesinden af dileyip merhametli kucaklara teslim oluyor. Gençken yapılacak çok güzellikler var aslında ama helâl bir dairede. Meselâ Gençlik Rehberi’nde söyle deniyor: “Gençliğe muhabbetin ise, madem Cenâb-ı Hakk’ın güzel bir nimeti cihetinde sevmişsin, elbette onu ibadette sarf edersin, sefahatte boğdurup öldürmezsin.” Gençlik çok güzel bir nimettir. Çünkü yaşlanınca yapamayacağımız her türlü ibadetleri ve güzel işleri gençken yapabiliriz. Yaşlandıkça bu güzel işler bize her zaman taze ve genç bir şekilde yanımızda olacaktır. Yaşlı olan aile fertlerimiz “Ah keşke şimdi senin yaşına geri dönseydim, neler yapardım” diyerek pişmanlıklarını dile getiriyorlar. Bu yüzden biz de yaşlanınca bu şekilde pişman olmak istemiyorsak, bu güzel nimeti en güzel şekilde değerlendirmeli ve kullanmalıyız… Gençlik çok sevilecek bir nimettir aslında; önemli olan hiç yaşlanmayacakmış gibi gençliği sevmemektir…
MERVE İRİYARI
************************************************************************************************************************* |
VUSLAT |
Rahman ve Rahîm olan Yaradan’ın adıyla Arştan arza inen nur Habîbullah adında Süzülür gözyaşlarım onu her anışımda Adı zikredilir beşer dudaklarında
Ardından yürüdüğüm yollar yorgun ardımda Zaman sürüklenir peşimden gece karanlığında Mehtaba sırt dönmüş kimsesiz bir diyarda Gözler yalan söylermiş, gölgem benzermiş sana
Yalancıdır aynalar görünen benzer bana Ben bende değilim ki gönül ermiş vuslata Sana olan aşkım sütun olmuş semaya Haykırıyor beş vakit diller seni cihana
Çıldırmış bir şairim ben senin aşkınla Fezanın sonsuzunda sen erdin vuslata Bize yüz sürmek düşer bastığın topraklara Ey Sevgili Peygamber, görün beni ukbada
Muttasıl ağlaşırlar sen gittiğinden beri Medine’nin gülleri ve Mekke bülbülleri Hilâl sönmüş diyorlar on dört asırdan beri Sen gitmedin ey Nebî, terk etmedin bizleri
Toprak kucak açmış can çırpınır bedende Ne varlığımda varım, ne yokluğunun içinde Yanar durur yüreğim sonsuzluk denizinde Başka bilmem ey Resûl, kölen senin izinde
NURİ GÜÇ
***************************************************************************************************************** ******** |
MU'CİZÂT-I NEBEVÎ |
Dünyaya teşrifinle nurlandı bütün âlem. Zulmetler zâil oldu kalmadı hiçbir elem.
Hâlık-ı Kâinat’ın ezelî tercümanı İnsanı insan eder getirdiği fermanı
Kudretiyle kaldırır Rabbim sünnetullahı Akla kapı açılır insan bulur Allah’ı.
Münkir hayrette kalır mu'cize karşısında. Hakkı arayan bulur, bu âlem çarşısında.
En büyük mu'cizesi İlâhî vahiy Kur’ân. Mesut ve bahtiyarsın, ayrılma ondan bir an
Cin ve insin hepsine meydan okuyor Kur’ân. Muâraza edemez hiç kimse hiçbir zaman.
O’nun mu'cizâtını taşır her bir taife. Mu'cize lisanıyla başlar O’nu tarife.
Rabbim mu'cizelerle Sen’i etmişti teyit. Münkirler ilzam olup mü’minler olur şahit.
Doğmadan önce bile gösterdin çok mu'cize. Kâhinler ve Hatifler, haber vermişti bize.
Doğduğun gece ise kâinat ve mâfîhâ. Seni müjdeliyordu tüm beşere bir daha. Senden haber veriyor eski ve yeni Ahit. Rabbimin ihbarıyla sana olmuştu şahit.
Mahlûkatın her nev'i seni bilir ve tanır. Hangisine sorarsan “Ente Resûl” haykırır.
Doğru çıkarmak için ‘’Dur !’’der; Rabbim güneşe. Müşrikler şaşar kalır meydana gelen işe.
Güvercin ve örümcek mağarada muhafız. Seni ve Ebû Bekr’i Rabbim eder elbet hıfz.
Başın üstünde bulut, sıcaktan korur elbet. ‘’Levlâke’’ sırrı ile her mu'cize bir âyet.
Bir avuç taş ve toprak, düşmana top ve gülle. Bozguna uğratmıştı Rabbimin izni ile.
Müsebbihtir Allah’a koca dağlar ve taşlar. Avucuna alınca zikre tesbihe başlar.
Celâlle kaldırınca parmağını semaya. ‘’İki parça ol’’ diye Rabbim emretti aya.
Susuz kalmıştı harpte Peygamberin (asm) ordusu. On parmağından akar âb-ı Kevser gibi su.
Hurma fidanlarını dikince Resulûllah. “Aynı yıl meyve verin’’ diye emretti Allah. Hemen kabul edilir duâsı, bedduası. Bir tek gayesi vardır ubudiyet dâvâsı.
Bereket duâsıyla çok oluyor az taam. Bütün kâinat yese bitmez ediyor devam.
Hasta ve mecnunlara şifaresandır eli. Onun mübarek eli Hekim-i Lokman gibi.
Toprağı yarıp gelir işaretiyle ağaç. Bunu görünce hemen kalbinde imana yer aç
Maziden ve âtîden dosdoğru verir haber. Rabbim bildirmez ise tüm bunlardan bîhaber.
Bunlar gibi binlerce göstermiştir mu'cize. Sadece biri bile nefsi düşürür acze
Taş, toprak ve ağaçtan değilsin daha câmid. İman ve itaatle olun Allah’a âbid.
Aslan, kurt ve yılandan geri kalma ey mü’min. Sünnet-i seniyyenin kalesinde ol emîn.
Ahsen-i takvîm insan, bunlardan kalmaz geri. Ona ümmet olarak olalım Hakk'ın eri.
MEHMET KOVANCI
************************************************************************************************************************* |
17.04.2010 |