11 Nisan 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR Mobil İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Elif Eki

AYASOFYA DA BİR "AÇILIM" BEKLİYOR

Ayasofya, tarih boyunca olduğu gibi günümüzde de tartışmaların odağında olmuştur. Asırlarca mabed olan eser günümüzde ne yazık ki müze olarak kullanılmaktadır. Dünyada böyle bir uygulama acaba nerede var?

Ayasofya, Bizans devrinde İstanbul’un en büyük kilisesi iken, fetihten sonra şehrin en ulu camii haline getirilen ve etrafında zamanla bir külliye teşekkül eden mabettir.

Fetihten sonra şehrin en büyük mabedi olan Hagia Sophia Kilisesi Fatih tarafından Ayasofya adıyla fethin sembolü olarak camiye çevrilmiş ve ilk Cuma namazı da burada kılınmıştı. Bu sebeple daha sonra fethedilen diğer şehirlerdeki kiliseler camiye çevrildiklerinde Ayasofya adıyla anılması adeta bir gelenek haline getirilmiştir.

İmparator Justinyanus mabedin yapımı için Miletli İzidor ile Arthtemius adlarındaki iki mimarı görevlendirdi. Bu ustalar 31 m. çapındaki taş kubbeyi 51 m. yükseklikte inşa etmeye muvaffak oldular. Bu durumu Bediüzzaman tevhid delili olarak ele alır ve “Ayasofya kubbesindeki taşlar, eğer mimarının emrine ve san'atına tâbi olmazlarsa, her bir taşı, Mimar Sinan gibi dülgerlik san'atında bir mahareti ve sair taşlara hem mahkûm, hem hâkim olmak, yani, “Geliniz, düşmemek, sukut etmemek için baş başa vereceğiz” diye bir hüküm sahibi olması lâzımdır, der. Binler defa Ayasofya kubbesinden daha san'atlı, daha hayretli ve hikmetli olan masnuattaki zerreler, Kâinat Ustasının emrine tâbi olmazlarsa, her birine Sâni-i Kâinatın vasıfları kadar mükemmellik vasıfları verilmesi lâzım geldiğini belirtir.1 Bir başka eserinde, “Ayasofya gibi kubbeli bir camiin kubbesindeki taşlarını durdurmak vaziyeti ve muallâkta durdurması bir ustaya verilse, o vaziyeti onlara kolayca verebilir. Eğer o vaziyete girmesi taşlara havale edilse, her bir taş, umum taşlara hem hâkim-i mutlak, hem mahkûm-u mutlak olmak lâzım gelir-tâ ki, birbirine baş başa verip muallâkta durabilsinler. O halde, o ustanın kolayca gördüğü işini görmek için, yüz usta kadar, yüz derece işinden daha ziyade işler görülecek, sonra o vaziyetler alınacak” der.2

Binlerce işçinin çalışmasıyla altı senede yapılan bu mabed 27 Aralık 537 günü imparatorun hazır bulunduğu muhteşem bir törenle açıldı. Mabede girdiği zaman çok heyecanlanan imparator, rivayete göre haykırarak “Böyle bir eseri meydana getirmeye muvaffak olduğumdan dolayı Allah’ım sana şükürler olsun” demiş ve Kudüs’teki Mescid-i Aksa’ya gönderme yaparak “Süleyman seni yendim” sözlerini ilâve etmiştir. Daha sonraki asırlarda Ayasofya’da Katolik ve Ortodoks mezheplerinin birleştirilmesi için toplantılar düzenlenmiştir. Bu toplantılarda İstanbul patriğinin söylediği “Ayasofya kürsüsünde Müslüman sarığı görmek, kardinal külahı görmekten evladır” şeklindeki sözü meşhurdur.

Fatih Sultan Mehmed İstanbul’u fethettikten sonra Ayasofya’ya gitti ve şehrin güzelliği karşısında takdir duygularını gizleyemeyerek “Hakikaten bunlar erkek insanlarmış. Onların muharebe esnasında böylece çarpışmaları ve ölmekten saadet duymaları boşuna değilmiş” dedi. Sultan, Ayasofya’ya girdi. Patriğe, “Ayağa kalk. Ben Sultan Mehmed sana, arkadaşlarına ve bütün halka söylüyorum: Bugünden itibaren artık ne hayatınız ve ne de hürriyetiniz hususunda benim gazabımdan korkmayınız” dedi. Kumandanlarına dönerek, askerlerin halka kötülük yapmamalarını emretmelerini söyledi. İlk Cuma namazını orada kıldı. Padişah İstanbul’u imar ederken Ayasofya’ya büyük önem vermiş, pek çok ilim, sosyal yardım ve hayır kurumları arasında bu camiye büyük ve zengin kaynaklar vakfetmiştir. Fatih vakfiyesinin sonunda şunlara yer verir:

“Kim bu Ayasofya’yı camiye dönüştüren vakfiyemi değiştirirse, bir maddesini tebdil ederse onu iptal veya tadile koşarsa, fasit veya fasık bir teville veya herhangi bir dalâvereyle Ayasofya Camiinin vakıf hükmünü yürürlükten kaldırmaya kastederlerse, aslını değiştirir, füruuna itiraz eder ve bunları yapanlara yol gösterirlerse ve hatta yardım ederlerse ve kanunsuz olarak onda tasarruf yapmaya kalkarlar, camilikten çıkarırlar ve sahte evrak düzenleyerek, mütevellilik hakkı gibi şeyler ister yahut onu kendi batıl defterlerine kaydederler veya yalandan kendi hesaplarına geçirirlerse ifade ediyorum ki huzurunuzda, en büyük haram işlemiş ve günahları kazanmış olurlar. Bu sebeple, bu vakfiyeyi kim değiştirirse;

Allâh’ın, Peygamber’in, meleklerin, bütün yöneticilerin ve dahi bütün Müslümanların ebediyen lâneti onun ve onların üzerine olsun, azapları hafiflemesin onların, haşr gününde yüzlerine bakılmasın. Kim bunları işittikten sonra hâlâ bu değiştirme işine devam ederse, günahı onu değiştirene ait olacaktır. Allâh’ın azabı onlaradır. Allâh işitendir, bilendir.” 3

Fatih, vakfiyesinde vakıf şartlarına saygı göstermeyen, kanunu değiştiren, şartlarını bozan ve iptaline çalışanlar için de, Allah’ın en şiddetli azabına ve lânetine uğramasını diler. Bediüzzaman şu zamandaki medeniyetin “Ayasofya gibi milyarlara değer mukaddes bir binaya” zâlimane kanunlarına boyun eğmeyen birisinin sığınmasıyla, o binayı harap etmek gibi, en dehşetli vahşetlere fetva verdiğini belirtir.4 Bediüzzaman, “Ayasofya, Hıristiyanlığın, İslâmiyete devir ve tesliminin bir abidesidir. Bunun için kilise iken cami olmuştur. Elbette camiye çevrilecektir” der.5 Bu arzu bir rüya olarak da gerçekleşir. Meselâ, “Rüyalarımız dahi neş’e ve ferahla dolu. Düşmanlarımızın ise yüzleri daha ziyade karardı. Nifaklarının hiçbir şey yapmadığını ve yapamayacağını artık biliyorlar. Üstadımız, İstanbul’un şahsiyet devrinin yadigârı olan her şeye yeniden can verdiler. Kardeşlerimizin gözünde, şehrin manzarası birdenbire değişti. Ayasofya, Sarayburnu’na kadar uzandı. Minarelerinde yine ezan-ı Muhammedî (a.s.m.) okunuyor; içinde, hâfızlar yeniden Kur’ân-ı Kerîm tilâvetine başladılar. Fâtih, her gün türbesinden kalkarak, fethettiği şehrin büyük ve mübarek misafirine, “Hoş geldiniz!” diyor ve onu tebrik ediyor.6 Fatih Ayasofya Camiinin hizmetine 50 kişilik kadro tahsis etti. Ayasofya 24 Ekim 1934’te camilikten çıkarılıp Müzeler Genel Müdürlüğü’ne bağlanmıştır. Bu arada sebepsiz olarak medrese yıktırıldığı gibi içeride bulunan ve camiye ait olan çeşitli eşya ile halılar ve levhalar da kaldırılmıştır. Bunlardan büyük levhalar daha sonra yerlerine tekrar asılmıştır. Beş yüz yıl Türk eseri olarak hizmet eden bu caminin eşyası dağıtılmıştır. Ayasofya müze haline geldikten sonra ilk defa 8 Ağustos 1980 tarihinde Hünkâr Mahfili ibadete açılmıştır. Bundan kısa bir süre sonra (14 Eylül 1980) yenileme bahanesiyle tekrar kapatılan Hünkâr Mahfili 10 Şubat 1991 tarihinde yeniden namaz kılmaya tahsis edilmiş ve kısmen de olsa Ayasofya cami olarak hizmet vermeye başlamıştır. Ayasofya cami olduğu süre içinde, Ramazan aylarında özellikle teravih namazında çok kalabalık bir cemaatin toplanmasına imkân verir ve padişahın da katıldığı kadir geceleriyle bayram namazlarında muhteşem bir görünüş sergilerdi. Bediüzzaman Ayasofya Camiindeki kalabalık cemaatleri örnek verir.7 Ayasofya’ya atfedilen İslâmî ve mefkûrevî önem birçok tarihi zafer duaları ve dinî toplantıların orada yapılmasına sebep olmuştur. Mısır Câmiü’l-Ezher Üniversitesi reislerinden meşhur Şeyh Bahîd Efendi, İstanbul’a bir seyahat için geldiğinde, İstanbul’da bulunan Bediüzzaman Said Nursî’yi ilzam edemeyen İslâm uleması, Şeyh Bahîd’den bu genç hocanın (Bediüzzaman’ın) ilzam edilmesini isterler. Şeyh Bahîd de, bu teklifi kabul ederek bir münâzara zemini arar. Ve bir namaz vakti Ayasofya Camiinden çıkılıp “çayhâne”ye oturulduğunda, bunu fırsat telâkki eden Şeyh Bahîd Efendi, Bediüzzaman Said Nursî’nin Avrupa ve Osmanlı hakkındaki görüşlerini sorar.8 Derviş Vahdeti ve arkadaşları 5 Nisan 1909 tarihinde İstanbul’da İttihad-ı Muhammedi adı ile bir cemiyet kurdular. Bu cemiyetin kuruluşu Ayasofya‘da okutturulan bir mevlitle ilân edildi. Bu mevlit dolayısıyla büyük merasimler yapıldı. Ayasofya Meydanı İstanbul’da o güne kadar görülmemiş bir kalabalıkla dalgalandı. Cemiyetin kuruluş töreninde Bediüzzaman da hazır bulunmuş ve “Ayasofya Camiinde elli bin adama takdirle nutkunu dinlettir”mişti.9 Bu mevlide Bediüzzaman’ın gelişini gören bir zat şöyle anlatır: “Saat on sıralarında, önlerinde medrese talebeleri olduğu halde, Bediüzzaman Hazretleri geldiler. Kendilerini dış kapıda karşıladık. Medrese talebelerinin başlarındaki sarıklar nur gibi beyaz idi. Çiçek gibi ruha rahatlık veriyordu. Hele bunlardaki dinî terbiye kendilerine başka bir güzellik bahşediyordu. Bediüzzaman o meşhur tavrı ve daima belinde taşıdığı hançeri ile inanmış olarak kürsüye çıktı ve bir nutuk söyledi.” Bu nutkunda Bediüzzaman “Kabr-i kalpten hakaik çıplak çıktı. Namahrem olanlar nazar etmesin” diye başladı ve iki saat ayakta hitap etti. Devrin siyasî, içtimaî, dini bütün konularına temas etti. Bediüzzaman bu hitabesinde mebuslara: “Meşrûtiyeti, meşrûiyet unvanıyla telâkki ve telkin ediniz. Ta yeni ve gizli ve dinsiz bir istibdat, pis eliyle o mübareki garazlarına siper etmekle lekelemesin. Hürriyeti, şeriatın adabıyla kayıt altına alınız. Zira cahil insanlar ve halk kayıtsız hür olsa, şartsız tam serbest olsa, sefih ve itaatsiz olur. Adalet namazında kıbleniz dört mezhep olsun. Ta ki namaz sahih ola” dedi.10 Ayasofya, Osmanlı Devri Türk mimarlarına, kendiliklerinden ulaşmış oldukları bir yapı tipinin ayakta duran bir tatbikat örneği teşkil etmiş ve öğretici bir model görevi yapmıştır. Günümüzde Ayasofya’yı, beş yüz sene devam eden kudsî vaziyetine çevirmek lâzımdır. Said Nursî, “İslâm dünyasını, hattâ bir kısım Hıristiyan devletlerini de memnun etmek için, Ayasofya’yı muzahrafattan temizleyip ibadet mahalli” yapılmasını ister.11 “Açılımlar”ın yapıldığı günümüzde Ayasofya ne zaman aslına çevrilip cami olarak açılacak? Dipnotlar: 1. Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 510. 2. Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, s. 505. 3. Fatih Sultan Mehmed Han / 1 Haziran 1453-Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü’nde Bulunan Ayasofya İle İlgili Arapça Vakfiyenin Tercümesi. 4. Bediüzzaman Said Nursî, Sünûhat, s. 99. 5. Son Şahitler 2, s. 110. 6. Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 575. 7. Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 402. 8. Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 45-46. 9. Bediüzzaman Said Nursî, Şuâlar, s. 388. 10. Bediüzzaman Said Nursî, Divan-ı Harb-i Örfi, s. 20. 11. Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası, s. 396.

AHMET ÖZDEMİR [email protected]

Önce anneler

Bazı insanların özel merakları vardır. Kimi ayraç, kimi pul toplar. Kimi yüzük, kimi de tesbih. Saymakla bitmez bu hobiler… Benim de daha çok kitaplar ve anılar ile, özlü sözler ve güzel şiirlere merakım vardır. Birçok defter ya da defterciklerle doludur raflar. Ara ki bulasın…

Bugün onlardan, bu defterlerin bazılarından seçtiğim bir demet sunmak istedim sizlere.

Önce anneler… Onlardan başlayalım önce. Hz. Peygamberimizin (asm) tavsiyesi de böyle. Annelerin hakkı ödenmiyor. Hem de hiçbir zaman.

Yıllar önce Sivaslı Durmuş Ağabey’e; “Annenizden unutamadığınız bir anınız var mı?” diye sormuştum:

“Çocukluk işte…” demişti. “Ayakta yemek yerdik. Hem de acele acele. Annem ‘Hele otur oğul. Hele otur da ye. Toprak seni çeker - yani taşır - korkma’ derdi. Bize nimete karşı saygıyı öğütlerdi.”

Aynı soruyu rahmetli Nâil Papatya hocamıza da sormuştum. Şu cevabı vermişti:

“Annemin dilinden hiç düşürmediği bir kelime vardı: ‘Lâ ilahe illallah’. Bir gün arabayla giderken, aniden fren yaptım. Bakalım aynı sözü söyleyecek mi dedim. Annem, önce kuvvetlice bir ‘Lâ ilahe illallah’ çekti. Ardından da: “Ne var? Bir şey mi oldu oğlum?” dedi. Ama önce “Lâ ilahe illallah” demişti. Dilini bu güzel söze alıştırmıştı. Hep hayır çıkardı ağzından.”

Mübarek annelerin hâli gibi kâli de bir oluyor işte.

Sevgili ağabeyim pompacı Eyüp Usta’ya da yine bir gün sormuştum:

“Anneniz nasıl bir insandı?”

“Ah be…” dedi, “Sorma, hiç sorma... Keşke ben ölseydim de o yaşasaydı.”

“O kadar mı iyiydi?”

“İyi mi? ‘İyi’ az gelir onu anlatmaya.”

“Unutamadığınız bir anınız var mı?”

“Çook.. Ama bir tanesini unutmam: Büluğ çağına yeni girmiştim. Yıkanmam gerekiyordu. Annem yanına çağırıp dedi ki:

“Bak yavrum, artık adam oluyorsun. Yıkanırken Müslümanca ve güzelce niyetini yap ve sonra, de ki:

‘Allah’ım, ben dışımı temizliyorum, Sen de içimi temizle.’”

Uzar gider annelerle ilgili anılar.

Mehmet Emin kardeşimin babaanneleri, şehre yakın bir köyde, şirin bir çiftlik evinde oturuyorlar. Pazar günleri, hele de hava açıksa yolumuzu gözler hep. Bazen arayıp, “Nasılsın?” diye sorduğumda, hemen daha ilk sözü: “Bu hafta da gelmediniz. Bekledim, ama gelmediniz” oluyor.

Gözler yolları gözlüyor. Dostlar birbirini özlüyor.

Yüreğinizi kıpırdatacak bir öykü geldi aklıma. Paylaşalım hemen. Çok eski değil, yeni yaşanmış bir olay…

Londra’nın merkeze uzak semtlerinden birisinde yaşlı bir kadın ölür. Kadının evinde bir defter bulunur. Gençliğinden beri tuttuğu bir hatıra defteridir bu. Son kırk beş yılın en basit olaylarından tutun da, yakın dostlarıyla olan konuşmalarına kadar, sevgi ile çarpan bir kalbin tattığı nice sayısız lezzetler ve yaşadığı nice elemlerle dolu anlar, hepsi yazılıdır bu defterde. Arkadaş ve akrabalarının ziyaretlerine ait özel notlar da günü gününe kaydedilmiştir.

Bu anıların tamamında pek öyle dikkat çekici bir şeye rastlanmaz. Ancak son iki yılın notları hariç.

Evet, defterin son iki yıllık sayfalarındaki notlar oldukça düşündürücüdür. İki yıl defterin hemen her gününe sadece ve sadece şu cümleler yazılmıştır:

“Yalnızım, yapayalnızım… Bugün de kimse gelmedi. Bekledim, ama kimse gelmedi. Yalnızım, yapayalnızım.”

***

Evet, bir yerlerde bir şeyler oluyor. Hem de çok önemli şeyler oluyor. Dalgalar sahillere vuruyor. Bir damla bir çiçeği besleyip büyütüyor. Bir kuş yuvada annesini bekliyor. Bir anne çocuğuna sesleniyor. Duyuyor muyuz?

“Kurşunlar sıkılır göklere doğru,

Serçe yavruları yuvada titrer.”

Sezai Karakoç

Her şey, her şeyle alâkadardır; farkında mıyız? Kapısını çalmadıklarımız, dualarını alamadıklarımız yüzünden, kalplerimiz de kapanıyor. Sıkıntı terliyor.

Üzülen kalpler var. Bizi bekleyenler var. Hem ne hasretle… Ve biz, bizi bekleyenleri, ömründen geriye gün sayanları ne de çabuk unutuyoruz. Oysa kaderin hükmü var. Unutanlar da bir gün unutulacaklar. Yaptıklarının aynısını yaşayacaklar. Öyleyse, yanlışın ve zararın neresinden dönülse kârdır bilip, bu hatamızı telâfi etmenin yollarını aramalıyız. Hemen, hiç vakit geçirmeden…

Annemiz, ninemiz, teyzemiz, halamız, dayımız, nice akrabalarımız… Bekliyor birileri bizi. Özlüyor ve hasretle yollarımızı gözlüyorlar. Elimiz boş gitsek de olur. Yeter ki gönlümüz; şefkatle, sevgiyle dolu dolu olsun. Kalkıp gidemiyorsak bir telefon da yok mu? Bahanelere sarılmak yerine, tuşlara dokunmak zor mu? Bunu olsun yapamıyorsak, şeytan bizi iyice kıskaca almış demektir.

Haydi, “Bismillah” deyip, ayağımızdaki şu prangaları hele bir kıralım. Tembellikten kurtulalım. Onlar ne yemek, ne de içmek derdindeler. Sadece aramak, bir “Nasılsın?” demek yetiyor onlara. Candan bir hâl hatır sordunuz mu, dünyalar onların oluyor. Dilden ve duadan siz de düşmüyorsunuz. Büyük bir sırdan gaflet içinde yaşıyoruz.

Allah’ım, ruhumuzu uyandır. Kalbimizi sevginle rızıklandır.

Annelerden açılmışken söz, annelerin en güzelinden bahsetmemek olmaz. Ondan bir anıyla taçlandıralım yazımızı.

***

Sevgili Peygamberimiz (asm) dünyaya yetim gelmişti. Onu sarıp kucaklayan annelerin en güzeli, evlâtların en güzeline sahip Hz. Âmine Validemiz ise Resulullah (asm) henüz küçük bir çocuk iken bu dünyadan ayrılmıştı.

Allah’ın bu en sevgili kuluna bulutlar gölge etti, melekler kol kanat gerdi.

Yıllar, yılları kovaladı.

Sevgili Peygamberimiz (asm) bir gün, Hudeybiye umresi sırasında Ebva adlı yerden geçiyordu. Çocukluk günlerini hatırlar oldu. Şefkatli validesinin kendisini sevgiyle kucakladığı anlar gözlerinde buğulandı. Rabbimizden af, mağfiret diledi. Annesinin kabrini ziyaret etmek için müsaade istedi. Kendisine izin verildi.

Kabrin başına vardığında hüzünle eğildi. Mübarek elleriyle toprakları düzeltmeye başladı. Ağlıyordu… Onun ağladığını gören dostları da ağlamaya başladılar. Hiçbiri Hz. Peygamber’i (asm) böyle hüzünlü görmeye dayanamazdı.

Sahabelerden biri sordu:

“Ya Resulallah! Niçin bu kadar gözyaşı döktünüz?”

Peygamberimiz (asm):

“Sevgili annemin benim hakkımdaki sonsuz şefkat ve sevgisini düşündüm de, onun için ağladım” diye cevap verdi.

***

Bediüzzaman Hazretleri de (ra), annesinden aldığı derslerin hayatı boyunca çekirdekler hükmüne geçtiğini ifade eder:

“Evet, insanın en birinci üstadı ve tesirli muallimi, onun validesidir. Bu münasebetle, ben kendi şahsımda kat'î ve daima hissettiğim bu mânâyı beyan ediyorum:

Ben bu seksen sene ömrümde, seksen bin zatlardan ders aldığım halde, kasem ediyorum ki, en esaslı ve sarsılmaz ve her vakit bana dersini tazeler gibi, merhum validemden aldığım telkinat ve mânevî derslerdir ki, o dersler fıtratımda, adeta maddî vücudumda çekirdekler hükmünde yerleşmiş. Sair derslerimin o çekirdekler üzerine bina edildiğini aynen görüyorum. Demek, bir yaşımdaki fıtratıma ve ruhuma merhum validemin ders ve telkinâtını, şimdi bu seksen yaşımdaki gördüğüm büyük hakikatler içinde birer çekirdek-i esasiye müşahede ediyorum.” diyor. (Lem'âlar, Yirmi Dördüncü Lem´a, 202)

***

Bu defterlerde kayıtlı olan annelerle ilgili birkaç güzel söz ve şiir…

Önce rahmetli Selahaddin Şimşek kardeşimden:

“Ana sıcağından mahrum kalanları, hayatları boyunca hiçbir güneş yeterince ısıtamaz.”

Necip Fazıl Kısakürek’ten:

“Ağlayın, su yükselsin!

Belki kurtulur gemi.

Anne, seccaden gelsin;

Bize dua et, emi!”

Abdullah Öztemiz Hacıtahiroğlu’ndan:

“Acı gözyaşları ıslatsa da yastıklarını

Bu yataklar avutur bağrına bastıklarını

Anne yavrum dese yaşlar birikir gözlerine

Anne evlâda serer kalbini yorgan yerine…”

Annelerimizi ve yakınlarımızı sevindirelim. “Hakkımız size helâl olsun” dedirtelim inşâallah. Helâllik alarak gidelim bu dünyadan. Kurtulalım ağır bir vebalden.

Haydi, hoşça kalın. Haydi, telefona. Haydi aramaya. Haydi, hayırda yarışmaya…

Son bir şiir daha Ahmet Erhan’dan:

Bırak kalsın masada ekmek, 

testide su 

Ayna puslu, pencere camı kirli 

Bırak kalsın saçların dağınık, 

gözlerin uykulu. 

Saksıdaki çiçek susuz, kedi 

yalını bekler bir köşede 

Bırak kalsın meyve ağaçta, 

kırlangıç havada 

Dama düşen ince yaz yağmuru... 

Yoruldun artık, bütün gün 

didinip durdun 

Toprak bile, gök bile, deniz bile 

bir yerde yorulur 

Bırak kalsın süpürge duvarda, 

sabun kovada 

Anne, gel yanıma otur.

Annelerin Allah katında makbul olan duâlarını talep ediyoruz Rabbimizden, annelerin ayaklarının altına serilmiş olan o cennet müjdesinden cümlemizi nasibdâr eylesin Rabbim inşâallah.

Not: Otuz beş yıllık dâva yoldaşımız, sadık ve musaddık bir insan olan sevgili Recep Aydıncı Ağabeyimizi Cumartesi günü ahirete uğurladık. Hayatı ve yaşayışıyla bize daima örnek olmuştur. Yeri ve hizmeti doldurulmaz bir insan. Allah ebediyen razı olsun. Mekânı Cennet olsun. Lütfen duâlarınızı esirgemeyiniz.1

SELİM GÜNDÜZALP

[email protected]

Perdeler beni

Sokakta buldum kendimi. Gecenin geç saatlerini yaşıyor şehrim. Uyku akıyor sokakların gözünden. Şehrim uykuya hazırlanıyor, bütün yorgunluğuyla. Bedenim onca sessizliğin sesini bozuyor ritimsiz hareketleriyle. Ellerim üşüyor, gözlerim umutsuz, soğuk bütün hantallığıyla üzerime gelmekte. Ayaklarım amaçsızca hareket etmekte. Nereye götürüyor beni, farkında değilim. Bir açmaza mı, bir sevdaya mı, bir yalnızlığa mı itiyor beni. Bu esnada sessizliğe eşlik eden yağmur tanelerinin düşüşünü izliyorum, ne kadar da heyecanla akıyorlar yeryüzüne, ne kadar da hasret içindeler… Dünya ve gökyüzü, kırmızı ve kan, yitirilmiş günler… Ay sessizce dünyayı seyrediyor. Güneş başka diyarları ısıtmakta. Kır çiçekli dağlar, seher vakti sevdaları uzaklarda. Perdeler çekilmiş pencerelere, kapatmış kapılarını sevda. Sobalar sönmekte, gözler hayallerde. Yağmur özlemi bitmiş düşen tanelerle…

Ruhum gizil dünyasında hayallere dalmış. Umutsuzluk çıkmazlarıyla boğuşuyor. Zamanın ve mekânın dışında geziniyor. Kapanan perdeleri, sönen sobaları sorguluyor. Kalbim son titreyişlerini mi yapıyor ne, heyecanla çarpmakta… Hatıraların ve sevdanın yükü sarsıyor bedenimi ve kalbimi. Sen geliyorsun yine gözlerimin önüne, belli belirsiz… Farkında değilim kendimin. Ben neredeyim ve neyleyim? diyorum.

Sokak lambası yanıyor son yanışlarıyla. Işık saçıyor kendince etrafa. Yağmur taneleri dans ediyor, lambanın ışığında. Öyle bir manzara ki, ruhum umudu, kalbim seni yeniyor bu anda. Birden dökülüyor dilimden;

Sessiz gecelerde

Serzenişlerde bulunur yüreğim

Hasretimin kardeşi umudum

Hasretimin kardeşi ruhum

Ürperirim,

Umudum

Yalnızlığımın bir simgesidir Sen’de

Üşür,

Yalnız kaldığımda ruhum

Hasretimin kardeşi umudum

Hasretimin kardeşi ruhum

Fark ediyorum kendimi anlattığımı, fark ediyorum seni anlattığımı… Ve birden hayal meyal geliyorsun gözlerimin önüne. Sanki karşımdasın şimdi. Bana bakmaktasın. Sen misin? diyorken, anlıyorum ki gözlerimin önünde bir perdesin. Ve en tatlı hayalini gözlerim kaybederken. Kendimi anlatabiliyorum sadece, bir perdesin sen;

Zihnim bulanır, durur kalemim

Üşür;

Yalnız kaldığımda bedenim

Ruhum;

Sızan soğuğa aldanır

Bir çıkmazda kalemim

Perdeler çekerler önüme

Kapalı;

Açık;

Nelerden bahsedeyim

Soluğum kapatır yolumu

Nefesim keser sesimi

Ellerim ve kalemim

Perdeler ve pencerem

Ruhum ve sen

Sen ve perdeler

Kapatırlar güneşimi

Perdeler çekerler önüme

Perdeler beni

Anlatamam derdimi,

—anlatamam seni

Bir perdesin sadece. Bir perde sen…

Birden fark ediyorum kendimi. Son sür'at yürümekteyim, ıslak yollarda. Şehrin sevdası omzumda sanki, sanki Mecnun’um ben. Leyla’yı arıyorum çölde… Bedenim kaskatı kesilmiş. Ellerimi hissetmiyorum. Gözlerim göremez olmuş. Kulaklarım duymuyor, yüreğim çaresiz, ayaklarım çıplak, yarım kalmışım yollarda, son sür'at yürümekteyim.

Derken derin bir nefesle çalar saatim uyandırıyor beni. Yorulmuş çalmaktan. Yorulmuş duyulmamaktan, usanmış benden… Hafifçe doğruluyorum, son gücümle, son enerjimle. Fark ediyorum penceremden gelen soğuğu, yağmur taneleri çarpıyor yüzüme. Çekmemişim perdemi. Kapatmamışım penceremi. Üşümüş bedenim, üşümüş ellerim, üşümüş ruhum…

Anlatamamışım, anlatamamışım ne kendimi ne de seni… Boşuna imiş üşümelerim… Boşuna imiş sevdalarım. İyi ki çalar saatim çağırdı beni… İyi ki yarım kaldı üşümelerim. Kapattım pencerelerimi. Kapattım kendimi… Kapattım geri…

(Her gün yeni perdeler vardır gözlerimizin önünde, her gün yeni çileler… Bambaşka dertler, bitmez düşünceler… Hakikatler ülkesinde, perdeleri fark etmeniz temennisiyle…)

OSMAN KANAT

[email protected]

Üstâdımız...

Üstâdımız. Elime kalem düştü. İki kırmızı var yanı başımda. Kırmızı kitap, kırmızı çay. ’Çayımın şekeri’ oluyor nurlarla örülü zaman. Çayı karıştırıyorum; girift âlem çözülüyor. Ceffelkalem kan kırmızı kesiliyor.

Üstâdımız. ‘Beni dünyaya çağırma’ diyordunuz.. Dünyâmın zulümâtına nûr arıyordum o dem. ”Demâ gaflet hicâb oldu” dediniz.. İrkildim, hicâb etti rûhum. “Demâ gaflet zevâl buldu” dediniz, bin sükûtla sustum.

Üstâdımız. Elimde yaralar var. Dilimde, kavlimde, ilimde yaralar. K’alem elimde eğreti duruyor. Ne yapayım Üstâdım, âlemi çağırmaya tâkâtim yok ve lâlim. Yazmak bir acizin azığıdır, hele ki harften mahreçten yoksunsa.

Üstâdımız. Koca topraklara sığamayan serkeş adamlar size bir mezarlık toprağı dahi çok gördüler. Müteessiriz. Lâkin Mevlânâ Cami’nin bir sözü düşüyor hatrıma: “Biz ölünce bizim kabrimizi toprakta aramayınız. Zira biz âriflerin gönüllerindeyiz.” Aynı mesele hâsıl oluyor, Üstâdım. Sizi görmek için, göklere gönüllere bakıyorum. Subhanallah Üstadım, ne geniş menzildesiniz! Bir kabri bir mazlûma revâ görmeyenler gönüllere, milyon talebelerin gönüllerine de kazma kürek vurabilirler mi Üstâdım? Hakîkâtleri susturabilirler mi, hem cennetâsâ baharların evlâdları nûrdan nasıl mahrum edilebilir ki?

Sâhi Üstâdımız, rûhunuz, bedeniniz cennet bahçesinden bir menzildedir şimdi. Naîmde misiniz Üstâdım, Adn cennetinde mi yoksa Firdevste mi? Suâlimdir Üstâdım: Haberini mübtedâsını seçip nûr ile mi cevapladınız siz de men rabbuke’yi? Elem ile uğurlamış idiniz, yeğeniniz Abdurrahman’ı, Hâfız Ali’yi. Şimdi orada da elmaskalemlerle yazıyor mu talebeleriniz Üstâdım, hakikatleri?

Üstâdımız. Zindan. “Dünyâ ahirete nisbeten bir zindan hükmünde” ise, dünya içinde, zindan içinde zindan nasıldır? Cefâ ender cefâ iken sefâ buldu zindan. Zindan, zindan ki adı bile karanlık kasvet veren bir mekân. Öyleydi; ki yûsufmisâl bir üstâd o zindanları şâd eyledi. Zindan; zindan idi, oldu handân!

Üstâdımız. “Gül devrinde yaşasaydım, gül devrinin bülbülü olurdum” diyen Âkif’in sözüne benzetiyorum sözümü. “Nûr devrinde yaşasa idim, o nûrların bülbülü olurdum” diye. Hüdhüdü olamasam da o devrin, ceffelkalemliğimle elmas kalem olamasam da bize tevârüs nûrları okuyoruz. Sayfa kenarında öyle vakarınızla, öyle duruyorsunuz. “Sadakte yâ üstâz!”diyoruz, ”henien lekum” duyuyoruz. Binler sadakte Üstâdım!

Dünyâsını bir sepete sığdıran Üstâdımız. Dünyâ’mızı dünyâya dahi sığdıramasak da, ‘talebe’niz olmaktan ümîd ediyoruz, belki şefaat!

Üstâdımız. ‘Yangınlar içindeki evlad’larınızdan biriyim. Bin mezar hükmündeki bir rûhla gelmiştim. Subhanallah! Ne suru israfildi, binler defaatle dirildim. Çağ ve bu mimsiz m’edeniyet hücûm ederken üzerimize, “nûr” örtüsünü çekiyoruz kavlimize..

Üstâdımız, aklım fikirden ümmî; kalbim pek çok vakit hicrandan, âlemden zâri. ‘Ömür kısa, faydalı işler pek çok’ iken fazla amel getiremedim belki. Ve dahi omuzumda yığınla günah. Lâkin ümitvârız, hani yâ talebeniziz, belki Üstâdım, belki şefaat!

ELİF RUHEFZA ALTUNER

[email protected]

Risâle-i Nur; herkese aynı uzaklıkta değil, herkese aynı yakınlıktadır

Risâle-i Nur’u anlatmaya çalışan nice kalemler vardır. Risâle-i Nur’un mahiyetini kavramak isteyen nice okurlar vardır…

Bu yazı herhangi bir araştırma yazısı değildir. Geniş bir zaman dilimine yayılan, apaçık gözüken, duygu, düşünce ve aklın ittifak ettiği bir noktadan ibaret olarak yazılmıştır.

Gençleri ahlâksızlığa, imansızlığa itecek ve gençleri geçici heveslerle azdıracak nefsi emmâreye mukabeleyi önleyecek büyük tahşidât var.

Özellikle üniversite gençliği büyük tehlike altında. Namaz kılacak bir yer bulamayan üniversiteliler, aklımıza geldikçe üzülmemek elde değil.

Yoksa üniversitede okuyan gençler dinsizliğe mi itilmek isteniyor? Gençler öğrenimlerini sürdürebilmeleri için inançlarından taviz mi vermek zorundalar?

Böyle olunca Türkiye’deki özgürlük ortamı sadece bir taraf için ve ‘bazı insanların hayat felsefesine uyum sağlamak ve gençleri kafese sokmak için’ şeklinde algılanıyor.

Herkesin özel bir yaşantısı vardır. Madem özgürüz, laikiz! O halde laiklik bir tarafa meyilli olmaz… Laiklik, din ve vicdan hürriyetinin teminatı olmalıdır. İşte Üstadımız ve onun eserlerini okuyanların inanç özgürlüğüne karşı yaptıkları tecavüze rağmen, Cenâb-ı Hak bu asrın insanlarına Risâle-i Nur medreselerini nasip etti.

Bu insanlar, fen-ilimle ve akıl-kalp yoluyla münevver, okumuş üniversite gençliğinin bu hizmetlere sahip çıkmasına vesile oldu.

Namazlı, abdestli, alınlarında secde nurlarıyla, o fuhşiyattan, günahlardan uzak, adeta yeryüzünde gezen melek yüzlü insanlar gibi dinimizi, tarihimizi, mukaddesatımızı ve özümüzü unutmamış bir nesli Cenâb-ı Hak bizlere nasip etti.

Kendi malı gibi hakikatlere sahip çıkan, bu fani haram lezzetlerin sonunun sonsuz bir elem ve azap olacağını gören nice nesiller yetişti…

Bir ateist, Hıristiyan veya Yahudi olsun kimsenin diniyle, diliyle, rengiyle, meşrebiyle uğraşmayan nesiller, herkesi insan olarak görüp, Kur’ân ve iman hakikatlerini bu asrın insanlarına duyurmaya çalışmışlardır. Bu “Nur”(cu) insanlar, müsbet hareketle yola çıkmışlardır.

Ve şunu biliyoruz, Üstad Hazretlerinin diğer âlimlerden farkı; bu asırda cihad-ı maneviye için; muhabbetle, diyalogla, akılla, ilimle ve fikirle yola çıkmasıdır. Onun için şu hakikatler tamamen akla münhasır değil, aklımızın yanında kalbimize, ruhumuza, fıtratımıza gayet derecede uygun hakikatlerdir.

Üstad Hazretleri, geçmiş asırların müceddidleri gibi bu asırdaki tecdid vazifesini, hâlâ da şahs-ı mânevîsiyle devam ettiriyor ve bu bir silsile-i nuraniyedir. Emaneti geçmiş müceddidlerden almıştır. Abdulkadir-i Geylani, Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî, Mevlânâ Halid-i Bağdâdî gibi…

Tek kelimeyle özetleyecek olursak; Risâle-i Nur, herkese aynı uzaklıkta değil, herkese aynı yakınlıktadır.

O halde sonuna dek haykırıyoruz ve diyoruz ki:

“Ekilen Nur tohumları çiçek açıyor ve açacaktır.”

MUHAMMED ZORLU

[email protected]

11.04.2010

 
Sayfa Başı  Geri


Önceki Elif Eki

  (03.04.2010) - Üçü de Nisan yağmurlarıyla toprağa düştü...

  (27.03.2010) - Medreselerin ıslâhında Medresetü’z-Zehra

  (20.03.2010) - Nevruzu anlamak

  (13.03.2010) - Isparta Tugay Camii temel atma merasiminde yaşananları anlatıyor

  (06.03.2010) - Çocuk eğitimi dua ile başlar

  (27.02.2010) - Hürriyetçi bir hatip: Hüseyin Avni Ulaş

  (20.02.2010) - Aşiret mektepleri ve Said Nursî

  (14.02.2010) - İstanbul’un fethine panoramik bir bakış

  (06.02.2010) - ‘Onu müellifi sipariş verdi’

  (30.01.2010) - Sultan II. Abdulhamid'i doğru anlamak

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim oktay usta yemek tarifleri Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl