13 Nisan 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR Mobil İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Görüş

Bir sınavın daha ardından

Biliyorum bu konuda çok şey yazıldı ve söylendi, ama insan yaşanan manzaralar karşısında bir öncekilerin tekrarı da olsa bir şeyler söyleme gereği hissediyor. Yine bütün ülke bir üniversite sınavını verdik. Sınavda yine bildik manzaralar ve görüntüler… Bunların içinde insanın içini yakan başörtülü öğrencilerin—demiyorum çünkü bu insanlar henüz öğrenci vasfında olmayan adı üzerinde adaylar—yani başörtülü kızların hâli. Bu insanlara revâ görülen muâmele, okulun kapısında herkesin gözü önünde başörtüsü çıkarmak ve bir elinde baş örtüsü diğer eliyle saçlarını düzeltmeye çalışması. Şahit olduğum manzaraya bir de okul müdürünün elinde megafonla “Başörtülüler dışarıda başını açacak, öyle girecek” demesi eşlik ediyordu.

İnsan böyle bir durumda ne hisseder sizce, bir elinizde baş örtünüz bir elinizde sınav kâğıdınız sınıfınızı arıyorsunuz. Bunu sadece bir Allah, bir de bu durumu yaşayan insan tam anlamıyla bilir. Peki bir de böyle bir psikolojiyi yaşamak istemeyip, en az okuma hakkı kadar doğal olan okumama hakkını seçenler sizce neler hisseder? Üzülerek söylemeliyim ki çevrelerinden öyle tepkiler alırlar ki, iç dünyalarında yaşamadıkları çelişkiyi dış dünyalarında yaşarlar. Evet daha belki de on sekizinde bile olmayan ve aslında hiçbir ‘irticâi faaliyetleri’(!) olmamış ve gerçekte laikliğe tehlike arz etmeyen genç kızlara revâ görülen muâmele kısaca bu şekilde.

İnançlı insanlar olarak biliriz ki kâinatta kaderin bir programı olmadan yaprak bile düşmez ve böyle bir zalimlik nasıl oluyor da kader sayfalarında kendine yer bulabiliyor ve yaklaşık on yıldır değişmeyen bir yara hâline gelebiliyor? Biz ne yaptık veya yapıyoruz belki de yapmıyoruz ki, kader hakkımızda böyle bir fetva verebiliyor? Çoğunluğu Müslüman olan bir ülkede böyle bir yasağın bu kadar uzun süre devam edebilmesi çok büyük bir ironi değil mi? Öncelikle söylemek istiyorum ki, burada bahsettiğim yatay düzlemde bir değerlendirme yapmak değil. Yani bu yasağı kim getirdi, niye getirdi, nasıl kaldırılırdan bahsetmiyorum. Sadece şunu merak ediyorum; kader neden böyle bir zulme fetva verdi ve vermeye devam ediyor?

Genel olarak sadece şunları gözlemliyorum: Dindar kesimin geneli için artık başörtüsü yasağı alışılmış bir durumdur. Bu yüzden iyisi mi kısa yoldan bazı tavizler verilmeli ve bu konuyu düzeltmek başka bir nesle bırakılmalı. Zaten koskoca hükümet de bir çözüm bulamadı, kimin haddine çözüm arayışı içinde olmak! Hatta bu görüş öyle yaygın ki, istisnalar hariç bazı aileler başını açmak istemediği için eğitimine devam etmeyen kızlarını son derece katı bir şekilde baskı altında tutuyorlar. Bu şekilde eğitim hayatına veya iş hayatına son vermek zorunda kalan insanlar, ne yazık ki en doğal hakları olan düşüncelerine saygı görme haklarından yoksun. Ailelerinden başka, komşu teyzeden tutun akrabalarına kadar “Niye bıraktın evladım, açaydın ne olacaktı sanki?” sorusuna açıklama yapmak zorunda kalıyorlar. Sanki bu soru, cevabı da içinde barındırıyor. (Tabiî ki bu konuda hiç kimseyi yargılamak ne benim, ne de başkasının haddidir.) Bu yasağı dindar kesimin bu kadar benimsemiş görünmesi, çoğunda okuyarak veya çalışarak hizmet etme düşüncesi olmasındandır. Bu noktada şöyle bir şey insanın gerçekten kafasını karıştırıyor. Dindar kesim yasağın gerçek sebebini, dindarlara yönelik bir düşmanlık ve geri bırakma planı olarak görüyor. Peki ama eğer böyleyse dindar kesim sadece başörtülü kızlardan oluşmuyor. O halde erkekler için de engellenme olması gerekmez miydi? Ayrıca yasağın ilk çıktığı yıllardan biliyoruz ki aslında bu dindar kızların okullarını veya işlerini bırakmaması için ikna odaları hazırlanmış ve gerçekten ciddî bir çaba sarfedilmişti. Bir konu daha var ki, eğer bu yasak dindarlara bir set çekme planı ise bu planın mimarları böyle dindar ve okumuş bir neslin gelmekte olduğunu ve yerlerine geçebileceğini fark etmiyorlar mı? Çünkü çok az bir kesim eğitimine veya işine başörtüsü yüzünden son verdi.

Bütün bunları bir arada düşündüğümüzde ortaya şöyle bir tablo çıkabilir: Bu yasak dindarlar için değildi ve dinini yaşamaya çalışan başörtülü kızlara karşı da değildi. Peruk ve benzeri durumların kabul edilmesinden de anladığım kadarıyla bu yasak başörtülüye değil başörtüsüne getirilmiştir. Koca koca insanların ‘bir metrelik bir kumaş’la işleri olmayacağına göre taşıdığı mânâyı çok iyi biliyor olmalılar. O yüzdendir ki bir çoğumuzun söylediği “Aç canım, ne olacak?” sözüne karşılık onlar asla “Açmasan açma, ne olacak!” demiyor. Acaba başörtüsünün değerini biz mi biliyoruz, onlar mı? Neyi gözden kaçırdığımızın gerçekten farkında mıyız? Bunun cevabını bilmiyorum ama Cenab-ı Hakk’a karşı duâmızın tam olabilmesi ve belki de kaderin fetvasının değişmesi için sanırım bu mânâyı anlamamız lâzım.

Bir de şuna değinmek istiyorum ki, böyle bir yasağa maruz kalmış birinin en çok duyduğu söz “Ben de emir kuluyum, ne yapayım?” sözüdür. O anda insan bütün dünyaya haykırmak istiyor:

“Ben de emir kuluyum ve emir aldığım makam seninkinden çok yüksek, ayrıca bu emri bana ulaştıran zâta ve yüzyıllar içinde iletenlere vefâ borcum var. Senin nasıl ki bu emri yerine getirirken siyasî bir amacın yoksa, ben de tesettür emrini yerine getirirken siyâset yapmıyorum…” MERAL ERDOĞAN

13.04.2010


İlk baharda, ilk yazı

Başlarken...

Muhterem Yeni Asya okuyucuları,

Birkaç yıldan bu yana, Bediüzzaman Haftası programlarına konuşmacı olarak davet ediliyorum. Konuşmalarımı dinleyen ve faydalı olduğunu düşünen bazı dostlar, sadece konuşmakla yetinmemem gerektiğini söylediler. Yeni Asya’nın muhterem yöneticileri de onaylayınca klavyeye sarıldık.

Hayırlı olsun İnşallah.

Köşemiz niçin “Akıl misafiri”?

Bir köşe tutarak iç açısına hitap eden, basitçe bir ayrımla, ya edebî bir yazı ile öncelikle hislere ya da mantıkî bir yazı ile öncelikle akla hitap eder.

Edebî maharetim oldukça sınırlı. O halde en iyisi aklınıza misafir olmak.

Hepimiz, dost çevremizde müşterek okumalarımızda, zaman zaman, bir şeyler aklederiz ve “Bunu daha geniş bir çevre ile paylaşıp müzakereye açsak iyi olur” deriz. Bendeniz de bu kabilden ortak tesbitleri, yeri ve zamanı geldikçe bu köşeden sizlerle paylaşmak ve dostlarımı aklınıza misafir etmek istiyorum.

Bediüzzaman ve paşalar

Bediüzzaman’ın yolunun, hayatı boyunca, sık sık, paşalarla kesiştiğini biliyoruz. Eserlerine talebe olanların da yoluna zaman zaman paşalar çıktı. Ama, vefatından sonra, geçen gün, sanırım ilk kez, yeni bir açılım oldu:

Risâle-i Nur Enstitüsü tarafından Bediüzzaman’ın ellinci vefat senesi vesilesiyle İzmir’de geçen hafta sonu benim de konuşmacı olduğum bir merasim düzenlendi. Programın bir yerinde, davet edilmesine rağmen katılamayıp telgrafla mazeretlerini bildiren muhterem zevatın telgraf metinleri okundu. Bu kapsamda Ege Ordu Komutanı Org. Hayri Kıvrıkoğlu’nun cevabî mesajının da duyurulması oldukça dikkat çekiciydi. Hem de, açılış konuşması yapan muhterem Mehmet Kutlular’ın “Ordu bizim, ordumuzu peygamber ocağı biliriz, samimi kanaatimiz budur” sözlerinden hemen sonra.

Yani yeni bir kesişme ile karşı karşıyayız. İnşallah gerisi de hayırlı olur ve kesişme kavuşmaya döner.

İlk bahar kaç bahar sürer?

Bendeniz de paneldeki konuşmamı, çeşitli sebeplerle, ama özellikle paşanın telgrafı sebebiyle şöyle bitirdim:

“Bediüzzaman’ı anlamak için, onu altmış dakikalık panelde, bizlerden, deyim yerinde ise suyunun suyundan dinlemek yetmez. Önümüzde bahar var, çiçek var, kitap var; yüz yıl ve belki üç yüz yıl sürecek baharı karşılayın, baharı okuyun, baharla okuyun, baharda okuyun.”

Panel sonrasında bir dinleyici yakaladı ve ümit eksikliğini yansıtırcasına itiraz etti. “Hep bahar olmaz, Allah böyle yaratmış, dört mevsimi hesaba katmak lâzım.”

Aklıma hemen, mevsimleri ezberlemeye çalışan her daim ümitvar çocuğun saydığı gibi saymak geldi: “İlk bahar, yaz bahar, son bahar, kış bahar”…

Bir gün sonra bu muhavereyi ve cevabımı kendisiyle paylaşıp fikrini sorduğum bir dostumun bana cevabı şu oldu:

“Keşke ‘sivrisinek tantanasını kesse, bal arısı demdemesini bozsa, sizin şevkiniz hiç bozulmasın, hiç teessüf etmeyiniz. Zîra, kainatı nağamatıyla raksa getiren (nağmeleriyle oynaştıran) ve hakaikın esrarını ihtizaza veren (gizli hakikatleri ortaya çıkaran) mûsıka-i İlahiye hiç durmuyor, mütemadiyen güm güm eder’ cümlesini aktarıp da onun şevkine şevk katsa idin.”

Siz ne dersiniz?

AHMET BATTAL [email protected]

13.04.2010


Risk Değerlendirme(2)

Geçen yazımızda bahsettiğimiz ‘Tehlike’ ve ‘Risk’ kavramlarını şöyle açıklayabiliriz.Elektrik ileten bir kablo tehlikedir. İzolasyonu bozuk ise veya yalıtkansız alet ile işlem yapılırsa, çarpılma riski vardır.

Kapalı ortam olan bir tank içinde çalışmak tehlikeli bir durumdur. Bu tankın içinde kaynak yapan işçinin yangına maruz kalması ya da kaynak gazlarından zehirlenmesi riski vardır.

Risk analizi çalışmalarına bakıldığında iki soruya cevap verilmesi gerektiği ortaya çıkmaktadır.

1. Ne yanlış gidebilir?

2. Eğer bir şeyler yanlış giderse, bunun ortaya çıkma ihtimali nedir ve sonuçları neler olabilir?

Bir işlemin, tezgâhın, ekipmanın veya prosesin tehlikesini üç soru ile tespit edebiliriz;

Bir zarar kaynağı var mı?

Bir zarar ihtimali var mı?

Kim / Ne zarar gördü / görür?

Risk algılama konusunda uzmanların ve halkın farklı görüşleri olmaktadır. Örnek olarak aşağıdaki 3 soru halka ve uzmanlara, “Bunlardan hangisinde daha çok ölüm riski vardır? diye sorulmuştur.

1) Bir kömür madeninde birkaç saat çalışmak

2) Bir ay boyunca her gün tereyağlı ekmek yemek

3) Nükleer enerji santraline komşu bir evde 5 yıl yaşamak

Cevaplarda; halk 1. ve 3. sorulardaki durumu seçmiştir. Uzmanların cevabı ise, hepsinde aynı oranda risk vardır ve bu oran milyonda bir’dir demişlerdir.

Risk değerlendirilmesinin temel amacı:

• Planlanmış veya mevcut kontrollerin yeterli olup olmadığını belirlemek,

• Zarar ortaya çıkmadan riskleri kontrol edilebilir duruma getirmektir.

Risk değerlendirilmesinde genel prensipler;

1) Risklerin önlenmesi,

2)Önlenmesi mümkün olmayan risklerin değerlendirilmesi,

3) Risklerle kaynağında mücadele edilmesidir.

Risk değerlendirmenin detaylarına geçmeden evvel bazı terimlerin üzerinde yeniden durmakta fayda görüyorum:

• Olay: Kazaya sebep olan veya olma potansiyeli olan durum

• Kaza: Ölüme, hastalığa, hasara, zarara ya da diğer kayıplara yol açan istenmeyen olay

• Tehlike: İnsan yaralanması veya hastalığı, malın hasar görmesi, işyeri çevresinin zarar görmesi veya bunların kombinasyonuna neden olabilecek potansiyel bir durum.

Risk: Belirlenmiş tehlikeli bir olayın oluşma ihtimali ile sonuçlarının kombinasyonudur.

• Risk Değerlendirme: Riskin büyüklüğünü hesaplama ve riskin tolere edilebilir olup olmadığına karar verme

• Kabul Edilebilir Risk: Kuruluşun, yasal zorunluluk ve kendi İSİG politikası dikkate alındığında, dayanabileceği düzeye indirilmiş risk.

• Güvenlik: Kabul edilemez zarar riski içermeme durumu

Peki Risk Değerlendirmesi ne zaman ve kimler tarafından uygulanmalıdır?:

Risk değerlendirmesini:

1. Hemen,

2. İş veya işyeri değişikliklerinde,

3. Yeni iş ekipmanı alındığı vb. durumlarda,

4. Bir kaza olduğunda veya olması muhtemel durumlarda

5. Önceden tespit edilmiş periyotlarda uygulanmalıdır.

Risk değerlendirmesine aşağıdaki kişiler katılmalıdır.

• İş güvenliği uzman(lar)ı

• Çalışanlar

• Kayıt ve dokümantasyon bilgisi olanlar

• Operasyon deneyimli teknisyenler

• İşletmenin geçmişini tanıyan yöneticiler

• Bakım elemanları

• Sağlık personeli

Risk Değerlendirmesine;

1-) İş yerlerinin yani işin yapıldığı bina ve eklentilerinde, şantiyelerde başlanıp, öncelikle buralar sağlıklı ve güvenli duruma getirilmelidir.

2-) İş ekipmanlarında ve tezgâhlarda.

3-) Rutin ve/veya rutin olmayan işlerden başlamalıyız.

Risk değerlendirmesinde, ilk adım sistemi tanımlamaktır. Yani çalışma alanının belirlemedir. Daha sonra tespit edilen çalışma alanında tehlikeler belirlenir. Bir işyerindeki genel tehlikeler genellikle 5 gruba ayrılır;

1. Mekanik-fiziksel

2. Elektriksel

3. Radyasyon

4. Kimyevî maddeler

5. Yangın ve/veya patlama

Tehlikeler belirlendikten sonra, bir kaza olduğunda olayın şiddetini ve bu olayın olabilme ihtimalini belirlemek gelmektedir.

Risk değerlendirme en önemli konulardan olduğundan dolayı haftaya da üzerinde durmak istiyorum.

Duâ ile kalın, güvenlik ve sağlık içinde kalın.

M. FAHRİ UTKAN [email protected]

13.04.2010

 
Sayfa Başı  Geri

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Yeni Asya Gazetesi - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat-Promosyon - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım