13 Nisan 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR Mobil İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Basından Seçmeler

EMASYA gerçekten kalktı mı?

AYLARDIR Taraf’ın gündeme getirdiği Balyoz Darbe Planı’nı konuşuyoruz. İddialar yenir yutulur cinsten olmadığı için de tartışılması bir bakıma normal. Bu sıcak tartışmanın arasında gözden kaçan bir konu var ki not etme açısından dikkat çekelim.

Balyoz planları ortaya döküldüğünde gözler EMASYA protokolüne çevrilmişti. Balyozculara göre planlar ‘vazife’ olarak hazırlandı ve kaynağı da bu protokol.

Kamuoyu hassasiyeti üzerine protokol 4 Şubat’ta iptal edildi. Gündemdeki diğer konular sebebiyle de tamamen unutuldu.

Fakat bu konuda kulisler hareketli. Duyumlara göre EMASYA protokolü kaldırıldı ama protokol çerçevesinde yapılan tüm faaliyetler aynen devam ediyor. Bugünün dünden tek farkı yapılan rutin toplantılara sivillerin davet edilmemesi.

Hatırlanacağı gibi bu protokolün hazırlanması ve imzalatılması da gariplikler içeriyordu. Org. Çetin Doğan ortaya çıkan ses kayıtlarında “EMASYA’yı paşa paşa imzalattık” demişti. Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ ise “EMASYA kalkabilir. İller İdaresi Kanunu bize her türlü yetkiyi tanıyor” demişti.

Anayasa değişikliği tartışmalarının yapıldığı şu günlerde gözler yeniden İller İdaresi Kanunu 11/D maddesine çevrildi. Çünkü hukukçulara göre EMASYA protokolünün kalkması bir şey ifade etmez.

5442 Sayılı İl İdaresi Kanunu aslında 1949 yılına ait. Bugüne kadar 1980 ve 1996 yıllarında iki kez değişti. 1996’daki 4178 Sayılı Kanun değişikliğiyle genişletildi. Öyle ki bu düzenlemeyle sınır ötesi operasyon yetkisi bile tanındı. Son olarak da 1997’de 11/D maddesine öyle ilaveler yapıldı ki neredeyse tüm Türkiye ‘sürekli olağanüstü hal uygulamasına’ geçmiş oldu.

Mümtaz Soysal ve Oya Araslı başkanlığında 113 vekil, 5442 Sayılı Kanun’un 11/D maddesinde yapılan düzenlemenin Anayasa’ya aykırı olduğu gerekçesiyle mahkemeye başvurdu.

Soysal’ın iptal dilekçesi ve gerekçeleri ibretlik. Dilekçede İller İdaresi Kanunu 11/D maddesinin neden iptal edilmesi gerektiği tek tek izah ediliyor.

Özetle “İptali istenen yasa ile olağan rejimin istisnası olağanüstü hal, bölge, süre, neden ve konu sınırlaması getirmeksizin, soyut, genel ve en önemlisi sürekli bir hukuk metni ile ‘olağan hal’e yayılarak ‘istisna olmaktan çıkartılmış’ ancak hukuk içi rejim olarak kalabilecek olağanüstü haller ‘kanuni’ fakat ‘gayri hukuki’ bir duruma getirilmiştir” deniyor.

Yani 11/D ile Anayasa’da ‘istisnai durum’ olarak düzenlenen ‘olağanüstü hal’ tüm yurda yayıldı ve kural haline getirildi. Ayrıca tüm yetkinin askeri birlik komutanlarına verilmesinin askeri rejime neden olacağı eleştirileri de sıralanıyor.

Anayasa Mahkemesi 1999/68 sayılı kararı ile 11/D maddesi içinde yer alan küçük bir düzenlemeyi iptal etti. Ama diğer düzenlemeler aynen kaldı.

Bu noktada hukukçulardan ilginç bir uyarı da geliyor: Diyorlar ki “Gündemdeki anayasa paketi referandumdan geçip kabul edilse dahi İller İdaresi Kanunu 11/D maddesi iptal edilmeden Balyoz benzeri planların önüne geçilemez.”

Not edilmesi gereken bir uyarı...

Adem Yavuz Arslan / Bugün, 12.4.2010

13.04.2010


Paşama 10 soru

ÇUKURCA dosyası, Balyoz soruşturması ve Anayasa değişikliği paketiyle ilgili tartışmalar karşısında Türk Silahlı Kuvvetleri’nin görüşlerini açıklamak üzere medyanın karşısına Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Aslan Güner çıktı.

Özellikle, Çukurca’da 27 Mayıs 2009 günü mayın patlaması sonucu hayatını kaybeden 7 şehidimizle ilgili haberlere dair yaptığı şu yorum dikkatimi çekti. “Birilerini suçlu ya da suçsuz gibi göstermek ne kadar doğru... Çünkü daha varılan bir sonuç yok. Devam eden bir soruşturma süreci var.”

Paşama cevap vermeden önce sanıyorum hafızalarımızı tazelemekte yarar var.

Çukurca vahşetinden bir gün sonra, 28 Mayıs günü Genelkurmay’ın internet sitesinde, Türk Hava Kuvvetleri’ne bağlı uçakların Kuzey Irak’taki PKK hedeflerini vurduğu duyuruldu. Resmi gerekçe, eylemi gerçekleştiren teröristleri Kuzey Irak’ta kovalamaktı.

Ertesi gün...

Çeşitli gazetelerde askeri kaynaklara dayanılarak yapılan haberlerde, Cudi Dağı’na top atışı yapıldığı, 23. Jandarma Komutanlığı’ndan kalkan Skorsky helikopterler teröristlerin bulunduğu noktaları vurduğu, Abuzer Doğan adlı uzman çavuşun operasyon sırasında şehit düştüğü bildirildi.

Ardından, haftalık bilgilendirme toplantısının yapıldığı 5 Haziran günü Tuğgeneral Metin Gürak’ın şu açıklaması düştü ekranlara: “23 Mayıs 2009 tarihinde saat 23.40’da, Hakkari ili Çukurca bölgesinde arazide yaya olarak operasyon icra eden birliğimizden 6 personelimiz bölücü terör örgütü mensuplarınca tuzaklanan patlayıcının infilak etmesi sonucu şehit olmuş, 8 personelimiz yaralanmıştır. Olay yerinde yapılan incelemede patlayıcının basma düzenekli olarak hazırlandığı, tuzaklamayı yapan teröristlerin Irak’ın kuzeyinden sızdıkları tespit edilmiştir.”

Sonra...

Bir yurt dışı gezisine çıkarken demokratik açılımla ilgili “iyi şeyler olacak” diyerek ilk sinyali veren Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün ağzını bıçak açmadı...

Başbakan Tayyip Erdoğan, “PKK’ya terörist demeden elini sıkmam” dediği DTP Genel Başkanı Ahmet Türk’e verdiği randevuyu iptal etti...

14 Nisan’da Harp Akademileri’nde Kürt açılımı yapan Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un söylemi değişmeye başladı...

25 Haziran’da internete düşen bir ses kaydı, bir anda tüm ezberleri bozdu. Hakkari Tümen Komutanı Tümgeneral Gürbüz Kaya ve Çukurca Tugay Komutanı Tuğgeneral Zeki Es arasındaki telefon görüşmesinde, Çukurca’daki mayın askerler tarafından döşendiği belirtiliyordu.

Hele Yarbay Taner’in “Yukarıya mayını terör örgütü döşedi şeklinde bildirdik” sözü, yürekleri burktu.

PKK, 26 Haziran’da açıklama yaptı, “Mayını biz döşemedik” dedi.

Şehit Deniz Değirmenci’nin ailesi ise bu ses kaydı üzerine 26 Ağustos’ta Hakkari Savcılığı’na suç duyurusunda bulunarak fitili ateşledi.

Tartışma yeniden alevlenince 29 Ağustos günü Murat Yetkin’in köşesinde, Genelkurmay’ın Çukurca ile ilgili soruşturma açtığı bilgisine rastladık.

Aradan geçti 10 ay...

Van Cumhuriyet Savcılığı, bu mayınların askere ait olduğunu belirterek, iki general ve diğer sorumluların taksirle birden çok kişinin ölümüne yol açtığı için yargılanmasını istedi.

Dönelim başa, soralım paşamıza:

• Çukurca’daki patlamanın PKK eylemi olduğu kanaatine hangi inceleme sonucuna bağlı olarak vardınız?

• İnternete düşen ses kayıtlarından sonra nasıl bir soruşturma yürüttünüz ve hangi sonuçlara ulaştınız?

• O komutanları ısrarla görevde tutmanızın ne gibi makul gerekçesi vardır?

• Bu olayın açığa çıkmasını sağlayanlar mı vatan haini, TSK’nin itibarını yerle bir eden ve 7 Mehmetçiğin şehit olmasına yol açan sorumlular mı?

• İnternete düşen ses kaydı ortam dinlemesi değil GES’in kullandığı özel haberleşme kaydı olduğu halde, sorumluları bulup ortaya çıkarma konusunda gerekli iradenin gösterildiğini düşünüyor musunuz?

• Çukurca’daki patlamanın PKK eylemi olduğu sonucuna 2 saatte varılırken, 10 ayda yürütülen soruşturmadan neden sonuç çıkmadı?

• 7 şehidimizle ilgili dosya, Albay Dursun Çiçek’in ıslak imzası kadar neden ilgi görmedi?

• Açılımı baltalayan bu vahim olayın perde gerisinde başka gizli hesapların olduğu ihtimaline bakıyor musunuz?

• Van Cumhuriyet Savcılığı’nın soruşturma sonucunu dikkate alarak sorumlu askeri personelin tedbir olarak açığa alınmasını değerlendiriyor musunuz?

• İstanbul’daki çürük rapor soruşturmasında “şüpheli” olarak yer alan, aynı zamanda açığa alınma işlemlerinin yürütüldüğü Milli Savunma Bakanlığı Askeri Adalet İşleri Başkanlığı görevinde bulunan Albay Neşet Uncu ile ilgili tasarrufunuz olacak mı?

Evet, Sayın Paşam, bekliyorum cevabınızı...

Şamil Tayyar / Star, 12.4.2010

13.04.2010


Ordu mayınların hesabını versin

GEÇEN hafta Van Cumhuriyet Başsavcılığı, Çukurca’da yedi askerimizin mayına basıp şehit düşmesiyle ilgili yürüttüğü soruşturmada mayınların Türk Ordusu’na ait olduğunu açıkladı. Kan donduran bu iddia karşısında Genelkurmay her zamanki gibi “Araştırıyoruz” diye açıklama yaptı, zaman kazandı. Oysa bu konuda hiç kimsenin beklemeye tahammülü yok. Şehit aileleri isyan ediyor - ki sonuna kadar haklılar.

Eğer sivil savcılığın iddiası doğruysa Türk Silahlı Kuvvetleri tarihinin en ağır sınavını vermek zorunda. En tepeden en aşağıya kadar bütün sorumlular teker teker istifa etmeli, genç askerlerin ölümünün özrünü dilemeliler. Bir kez daha bu konu “halının altına” itilip, unutulması beklenmemelidir.

Ne Balyoz ne Ergenekon... Türk Ordusu’nun öncelikli konusu mayınların hesabını vermektir.

Verilecek bu hesap TSK’yı yıpratmaz, bilakis büyütür. İddialar doğru çıktığı halde konu geçiştirilirse asker oluşacak güven bunalımını aşamaz.

Bu sürecin fanatizmden, taraftar söyleminden, rövanştan, “Askere bir gol daha” gibi kaba söylemlerden arındırılarak değerlendirilmesi ise zorunluluk. Bu aşamada hepimiz hassasiyet göstermeliyiz.

Bu ordu da hataları ve sevaplarıyla bizim ordumuz. Bir futbol takımı değil; bizler taraftar değiliz.

Soruşturma hâlâ sürüyor ve elimizde sadece şu an için bir “umut” var. Keşke bu mayınları Türk Ordusu döşememiş olsa diye umut ediyoruz... İşin aslı bir an önce aydınlanmadan hiçbirimiz rahat “nefes” almayacağız.

Oray Eğin / Akşam, 12.4.2010

13.04.2010


Değiştirilemez maddeler!

KASIM-2008’de Bilkent Üniversitesi ve Alman Uluslararası Hukuki İşbirliği Vakfı’nca Bilkent Otel’de düzenlenen “Anayasalardaki Değiştirilemez İlkeler” konulu sempozyumda konuşan eski Federal Alman Anayasa Mahkemesi Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Winfried Hassemer şöyle demişti: “Anayasalarda değiştirilemez hükümlerin olması, demokrasi açısından kabul edilemez. Değiştirilemez hükümler yasaların uyum sağlayabilirliğini yok eder, böylelikle sosyal uyum gerçekleşemez. Oylanamaz bir şeyi ortaya koyarsak demokrasi sona ermiştir. Yine de değiştirilemez ilkelerin haklılığının bulunduğunu düşünüyorum. Toplum içinde bu normların yeri vardır. Bazı normlar istikrarlıdır, süreklidir.”

Hassemer’in haklılığını teyid ettiği “değiştirilemez ilkeler”, özleri itibariyle toplumda var olan, tarihten gelen ve toplumsal istikrar ve sürekliliği sağlayan normlardır. Başka bir ifadeyle söz konusu olan sosyo-kültürel normlardır ki, bunların tamamı ahlaki karakterdedir. Anayasa’da “değiştirilemez”, hatta “değiştirilmesi dahi teklif edilemez” nitelikte olan maddeler ise askerî darbe döneminin ürünüdürler. Öylesine bir hiyerarşiyi öngörmektedirler ki, istendiği takdirde, zamanın ve toplumun değişen ihtiyaçlarına cevap vermek üzere yapılması düşünülen her anayasal değişiklik gelip bu “değiştirilemez maddeler”e takılmaktadır.

Eski Anayasa Mahkemesi raportörü Doç. Dr. Osman Can, anayasa değiştirildiği zaman değiştirilemez maddelerine dokunmanın kaçınılmaz olacağını söyler: “Çünkü her bir anayasa değişikliği o anayasaya aykırıdır, her bir yasa değişikliği o yasaya aykırıdır, aykırı olduğu unsuru çıkarır atar’’. Mantıklı olanı da bu değil mi? Yasal veya anayasal bir değişikliğe lüzum hissedilmişse, eski yasa veya anayasa maddesi iş göremez hale gelmiş demektir. “Değişmez veya değiştirilemez” madde toplumsal ihtiyaçlara göre değişebilirlilik özellikleri olan anayasalara “ebedi hakikatler, değişmez özler” atfetmek demektir. Osman Can, haklı olarak “Türkiye’de yüzyılı aşkın süredir, 1924 Anayasası hariç, ‘ferman anayasalarının’ yürürlükte olduğunu ifade ediyor. Anayasa’nın değiştirilemez maddeleri ile diğer maddeler arasında hiyerarşi kurulması hayli güçtür. Çünkü söz konusu maddeler arasında soyut ve somutluk ilkesi bulunuyor, değişebilir normlar, değiştirilemez maddelerin somut hali oluyor. Bu sebeple bir anayasa değiştirildiği zaman değiştirilemez maddelerine dokunmak zaruri oluyor.

“Değiştirilemez maddeler”i anayasaya yerleştirenler, hakikatte bürokratik merkezin sistem içindeki imtiyazlarını ve güvencesini gözetmişlerdir. Deneysel örnekler ortada: Mesela Anayasa Mahkemeleri, temel bir hukuk prensibi olarak hiçbir zaman kaynağını Anayasa’dan almayan bir yetkiyi kullanamazlar. Anayasa Mahkemesi’nin görevi, yasama organı karşısında yasanın koruyuculuğunu üstlenmektir, Mahkeme ne yasa yapabilir ne anayasa maddesi vaz’eder. Bu açıdan bakıldığında AYM’nin “değiştirilemez maddeler”e dayanarak yasama meclisinin önüne veya üstüne geçtiğini görüyoruz. Bu durum AYM’ni demokratik meşruiyet sorunuyla karşı karşıya getirir. Diğer yargı mekanizmaları için de aynı sorun söz konusu. Olması gereken pozisyonda AYM’nin görevi kurucu iktidar karşısındaki “Anayasa bekçiliği’’ olmalıdır; kurucu iktidarın usulüne uygun anayasa değişikliklerine karşı çıkmak değildir.

2008 yılında TBMM 411 oyla, Anayasa’nın 10 ve 42. maddelerinde değişiklik öngördü. AYM, “değiştirilemez maddeler”e atıfta bulunarak, bu değişikliği iptal etti, arkasından Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, yüzde 47 oy almış iktidar partisi hakkında kapatma davası açtı. AYM, yine bu maddelere atıfta bulunarak AK Parti’ye ceza verdi. Bu iptal ve kapatma kararıyla AYM, TBMM’nin üstüne çıkmış oldu. Mahkeme, Anayasa’nın kendisine vermediği yetkiyi sahiplenmiştir.

Şimdi gündeme gelmiş bulunan yeni kısmi anayasa değişikliği ve bu değişiklik dolayısıyla kopan büyük gürültü, bu çerçevedeki anayasal sistemle ilgili derin bir krize işaret etmektedir.

Ali Bulaç / Zaman, 12.4.2010

13.04.2010

 
Sayfa Başı  Geri

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Yeni Asya Gazetesi - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat-Promosyon - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım