M. Latif SALİHOĞLU |
|
Siyaset ve demokratlık |
Yazdıklarımızın ancak onda biri "günlük siyaset"le ilgilidir. "Ankara kulisi" kıvamındaki yazıların oranı ise, yüzde bir bile değildir. Buna rağmen, bizi yine de "siyasetle çok ilgileniyor" diye tenkit eden, serzenişte bulunan kardeşlerimiz var. Bu meyanda ayrıca kudsî bir ölçüyü hatırlatıyorlar ki, Tarihçe–i Hayat'ta zikredilen bu ölçü şu sözlerle ifade ediliyor: "Şeriat, yüzde doksan dokuz ahlâk, ibadet, âhiret ve fazilete aittir; yüzde bir nisbetinde siyasete mütealliktir. Onu da ulûlemirlerimiz düşünsünler." (Age, s. 59) Burada Hz. Bediüzzaman'ın söz konusu ölçü ve prensipleri ne zaman, niçin, ne maksatla ve hangi makamda ihdas ettiğine bakmamız gerekiyor. İşte kendi ifadesinden iktibas ettiğimiz bir izah tarzı: "Benim otuz seneden beri siyaseti terk ettiğime sebep, bir mübarek âlimin takip ettiği cereyanın tarafgirlik damarıyla, salih ve büyük bir âlimin onun fikrine muhalif olmasından tefsik derecesinde tahkir edip ve cereyanına ve kendi fikrine muvafık meşhûr ve mütecaviz bir münafığı gayet medh ü senâ etti. Ben de bütün ruhumla ürktüm. Demek, tarafgirlik hissine siyasetçilik de karışsa, böyle acip hatalara sebebiyet veriyor diye 'Euzubillahimineşşeytâni vessiyaseti' dedim, o zamandan beri siyaseti terk ettim." (Emirdağ Lâhikası, s. 237) Demek ki, 1910'larda şahit olduğu bir hadise sebebiyle bu sözü söyleyen ve onu "siyaseti terk" etme noktasına sevk eden asıl sebep neymiş, "tarafgirlik hissinin siyasetçiliğe karışması" imiş. Biz böylesi bir tarafgirlikten, o gün olduğu gibi, bugün de, hatta yarın için de şiddetle kaçınır ve Allah'a sığınırız. Bununla beraber, Üstad Bediüzzaman'ın 1948–49'larda "Üçüncü Said" olarak tezahür etmesi ve siyasetle dışarıdan ilgilenmesinin, ömür boyu çekindiği "siyasî tarafgirlik"le hiçbir münasebetinin bulunmadığını bilmek lâzım. "Üçüncü Said" devresi, bizzat kendi ifadesiyle, "vazife–i hakikiye"den saydığı ve "mükellef olduğu bir büyük vazife" şeklinde tarif ve telâkki ettiği, Türkiye'yi, İslâm âlemini ve bütün beşeriyeti alâkadar eden geniş ve şümûllü bir "içtimaî vazifedarlık" devresinin adıdır. (T. Hayat, s. 490) Dolayısıyla, Üçüncü Said'den ve bu dönemin iktiza ettiği içtimaî mevzulardan söz etmek, basit "günlük siyaset" yazıları yazmak anlamına gelmiyor ve gelmemeli. Aynı şekilde, Hz. Bediüzzaman'ın ifade etmiş olduğu "yüzde bir" nisbetindeki siyaset de, Nur Külliyatının yaklaşık "yüzde otuz"u nisbetindeki siyasî ve içtimaî meslek ve meşrebe dair umumî düstûrlar manzumesi şeklinde anlaşılmamalı. Yani, Risâle–i Nur'da siyasî ve içtimaî mevzular (Tarihçe–i Hayat ve Eski Said Dönemi Eserlerinin çoğu kısmı, 11. 12. 13. 14. Şuânın ekseriyeti, 27. Mektup olan lâhikalar, müdafaalar ve sâir mektupların kısm–ı ekserisi), Külliyatın yüzde birini değil, yaklaşık yüzde otuzunu teşkil ediyor. Kardeşlerimizden ricâ ediyoruz ki, bu mühim noktaları nazardan uzak tutmasınlar; günlük siyaset ile siyasetin umumî veçhesini birbirine karıştırmasınlar. * * * Çok mühim bir nokta da şudur: Üstat Bediüzzaman, siyasete ve partilere bir hayır, yahut bir menfaat bekleyerek bakmıyor. Daha ziyade "zarar gelmemek" için ve bilhassa "İttihad–ı İslâmdan olan kardeşlerimiz yanlış basmamak için" baktağını söylüyor. (Beyanat ve Tenvirler, s. 11–12, 1970; yeni baskı s. 307.) İşte, bizler de özellikle bu noktaya dikkat çekip tahşidat yapıyoruz. Sizi temin ederek ifade edelim ki, herhangi bir partiye üye falan değiliz. Hiçbir partiyle maddî, yahut organik herhangi bir bağımız da yok. Bizim feryadımız, din ve dâvâ kardeşlerimizi, yanlış adres olarak bildiğimiz ve inandığımız Türkçü, Kürtçü, halkçı ve dini âlet etme hatasına düşen siyasî cereyanlara karşı uyarmak, yanlış basmalarına mani olmaya çalışmaktan ibarettir. Bunu yaparken de, bir kısım dar görüşlü kimselerden hemen "Haa, siz falan partiyi mi destekliyorsunuz? Yoksa siz şu, şu adamların peşinden mi gidiyorsunuz?" yollu tenkit ve itirazlar gelmeye başlıyor. İstirham ediyoruz: Lütfen, birbirimizi doğru anlayalım. Bizim kimsenin peşinden gittiğimiz yok. Şahıs peşinde giden bir siyasete de asla tenezzül etmeyiz. Başkası bizi kendisiyle kıyaslamamalı... Kaldı ki, bizim kendimize has bir siyasî meslek ve meşrebimiz var, orijinal mahiyette bir dizi ölçü ve prensiplerimiz var. Yanlış olanı, sakıncalı olanı tenkit ederiz. Doğru olanı ise, ardından söyleriz. Zira, "def–i şer, def–i mefasid" önce gelir. En büyük şer ise, bize göre Süfyanizmdir. Süfyanizmle yakınlık içinde olan, dirsek temasında bulunan her kim olursa olsun, bizi karşısında bulacaktır. O dehşetli cereyanla en tehlikeli olan yakınlaşma, dindar kesimden gelen yakınlaşmadır ki, bunu şiddetle reddederiz. * * * Bir okuyucumuz da, "Demokratlar" deyince, bundan "sağcı, muhafazakâr..." mânâlarını anlamış ve bugünkü hükümete de bu mânâları yüklemiş. Heyhât! Nur Külliyatında yüz yerde "Ahrar, Demokrat, Demokratlar, Demokratlık" tâbirleri geçtiği halde, acaba hangi yerde "sağcı, muhafazakâr" mânâları bilittifak kabul edilmiş? Tam aksine, Üstad, Hıristiyan Avrupa'da ortaya çıktığını söylediği "sağ–sol" tâbirini beyne'l–İslâm reddediyor. Siyasetteki "muhafazakârlık" da "tutuculuk ve statükoculuk"tur ki, Üstad, bunun yerine de "ahrar/hürriyetçi demokratlığı" tensip ile tasvip etmiş. Hatta, bu misyonu temsil edenlere duâ ettiği gibi, 1950'lerde neşrettiği bir mektupta da, onların çok büyük bir hizmeti ifâ edeceklerini şu sözlerle haber veriyor: "Onların (Ahrarların) muvaffakiyetine çok duâ ediyorum. İnşaallah, o Ahrarlar istibdad–ı mutlakı kaldırıp tam bir hürriyet–i şer’iyeye vesile olacaklar." (Emirdağ Lâhikası, s. 267) İşte, bu mânâdaki siyasetten ve müjdelenen bir kudsî hakikatten söz etmek, herhalde "tarafgir siyasetçilik" yapmak değildir. Sırf başkasının hoşuna gitmiyor diye de, bizim bu istikamette yazılar yazmaktan, yorumlarda bulunmaktan vazgeçmemiz söz konusu değildir. Ne yaptığımızı, Allah'a şükür gayet iyi biliyoruz. Duâ ve temenni ediyoruz ki, dost ve kardeşlerimiz, bizi doğru şekilde anlasınlar, anlamaya çalışsınlar. 29.04.2010 E-Posta: [email protected] |