Nejat EREN |
|
Asrın dehşetine karşı duruş noktası |
İman ve imansızlık mücadelesi insanlık tarihiyle başlayıp, kıyamete kadar devam edecek bir takdir-i Îlâhîdir. Şekli, metodu, dozajı değişse de mücadelenin sürekliliği değişmeyen bir gerçek. Burada önemli olan inanç sahibi bir insanın; inancı gereği, zikzak yapmadan, sabit, istikametli ve müsbet çizgide durması, tercihini “tahribe” değil “tamire”; “menfiye” değil “müsbete”, “kine” değil “sevgiye” kullanmasının gerektiğinin şuurunda olmasıdır. Sorumsuz ve başıboş değil, sorumlu ve dikkatli olması gerektiğinin şuuruyla bir tatbikatın içinde yer almasıdır. “Doğruyu” bulup “müsbette” kalabilmek, insanoğluna Cenâb-ı Hakk’ın lütfettiği ve bütün varlık âlemi içinde “eşref-i mahlûkat” olmasının vazgeçilmez yükümlülüğü, bir fıtrat vazifesi ve sorumluluğudur da aynı zamanda. İnsanlık tarihi boyunca hayatın seyri içinde birey ve toplum olarak bütün insanların muhatap olduğu dehşet verici hadiseler olmuştur ve kıyamete kadar olacaktır da. Bütün mesele insanın bu hadiseler karşısında İlâhî nizamın istediği net ve kırılmaz duruşu sergileyebilmesidir. Bunun yollarını, tarz ve metodunu kavrayıp tatbikatına muvaffak olmaktır. Birçok konuda olduğu gibi bu konuda da referansımız yine Risâle-i Nur Külliyatı olacaktır. Zira bu bir asra yakın derin ve silinmez bir tecrübenin ürünü ve neticesidir. Bunun içindir ki, Külliyat’ta zikredilen doğru tesbit ve doğru teşhislere ve bu dehşetli hadiselere karşı imanlı bir insanın Kur’ânî duruşuna kısaca bir göz atalım: Her türlü tahrip, şiddetli zulüm altında ahlâkın son derece bozulması, metanetin ve sadakatin kaybolması, on kişiden belki de yirmi kişiden birisine itimad edilmemesine karşı, fevkalâde sebat, metanet ve hamiyet-i İslâmiye çizgisinde durmak lâzımdır. Her yönden gelen bütün günahlara karşı bir insanın hususî ibadet ve takvâsının tek başına bu zamanda mukabele edemeyeceğinin şuuruyla kuvvetli bir “şahs-ı mânevî” meydana getirmenin vazgeçilmezliğini idrak etmek gerek. Şefkat düsturunun hakikat mesleğinin mensuplarını siyasetten men ettiğini, aksi takdirde mâsumların belâya düşeceklerini, onlara zulüm edilmiş olacağının idrakinde olmak. Bu fırtınalı asırda, gaddar medeniyetten çıkan hodgâmlık (kendini beğenmişlik), ırkçılık, askerî vesayet ve istibdada ve her türlü baskı ve diktatörlüğe, dalâletten çıkan merhametsizliğe, her türlü zulüm ve tarafgirliğe, şiddete maddî kuvvetle müdafaa şeklinde bir yolla değil, demokratik tepki, sabır, şükür, tevekkülle cevap vermeye çalışmak. İnsanlığı mahveden; maddiyyunluktan ve mutlak küfürden gelen zındıkanın taassubuyla, gizli zındıkların şeytanetiyle insanları aldatarak evhamlandırmalarına karşı Kur’ân’ın kuvvetiyle, Allah’ın inâyetiyle karşı durmak, kaçmamak ve bu tahripkâr gruplara teslim olmamayı şiâr edinmek. Bu zamanda çok ileri gitmiş olan ve adeta bir buz parçası olan enaniyetten dolayı hak ve hakikati göremeyen kalıplaşmış kibir ve gururla kendini mazur bilen ve nizâ çıkaranlara karşı ehl-i hak zarar edeceğini; ehl-i dalâletin istifade edeceğini bilip; böyle hâdiselere karşı itidâlli hareket etmek, sarsılmamak, düşmanca tavırlara girmemek ve o muhalif tarafın da reislerini çürütmemenin gereğini hazmedip kavramak lâzım. Bu dehşetli ve acımasız asrın özelliği olan “dünya hayatını ön plâna çıkaran” anlayış ve tatbikattan dolayı; dalâlette gidenleri aldatan, sarhoş eden, geçici heveslerden aldıkları zevkin, gayet acı ve elemli olduğunu iyi tahlil edip; tam o noktada ehl-i iman ve hidayetin de “dünya hayatının geçiciliğindeki” hâlde bâkiyâne ve ulvî bir zevk bulunduğunu görüp hissetmeleri lâzım. Bu asrın en büyük özelliklerinden olan ‘dünya hayatını, bile bile, ahiret hayatına tercih ettirmesi’, günübirlik yaşamayı ve hayattan maddî zevk almayı öne çıkaran hayat tarzına karşı; insanın fıtratına konulmuş olan çok önemli bir cihazın çok sebeplerle yaralanması, diğer lâtifeleri kendiyle meşgul edip sukut ettirmeye başlaması; hakikî vazifeleri onlara unutturmaya çalışmasına karşı tahkikî imanın şuuru, gayret, hamiyet, sadakat ve istikamet çizgisinde durabilmeyi becermenin yollarını denemek gerek. Bu asrın özelliklerinden olan; dünya hadiselerinin dehşetli, fakat cazibeli, elem verici, fakat meraklı bir vaziyet almış olmasına, İnsanın ulvî lâtifelerini, kalb ve aklını nefs-i emmaresinin arkasına düşürüp pervane gibi o fitne ateşlerine düşürtmesine, Sefih ve sarhoşça, şâşaalı eğlencelere karşı, çocuklar ve serseriler gibi, büyük makamlarda bulunan insanlar ve tesettürlü hanımların dahi o cazibeye kapılıp hakikî vazifelerini tatil ettirerek iştirak ettirmesi, küçük bir ihtiyaç ve âdi bir dünyevî zarar yüzünden elmas gibi dini vecibeleri terk ettirmesine, İnsaniyetin yaşamak damarı ve hayatı muhafaza etme cihazının, bu asırda isrâfâtla ve iktisatsızlık, kanaatsizlik ve hırs yüzünden bereketin kalkmasıyla ve fakirlik ve geçim sıkıntısının artmasıyla yaralanmış ve hayat şartlarının ağırlaşmasıyla zedelenmiş olmasına, Ve devamlı ehl-i dalâletin nazar-ı dikkati şu hayata çekerek, çok küçük bir dünyalık ihtiyacı büyük bir dinî meseleye tercih ettiriyor olmasına karşı: Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyânın şifalı ilâçlarının nâşiri olan Risâle-i Nur’un ve onun metin, sarsılmaz, sebatkâr, halis, sadık, fedakâr şakirtlerinin mukavemet edebileceğini kabullenerek herşeyden evvel onun dairesine girmenin, tam sadakatle, tam metanetle, ciddî ihlâs ve tam itimadla ona yapışmak lâzım geldiğinin ferâsetiyle, o acip hastalığın tesirinden kurtulacağına itimat etmek gerektir. Bu dehşetli, zulümatlı ve nifakı kuvvetli asrımızın sözkonusu dehşetlerine karşı yapılacak tek şey, Risâle-i Nur’larla meşguliyet, mesaileri iman hizmetine yönlendirmek; bunun neticesinde ise başa ne gelirse gelsin, teslimiyetle karşılayıp bütün bunların yine de ucuz olduğunu ve bizim kazandığımızı idrak etmek. ‘O belâlar, ehemmiyetsiz fani şişelerimizi ve cam parçalarımızı kırmalarıyla, bâkî ve uhrevî elmasları bize kazandırıyorlar’ diye sabır içinde şükretmek ve sevinebilmektir. Özellikle bu zamanda ve bilhassa dalâletten gelen umumi gaflet, siyaset ve felsefenin galibiyeti, enaniyet ve hodfüruşluğun heyecanlı asrında büyük makamların herşeyi kendine tâbi ve basamak yapmasına karşı duracak tek şeyin hakîki ihlâs olduğunu kabullenmek. İmana hizmetin çok büyük zarar olsa bile; halis bir hizmetkâr olarak, hakikat-i ihlâs ile, herşeyin üstünde iman hakikatlerini on adama ders vermeyi büyük bir kutbiyetle binler adamı irşad etmekten daha ehemmiyetli görebilmek. Kur’ân’ın aleyhinde bin seneden beri intikam alırcasına hazırlanan dinsizlerin itiraz ve şüphelerini giderecek bütün yolların kapandığı bir zamanda ortaya çıkan Risâle-i Nur’un, hem çabuk, hem herkes anlayacak bir tarzda en derin hakikatleri her kademedeki insana öğrettiğini anlayıp her fırsatta anlatmak. İnananlar arasına atılmaya çalışılan fitne, soğukluk, yabancılaştırma tuzaklarına karşı; hakkın hatırı için her türlü zahmete katlanıp birbirinin kusuruna bakmamaya karar vermektir. Haklı veya haksız olsa benlik yapmamak, cemaatin “şahs-ı mânevîsi” nâmına bu fazîleti gösterebilmektir. Mânevî fırtınalara; her tarafa sokulan dessas münafıklara karşı; çok ihtiyat, dikkat ve temkinde bulunmak lâzımdır. Cenâb-ı Hak bütün inananları ve insanlığı bu asrın dehşetinden muhafaza etsin ve istikametli, imanlı, saadetli, sağlıklı bir hayatı ihsan etsin.
16.04.2010 E-Posta: [email protected] |