Nejat EREN |
|
Asrın dehşetine karşı duruş noktası |
İman ve imansızlık mücadelesi insanlık tarihiyle başlayıp, kıyamete kadar devam edecek bir takdir-i Îlâhîdir. Şekli, metodu, dozajı değişse de mücadelenin sürekliliği değişmeyen bir gerçek. Burada önemli olan inanç sahibi bir insanın; inancı gereği, zikzak yapmadan, sabit, istikametli ve müsbet çizgide durması, tercihini “tahribe” değil “tamire”; “menfiye” değil “müsbete”, “kine” değil “sevgiye” kullanmasının gerektiğinin şuurunda olmasıdır. Sorumsuz ve başıboş değil, sorumlu ve dikkatli olması gerektiğinin şuuruyla bir tatbikatın içinde yer almasıdır. “Doğruyu” bulup “müsbette” kalabilmek, insanoğluna Cenâb-ı Hakk’ın lütfettiği ve bütün varlık âlemi içinde “eşref-i mahlûkat” olmasının vazgeçilmez yükümlülüğü, bir fıtrat vazifesi ve sorumluluğudur da aynı zamanda. İnsanlık tarihi boyunca hayatın seyri içinde birey ve toplum olarak bütün insanların muhatap olduğu dehşet verici hadiseler olmuştur ve kıyamete kadar olacaktır da. Bütün mesele insanın bu hadiseler karşısında İlâhî nizamın istediği net ve kırılmaz duruşu sergileyebilmesidir. Bunun yollarını, tarz ve metodunu kavrayıp tatbikatına muvaffak olmaktır. Birçok konuda olduğu gibi bu konuda da referansımız yine Risâle-i Nur Külliyatı olacaktır. Zira bu bir asra yakın derin ve silinmez bir tecrübenin ürünü ve neticesidir. Bunun içindir ki, Külliyat’ta zikredilen doğru tesbit ve doğru teşhislere ve bu dehşetli hadiselere karşı imanlı bir insanın Kur’ânî duruşuna kısaca bir göz atalım: Her türlü tahrip, şiddetli zulüm altında ahlâkın son derece bozulması, metanetin ve sadakatin kaybolması, on kişiden belki de yirmi kişiden birisine itimad edilmemesine karşı, fevkalâde sebat, metanet ve hamiyet-i İslâmiye çizgisinde durmak lâzımdır. Her yönden gelen bütün günahlara karşı bir insanın hususî ibadet ve takvâsının tek başına bu zamanda mukabele edemeyeceğinin şuuruyla kuvvetli bir “şahs-ı mânevî” meydana getirmenin vazgeçilmezliğini idrak etmek gerek. Şefkat düsturunun hakikat mesleğinin mensuplarını siyasetten men ettiğini, aksi takdirde mâsumların belâya düşeceklerini, onlara zulüm edilmiş olacağının idrakinde olmak. Bu fırtınalı asırda, gaddar medeniyetten çıkan hodgâmlık (kendini beğenmişlik), ırkçılık, askerî vesayet ve istibdada ve her türlü baskı ve diktatörlüğe, dalâletten çıkan merhametsizliğe, her türlü zulüm ve tarafgirliğe, şiddete maddî kuvvetle müdafaa şeklinde bir yolla değil, demokratik tepki, sabır, şükür, tevekkülle cevap vermeye çalışmak. İnsanlığı mahveden; maddiyyunluktan ve mutlak küfürden gelen zındıkanın taassubuyla, gizli zındıkların şeytanetiyle insanları aldatarak evhamlandırmalarına karşı Kur’ân’ın kuvvetiyle, Allah’ın inâyetiyle karşı durmak, kaçmamak ve bu tahripkâr gruplara teslim olmamayı şiâr edinmek. Bu zamanda çok ileri gitmiş olan ve adeta bir buz parçası olan enaniyetten dolayı hak ve hakikati göremeyen kalıplaşmış kibir ve gururla kendini mazur bilen ve nizâ çıkaranlara karşı ehl-i hak zarar edeceğini; ehl-i dalâletin istifade edeceğini bilip; böyle hâdiselere karşı itidâlli hareket etmek, sarsılmamak, düşmanca tavırlara girmemek ve o muhalif tarafın da reislerini çürütmemenin gereğini hazmedip kavramak lâzım. Bu dehşetli ve acımasız asrın özelliği olan “dünya hayatını ön plâna çıkaran” anlayış ve tatbikattan dolayı; dalâlette gidenleri aldatan, sarhoş eden, geçici heveslerden aldıkları zevkin, gayet acı ve elemli olduğunu iyi tahlil edip; tam o noktada ehl-i iman ve hidayetin de “dünya hayatının geçiciliğindeki” hâlde bâkiyâne ve ulvî bir zevk bulunduğunu görüp hissetmeleri lâzım. Bu asrın en büyük özelliklerinden olan ‘dünya hayatını, bile bile, ahiret hayatına tercih ettirmesi’, günübirlik yaşamayı ve hayattan maddî zevk almayı öne çıkaran hayat tarzına karşı; insanın fıtratına konulmuş olan çok önemli bir cihazın çok sebeplerle yaralanması, diğer lâtifeleri kendiyle meşgul edip sukut ettirmeye başlaması; hakikî vazifeleri onlara unutturmaya çalışmasına karşı tahkikî imanın şuuru, gayret, hamiyet, sadakat ve istikamet çizgisinde durabilmeyi becermenin yollarını denemek gerek. Bu asrın özelliklerinden olan; dünya hadiselerinin dehşetli, fakat cazibeli, elem verici, fakat meraklı bir vaziyet almış olmasına, İnsanın ulvî lâtifelerini, kalb ve aklını nefs-i emmaresinin arkasına düşürüp pervane gibi o fitne ateşlerine düşürtmesine, Sefih ve sarhoşça, şâşaalı eğlencelere karşı, çocuklar ve serseriler gibi, büyük makamlarda bulunan insanlar ve tesettürlü hanımların dahi o cazibeye kapılıp hakikî vazifelerini tatil ettirerek iştirak ettirmesi, küçük bir ihtiyaç ve âdi bir dünyevî zarar yüzünden elmas gibi dini vecibeleri terk ettirmesine, İnsaniyetin yaşamak damarı ve hayatı muhafaza etme cihazının, bu asırda isrâfâtla ve iktisatsızlık, kanaatsizlik ve hırs yüzünden bereketin kalkmasıyla ve fakirlik ve geçim sıkıntısının artmasıyla yaralanmış ve hayat şartlarının ağırlaşmasıyla zedelenmiş olmasına, Ve devamlı ehl-i dalâletin nazar-ı dikkati şu hayata çekerek, çok küçük bir dünyalık ihtiyacı büyük bir dinî meseleye tercih ettiriyor olmasına karşı: Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyânın şifalı ilâçlarının nâşiri olan Risâle-i Nur’un ve onun metin, sarsılmaz, sebatkâr, halis, sadık, fedakâr şakirtlerinin mukavemet edebileceğini kabullenerek herşeyden evvel onun dairesine girmenin, tam sadakatle, tam metanetle, ciddî ihlâs ve tam itimadla ona yapışmak lâzım geldiğinin ferâsetiyle, o acip hastalığın tesirinden kurtulacağına itimat etmek gerektir. Bu dehşetli, zulümatlı ve nifakı kuvvetli asrımızın sözkonusu dehşetlerine karşı yapılacak tek şey, Risâle-i Nur’larla meşguliyet, mesaileri iman hizmetine yönlendirmek; bunun neticesinde ise başa ne gelirse gelsin, teslimiyetle karşılayıp bütün bunların yine de ucuz olduğunu ve bizim kazandığımızı idrak etmek. ‘O belâlar, ehemmiyetsiz fani şişelerimizi ve cam parçalarımızı kırmalarıyla, bâkî ve uhrevî elmasları bize kazandırıyorlar’ diye sabır içinde şükretmek ve sevinebilmektir. Özellikle bu zamanda ve bilhassa dalâletten gelen umumi gaflet, siyaset ve felsefenin galibiyeti, enaniyet ve hodfüruşluğun heyecanlı asrında büyük makamların herşeyi kendine tâbi ve basamak yapmasına karşı duracak tek şeyin hakîki ihlâs olduğunu kabullenmek. İmana hizmetin çok büyük zarar olsa bile; halis bir hizmetkâr olarak, hakikat-i ihlâs ile, herşeyin üstünde iman hakikatlerini on adama ders vermeyi büyük bir kutbiyetle binler adamı irşad etmekten daha ehemmiyetli görebilmek. Kur’ân’ın aleyhinde bin seneden beri intikam alırcasına hazırlanan dinsizlerin itiraz ve şüphelerini giderecek bütün yolların kapandığı bir zamanda ortaya çıkan Risâle-i Nur’un, hem çabuk, hem herkes anlayacak bir tarzda en derin hakikatleri her kademedeki insana öğrettiğini anlayıp her fırsatta anlatmak. İnananlar arasına atılmaya çalışılan fitne, soğukluk, yabancılaştırma tuzaklarına karşı; hakkın hatırı için her türlü zahmete katlanıp birbirinin kusuruna bakmamaya karar vermektir. Haklı veya haksız olsa benlik yapmamak, cemaatin “şahs-ı mânevîsi” nâmına bu fazîleti gösterebilmektir. Mânevî fırtınalara; her tarafa sokulan dessas münafıklara karşı; çok ihtiyat, dikkat ve temkinde bulunmak lâzımdır. Cenâb-ı Hak bütün inananları ve insanlığı bu asrın dehşetinden muhafaza etsin ve istikametli, imanlı, saadetli, sağlıklı bir hayatı ihsan etsin.
16.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Halil USLU |
|
Hz. Eyyûb (as) ve su |
Mart ayının son günlerinde, aslında viran olmayan Viranşehir Kültür Merkezi’nde “100 yıllık süreçte Bediüzzaman” başlıklı bir konferans verdik. Aynı gecenin sabahında Eyyub Nebî Belediye Başkanı M. Yıldırım Beyin dâveti üzerine eğitimci Ömer Bey kardeşimle o nuranî aziz beldeye intikal ettik. Hem Eyyub (as), hem de Elyesa’yı (as) ziyaret ettik ve çok duygulandım, gözyaşlarımı tutamadım. Bu mübarek aziz zatları ziyaret, bizleri Kur’ân’ın derinliklerine ve bilhassa Eyyub Aleyhisselâm’ın hikmetlerle dolu hayatına götürdü. “Gökten yağmuru da indiren O’dur. Her şeyi Biz o suyla bitirdik de, sonra yeşillikler çıkardık…”1, “Allah’ın gökten bir su indirdiğini görmedin mi ki, onlardan rengârenk meyveler çıkardık. Dağlarda, kırmızılı siyahlı, muhtelif renklerde damarlar yarattık”2, “Ona ‘Ayağını yere vur’ dedik. İşte sana yıkanmak ve içmek için soğuk bir su.”3 Uzun süre yakalandığı hastalıkla pençeleşip sıkıntılı günler geçirirken dayanma gücünü ortaya koyan Hz. Eyyûb Peygamber’e (as) Cenâb-ı Hak kendi katından şifâ vermeyi murad edince, önce maddî ve zahirî sebepleri harekete geçirdi. Yeraltındaki şifalı sulardan birini onun imdadına sevketti. Ancak suyun yerini ve şifasını hazırlayan Allah, onu hemen yeryüzüne fışkırtmadı ve sebepleri harekete geçirdi. Belki bunda da asırlar sonra fehmedilecek ve yeni ilimlere menfez açacak sırlar ve hikmetler doluydu. Nitekim bugün ortaya çıkmıştır. Hz. Allah, Peygamberine (as) “Ayağını yere vur” emr-i İlâhîsini vermektedir. Bir hastalıktan, daha çok cilt ve benzeri marazdan dolayı soğuk su ile yıkanırken, biraz da o sudan içmekte sayısız faydalar söz konusudur. Bu faydalardan biri de; soğuk su cildimize dokununca kan içeriye doğru kaçar; biraz soğuk su içmek sûretiyle onun dengesini sağlamak mümkün olur. Ayrıca ateşli hastalıklarda doktor tavsiyelerine göre de soğuk su ile yıkanmanın faydası artık bilimsel açıdan da tesbit edilmiş durumdadır. En azından ateşi düşürmekte ve hâlsiz kalan vücuda zindelik kazandırmaktadır. Bazı âlimler, Hz. Eyyûb Peygamber’in (as) kaplıca suları ile tedavi olduğunu ve iki su kaynağının mevcut olduğunu, Hz. Eyyûb (as) bunların birinden içtiğini, diğeri ile de yıkandığını söylemektedir. Sağ ayağı ile yere vurduğunda yerden sıcak su çıkmış ve onunla yıkanmış; sol ayağı ile yere vurduğunda ise yerden soğuk bir su çıkmış, ondan da içmiştir. Böylece içinde ve dışında hastalıktan bir şey kalmayarak iyileşmiştir. Hz. Eyyûb (as) kıssasından anlaşıldığına göre, yer altındaki şifalı sulardan bir kısmı cilt hastalıklarına iyi geldiği gibi, diğer bir kısmı da iç hastalıklara iyi gelmektedir. Halk arasında ılıca, kaplıca, içmece, çermik gibi değişik isimlerle anılan şifalı suların tıp dilindeki bir adı da maden sularıdır. Bu suların hemen hepsi ayrı bir özelliğe sahiptirler. Üniversitelerimizin çeşitli zamanlarda yaptıkları araştırmalara göre şifa bulmak için kaplıcaya giden hastalar şöyle sıralanmaktadır: “Romatizmalılar, mide-bağırsak-böbrek ve safra kesesinden şikâyeti olanlar, cilt hastaları, nefes darlığı çekenler, kısırlık ve kadın hastalığı olanlar, kalp ve damar hastalığı çekenler, sinir ve baş ağrısından muzdarip olanlar ve şeker hastaları..” Her kaplıcanın özelliğine göre bir faydalanma şekli vardır. Kiminin suyunu içilirken, kimi ile banyo yapılır. Bir diğerinin çamur veya buharından istifade edilir. “Hazret-i Eyyub Aleyhisselâmın zahirî yara hastalıklarının mukabili, bizim bâtınî ve ruhî ve kalbî hastalıklarımız vardır. İç dışa, dış içe bir çevrilsek, Hazret-i Eyyub’dan daha ziyade yaralı ve hastalıklı görüneceğiz. ”4 Âlem pazarına bu cihetle bakıldığında; ibretler, haşmetler, hikmetler ve sırlar görülmektedir. Bu sırra erenlere ne mutlu...
Dipnotlar:
1- En’âm Sûresi: 6/99. 2- Fâtır Sûresi: 27. âyet. 3- Sâd Sûresi: 42. âyet. 4- B. S. Nursî, Lem’alar, 2. Lem’a, Birinci Nükte.
16.04.2010 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Kemalizmin kisveleri |
Bu memlekette o kadar çok Kemalist, ya da Atatürkçü geçinen kişi ve gruplar var ki, hangisinin gerçek, hangisinin sahte olduğunu tesbit etmek imkânsız hale gelmiş. Hoş tesbit edilse ne olacak? Kemalizmin o kadar çok versiyonları türetildi, o kadar çok kisvesi icad edildi ki, iki–üç istisna dışında Kemalistin hemen her çeşidine rastlanır bir hale gelindi. Bu versiyonları kategorize etmek gerekirse, belli başlı kısmını şu şekilde sıralamak mümkün: 1) Darbeci Kemalistler 2) Halkçı Kemalistler 3) Milliyetçi Kemalistler 4) Eyyamcı Kemalistler 5) Cuntacı Kemalistler 6) Lâdini Kemalistler 7) Dindar Kemalistler Son zamanlarda en çok yaygınlık kazananı ise, ne yazık ki "Dindar Atatürkçüler." Diyanet Teşkilâtının başındakilerin sözleri taze örnek olarak önümüzde dururken, camilerde okutturulan hutbeler üzerindeki "Kemalist tasarruf"lu yönlendirmeler, işin vehametini gözler önüne seriyor. Öte yandan, "dinî yayın" yapan gazetelerin çoğu, mâlum günlerde birbiriyle riyâkârlık yarışına girerken, Kemalizmin bilhassa "1923 modeli"ne takılıp kalmaları son derece düşündürücü geliyor. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, bir de "Nutuk" kitabını basma, pazarlama ve okutma yarışı başladı. İktidar partisiyle paralel hareket eden İTO yönetimi, Nutuk'u basarak kendince büyük bir hizmet yaptığını iddia ediyor. Yine iktidar partisiyle tamamen haşir–neşir vaziyetindeki bir yayın grubunun Türkiye genelindeki mağazalarında Nutuk kitabı için "indirimli satış kampanyası" düzenlendi. Aynı grubun kurduğu bir yayınevinin basmış olduğu Risâle–i Nur Külliyatında ise—akıl almaz bir tasarrufla—bizzat müellifinin koyduğu bazı bahisler sansürlendi. "Nasıl olur yâhû?" veya "Bu kadarı da olmaz ki canım!" dediğinizi duyar gibiyim... Burası Türkiye. Bal gibi de oluyor. Eğer siz "Dindar Atatürkçülüğe" itibar eder, yahut bu temayülde olanlara prim verirseniz, işte böyle gelirler ve sizin tâ "harim–i ismet"inize kadar girerler. Evet, bütün bunlar maalesef "Dindar Kemalist" tâbirinin mâsadakı olan bugünkü siyasî iktidar kadrolarının sayesinde oldu. Üstelik, bunda bazı kardeşlerimizin—bilmeyerek de olsa—reyi, duâsı, teveccühü, yahut başka türlü desteğinin önemli miktarda payı var. Sizden şunu ricâ ve istirham ediyoruz: Lütfen, duâ ve desteğinizi çekin artık "Dindar Kemalistler"in arkasından. Göreceksiniz ki, payandaları bir bir yıkılacak ve hâk ile yeksân olacaklar. Evet, yukarıda sıraladığımız gibi, Kemalizmin değişik kisveleri, farklı versiyonları var. En tehlikeli ve en çok zarar vereni ise, "dindarlık kisvesi" altında yapılanıdır. ("En tehlikeli ahbab"ı tahattur edin...) Son olarak ifade edelim ki: Kemalizmin içinde barınamadığı, kisvesine bürünemediği ve elini uzatıp da ona tutunamadığı belli başlı iki dal var. Bu iki dalın birincisi hürriyettir; İkincisi ise demokratlıktır. (Evet, işte bir tek bu "Ahrar–Demokrat" kisvesine bürünemiyor. Ki, Üstad Bediüzzaman da meselenin en sağlam yerinden, yani içtimaiyatın en kuvvetli halkasından tutmayı tercih etmiş.) Esas Kemalistler ülkede hakim oldukları dönemlerde, ne muhalif bir fikre tahammül edip hürriyet hakkı tanımışlar, ne de bir başka partinin boy verip yeşermesine fırsat vermişler. Biz Kemalizmin her çeşidinden, her türlü versiyonundan uzak durmaya çalışıyoruz. Açıkça ifade edelim ki, onların da bizden fersah fersah uzak durmasından memnuniyet duyarız.
16.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Rifat OKYAY |
|
Nice manevî baharlara! |
Yirminci asrın karanlıklarının aydınlandığı, karabulutların aralandığı, siyah alacalığın beyaza dönmeye başladığı müjdeli günler, zamanlar içinde nurlu bir baharı karşılıyoruz… Osmanlının inkirazından bu yana, hatta yüz elli senedir böyle Müslümanların lehine, hak ve hukuklarının adeta iadesi ve teslimi mânâsında, hadiseler hatırlanmaya, yaşanmaya ve hayatın içinde bir bahar havası içinde görülmeye başlandı… Bahar geldi; nurlu ve müjdeli bu manevî bayram havası içerisinde, biz de dünyamızdaki bahar havasını güzel bir huzu ve huşu içerisinde temas edebiliriz… Semanın masmavi tabakası içinde Nuranî bir Zatın, Nur-u İlâhinin aydınlattığı dünyamız üzerindeki üç yüz bin nebatat ve mahlûkat dirilmeye başladı… Haşri inkâr edenlerin rağmına geçen seneye göre aynen veya mislen yeniden hayat buluyorlar, canlanıyorlar. Bize hayat bahşeden, Hayy olan ve hayatın her nevîni kâinat sayfalarında dokuyan Rabbimizin kudret kaleminin işlediği sayısız hayat sahibi mahlûk baharda diriliyor, canlanıyor. Binbir ses ile birbirlerini ve hayatı hayatın içindeki nimetlerle hayatı vereni bilen, hatırlayan sayısız yaratılmış, Yaradana hamd ve şükür ile teşekkürde bulunmaya başlıyor bahar mevsiminde. Su sesi, kuş sesi, rüzgâr sesi üçlü bir armoni ile bütün mahlûkat adına adeta “bahar geldi, baharı Rabbimiz ihsan etti, bizleri rızıklandıran, bizlere şefkatle muamele eden, bakan ve kollayan Rahman ve Rahim olan Rabbimiz bizlere baharı ihsan etti” diye hadsiz lisanlarla kâinata ilân etmeye başladılar. Bulutların arasında şefkat ve merhamet elinin timsali gibi, Yaradanın adına baharda hayatlanacak bütün mahlûkata “Buyurun, hoş geldiniz” diyerek tebessüm eden, gülen ve güldüren güneşimiz, maddî âlemi binler mânâ âlemlerini düşündürecek, tefekkür ettirecek şekilde aydınlatmaya başladı Elhamdülillah… Bülbüllerin serbaşlığında açan güllere, lâlelere, menekşelere, papatyalara, sayısız çiçeklere ne demeli? Nasıl yepyeni giydikleri elbiselerle bahara “hoş geldin” diyorlar, baharın binbir rengi içinde kâinatın nağamatına iştirak eden tesbihte ve zikirde bulunuyorlar… Her yaratılmış, her mahlûk kendi adına, kendi lisanıyla şu bahar sayfasında kendisini anlatırken, zikir ve tesbihde bulunurken, Rabbi Rahimimizin izzet-i ikramıyla ve ihsanıyla nazenin ve nazlı yaratılan insanoğlu, İslâmın ve dinlerin şerefli mensupları bütün mahlûkatın, bütün zamanlarda yaptıkları dualarıyla, tesbihleriyle, zikirleriyle Rahman-ı Rahimin dergâhına ibadetlerinde, dualarında özellikle namazda ve tahiyyatta küllî olarak takdim ediyorlar. Bu noktadan insan olan insan ve şerefli mahlûkat insan Müslüman, mü’min ne kadar Allah’a hamd etse, şükür etse, zikir ve tesbih etse azdır. Suların başların taşlara, kayalar vurarak adeta öldüklerini haber veren o muazzam tesbih ve zikirlerinde bir bütün olarak kâinatın nadide çiçeği dünyamızda bahar mevsiminde sayamayacağımız çoklukta muazzam bir mahlûkat cemaati çok büyük bir zikirle, tesbihle hem kendileri canlanıyor, hayat buluyorlar, hem de izni Rabbani ile diğer bütün mahlûkatın hayatlarına sebep oluyorlar. İşte baharın gelişinde şırıl şırıl akan dereler, sessiz fakat mağfur ve mağmur olarak ip gibi inen yağmurların taneleri bize baharı sözle haber veriyorlar. Şimdi Rabbimizden ümid ediyor ve bekliyoruz ki, şu helâket ve felâket asrının baharına girdiğimiz şu günlerde, bizlerden rahmetini ve merhametini esirgemesin İnşallah. Hepimizi baki bir âlemin tarlası olan şu dünyamızdaki geçici baharların netice vereceği baki âlemlerdeki baki baharların olacağı mekânlara idhal etsin, çağırsın İnşallah… Nice nurlu baharlarda yaşayacağımız nurlu günlere kavuşmak dileğiyle.
16.04.2010 E-Posta: [email protected] |
İsmail TEZER |
|
Said Nursî ve Deniz Baykal |
Biliyorum bu iki ismi bir arada zikretmenin dikkate değer bir sebebi olmalı. Baykal, Cumhuriyet tarihinin en köklü partisi olan Halk Partisi geleneğinin şimdiki temsilcisi. Bediüzzaman’sa, sağlığında, bu geleneğin kendisine hayatı zindan ettiği bir şahsiyet. Ne var ki, önceki gün katıldığımız, Diyanet’in organize ettiği Kutlu Doğum Haftası’nda Deniz Baykal’ın verdiği mesajlar, ilginç bir şekilde Said Nursî’nin yıllar yılı verdiği mesajlarla örtüşüyordu. Yanlış duymadınız, ufak tefek bazı nüanslar dışında, Baykal söyledikleriyle Bediüzzaman’ı teyid edip durdu. Ne mi dedi Baykal? Takip edelim: “Kur’ân, adı konmuş belli bir siyasî rejimden bahsetmemekle birlikte, elbette siyasetle ilgili ölçüler de verir. Meselâ der ki Kur’ân: ‘Adaletli olun, şûrâyı esas alın, işi ehline verin’. “Padişahlık da olsa, cumhuriyet de olsa, demokrasi de olsa... fark etmez bütün siyasî rejimler bunu esas almalıdır. Yani adaletli olmalı; istişareyi, meşvereti esas tutmalı. Bakın biz parti olarak da ne yapıyoruz; istişare ediyoruz. İşte Kur’ân’ın mesajıdır bu. Peygamberimiz’in uygulamasıdır. Dört halife döneminde de vardır bu.” Evet, yanlış okumadınız, üç aşağı beş yukarı Deniz Baykal’ın sözleri bunlar. Şimdi de, Said Nursî’nin Meşrûtiyet’in ilân edildiği yıllarda, yani ‘yüz yıl önce’ söylediği o sözü aktaralım: “Cumhuriyet* ki, adalet, meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvetten ibarettir.” Evet, cumhuriyet; adalettir, meşverettir (istişare), kuvvetin kanunda toplanmasıdır. Yine o, 1935’te zulmen sevk edildiği Eskişehir Mahkemesi’nde, kendisine “Cumhuriyet hakkındaki fikrin nedir?” dendiği zaman, kendisinin dindar bir cumhuriyetçi olduğunu ifade etmiş ve aynen şunu söylemiştir: “Hulefâ-i Râşidîn (dört halife), herbiri hem halife, hem reis-i cumhur idi. Sıddîk-ı Ekber (ra), Aşere-i Mübeşşere ve Sahabe-i Kirama elbette reis-i cumhur hükmünde idi. Fakat mânâsız isim ve resim değil, belki hakikat-i adaleti ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan mânâ-yı dindar cumhuriyetin reisleri idiler.” Yani Padişahlık, Meşrûtiyet, Cumhuriyet ve Demokrasi olmak üzere dört devre de şahitlik etmiş olan Bediüzzaman Said Nursî, Padişahlık döneminde ne söylediyse, Demokrasi döneminde de onu söylemişti. Ve o, bugün Kutlu Doğum Haftası münasebetiyle başta Diyanet İşleri Başkanı olmak üzere, TBMM Başkanı M. Ali Şahin, Devlet Bakanı Faruk Çelik, CHP ve BBP genel başkanları, vs. tarafından, problemlerden çıkış için vurgulanan ‘Asr-ı Saadet’i yıllar önce dile getirmişti. “İman ne kadar mükemmel olursa, o derece hürriyet parlar. İşte Asr-ı Saadet!” (Münâzarât, s. 59) demişti. Yani “Kur’ân’ın ve Hz. Peygamber’in mesajı” ne kadar iyi ve doğru anlaşılırsa, o kadar ‘temel hak ve hürriyetler, demokrasi’ parlar demişti. O, Meşrûtiyeti de, Cumhuriyeti de, Demokrasi’yi de İslâm namına alkışlamış, sahip çıkmıştı. Tabiî ki, ‘adalet ve hürriyetleri gerçek mânâda tesis eden’ şekliyle... ‘İsim ve resimden ibaret bir cumhuriyet’ değildi onun savunduğu. ‘İstibdad-ı mutlak’ mânâsında uygulanan bir cumhuriyetse, hiç değildi. Evet, nereden nereye, değil mi? Kimin aklına gelirdi, Said Nursî’nin yıllar yılı savunduğu değerlerin, kendisine her türlü zulmü reva gören bir geleneğin temsilcisi tarafından bugün seslendirileceği... Ama vâki işte... Acı ki vâki... Sevindirici ki vâki... Ağlayalım mı, sevinelim mi karar veremedik doğrusu... Baykal, daha buna benzer çok şeyler söyledi... “Din inhisar altına alınamaz, siyasete âlet edilemez” dedi. Bu sözleriyle de yine, “Bir kısım dindar ehl-i siyaset, dini, siyaset-i İslâmiyeye âlet etmeye çalışmışlardı. İslâmiyet güneşi yerdeki ışıklara alet ve tabi olamaz. Ve âlet yapmak İslâmiyetin kıymetini tenzil etmektir, büyük bir cinayettir” diyen Bediüzzaman’ı teyit etmiş oldu. Ama ne acı ki, yıllarca Bediüzzaman’ı “Sen dini siyasete âlet ediyorsun” ithamına maruz bırakarak, kendisine zulmeden bir geleneğin temsilcisi olarak... Hâsılı, günümüz problemlerinden çıkışın yolu, Baykal’a göre de “Hz. Peygamber (asm) ve Kur’ân’ın verdiği mesajlar”dı. Dileyelim ki, Baykal, Kutlu Doğum Haftası vesilesiyle, kendisinin de ifadesiyle ‘huzurlarına çıkmaktan onur duyduğu’ salondaki ‘dindar kitle’ye hitaben verdiği mesajları, Meclis kürsüsünde de her zaman seslendirir. İşte o zaman sahici ve samimî addedilir Baykal... Bunu gerçekten çok istiyoruz. Tıpkı Said Nursî’nin yıllar önce CHP genel sekreteri Hilmi Uran’a samimiyetle yazdığı mektupda istediği gibi... Bir hatırlatma: Deniz Baykal konuşması sırasında okuma seferberliği de istedi. “Dinin ilk emri okudur” dedi. Dedi, demesine de yıllar yılı başörtüsü sebebiyle okul kapılarından uzaklaştırılan genç kızları unuttu. Hem de bu yasağın baş destekçisi kendi partisi olduğu halde. Öte yandan, Baykal’ın “İslâm dini ile Müslümanların meydana getirdikleri fıkıh özdeş değildir” ifadesi de çok tartışılmaya muhtaç. Dinin iman, ibadet, ahlâk, muamelât ve ukubat alanlarında, hayatın bütününe yönelik esas ve hükümlerini tedvin çalışması olarak tanımlayabileceğimiz fıkhı İslâmdan ayrı bir şeymiş gibi göstermek yanlış. Kast edilen, özellikle medenî hukuk ve kamu hukuku açısından çağın getirdiği yeni ihtiyaçlara cevap verecek içtihadların yeterli ölçüde yapılamayışı ise, bunu söylemenin yolu, tarih boyunca Müslümanların günlük hayatını tanzim eden ilmihallerin kaynağı niteliğindeki fıkıh bilimini İslâmdan ayrı göstermek gibi, Cumhuriyet elitlerinin düştüğü derin yanılgıyı sürdürmek olmamalı. Fıkıh, İslâmın ayrılmaz bir parçasıdır. Ama belli alanlarda gelişemediyse, bunun gerek tarihte, gerekse günümüzde hangi sebeplerden kaynaklandığını iyi teşhis ve tesbit edip, bunların izalesi cihetine gidilmesi gerekir. Bu noktada Baykal’a, daha evvelki bir konuşmasında referans gösterdiği İmam-ı Âzam’ın en önemli eserlerinden birinin isminin Fıkh-ı Ekber olduğunu da hatırlatırız. Bir söz de Devlet Bakanı Faruk Çelik’e. Hz. Muhammed’i (asm) ifadeleriyle en iyi anlatan geçmiş büyükleri bir bir saydı. Ama, Hz. Muhammed’i (asm) ve onun gönüllerde yaptığı büyük inkılâbı en özgün ifadelerle çağımız insanına aktaran Said Nursî’yi—nedense—unuttu. Hatırlatalım istedik. Kutlu Doğum Haftanız bir kez daha mübarek olsun...
* Bediüzzaman, o zaman ‘Meşrûtiyet’ demiş, sonradan bizzat kendisi ‘Cumhuriyet’ şeklinde değiştirmiştir.
16.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Amerika “dönüşü”! |
Anayasa değişikliği paketi, hafta başından itibaren Meclis Genel Kurulunda görüşülecek… Bilindiği gibi ana muhalefet partisi, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun ve Anayasa Mahkemesinin yapısını yeniden düzenleyen maddelerle “partilerin kapatılmasının zorlaştırılması”na dair maddenin “paket”ten çıkarılıp ayrıca müzâkeresi halinde, geri kalan maddelere tam destek vereceğini deklare etmişti. Başbakan Erdoğan’a açık çağrıda bulunan Baykal, çoğu insan hakları ve hürriyetlerine dair düzenlemeleri referanduma gerek kalmadan Meclis’ten geçireceklerini bildirmişti. Gerçi Meclis Anayasa Komisyonu’nda da mutâbakata varılan 24 maddede de ciddî eksiklikler var. Defalarca yapılan “son dakika değişiklikleri” de “teklif”i tekmil etmiş değil. Örneğin 12 Eylül darbecilerini koruyup kollayan “geçici 15. madde” değiştiriliyor; lâkin darbe dönemi sorumlularını yargılayacak herhangi bir yasal düzenleme yok. Yine yüzlerce subay ve astsubayı yargısız, sorgusuz- sualsiz ihrâç eden, anayasanın 125. maddesine Yüksek Askerî Şûrâ’nın (YAŞ) Silâhlı Kuvvetlerden her türlü ilişik kesme kararlarına karşı yargı yolu açıktır” ibâresi ekleniyor; ancak yargı denetimini kısıtlayacak “YAŞ kararları yargı denetimi dışındadır” cümlesi metinde bırakılıyor. Ayrıca 145. maddedeki “askerî yargı” alanı daraltılıyor; ama Askerî Yargıtay’la demokratik hukuk devletinde olmayan yargıda “iki başlılık” devam ediyor. Keza memurlara “sözleşme hakkı”ndan bahsediliyor; fakat demokratik Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) önerdiği “memurlara sendikal hakları”, çalışma barışı ve adaletini sağlayamıyor, emekliler arasındaki dengesizliği gidermiyor; daha sonra çıkarılacak yasaya havale ediyor…
“UZLAŞMA”DAN CAYILMAMALI… Kısacası, noksanlıklarına rağmen başta 12 Eylül darbecilerinin yargılanması ve YAŞ kararlarının yargı denetimine tabi tutulması olmak üzere fevkalâde önemli ve âcil düzenlemeler bulunuyor… Bundandır ki Amerika’ya gitmeden önce havaalanında, her ne kadar “Biz de en az Sayın Baykal kadar Şark kurnazlığını ona yaparız” tepkisiyle Baykal’ın teklifini Cumhurbaşkanının görev alanına müdahâle olarak değerlendirse de, “Şimdi bu tür bir yaklaşım var. Böyle bir şey düşünülüyorsa Meclis başkanımızın başkanlığında grup başkanvekillerinin yapacağı çalışmadır. Eğer böyle bir çıkış varsa biz bunda ve her türlü olumlu adımda varız” ifâdeleri, en azından sözü edilen maddelerde uzlaşma beklentisini arttırdı. Nitekim bu havayla ana muhalefet temsilcileri başta Meclis’teki iktidar partisi olmak üzere Meclis gruplarını ziyaret edip, “tasarı” hakkındaki tekliflerini ilettiler. Ardından AKP sözcülerinin “teklifi inceledikleri” ve Başbakan’ın Amerika dönüşünü beklediklerini bildirmeleri, kamuoyunda olumlu bir hava estirdi. En azından “mini paket”in kamplaşma ve kutuplaşmayla “demokratik açılım” gibi basit ve günübirlik siyasî rant ve hesaplarla heba edilmeyeceği umudu doğdu. “Paket”in tefrikiyle toplumun demokratik aygıtı ve akl-ı selim devreye girecek; demokratik süreç başlayacaktı. “Paket”e toptan sahip çıkılacak; kısmen de olsa antidemokratik ayrıklar birlikte ayıklanacak, siyaset, “ya hep-ya hiç” çıkmazından kurtulacaktı…
MUTÂBAKAT HEBA EDİLMEMELİ Buna göre “kanun önünde eşitlik”, “özel hayatın gizliliği”, “kişisel verilerin korunması”, “seyahat hürriyeti”, “âilenin korunması”, “çocuk hakları”, siyasî yasakların beş yıldan üç yıla indirilmesi”, “kamu denetçiliği ombudsmanlığının kurulması” ve “memur disiplin kararlarının yargı denetimine tabi tutulması” gibi AB’nin öteden beri talep ettiği temel hak ve özgürlükler Meclis’in nitelikli çoğunluğuyla kabul edilecek; AB’ye ve dünyaya Türkiye’nin demokratikleştiği mesajı verilecekti… Geri kalan tartışma konusu üç maddenin üzerinde de AB’nin “İlerleme Raporları”nda ve “Venedik Kriterleri” çerçevesinde bildirdiği “demokratik yargı reformu”nun yolu açılmış olacaktı…Ne var ki Erdoğan, Amerika’dan döner dönmez ayağının tozuyla, önceki açıklamasının tam tersiyle Baykal’a “Hayır!” restini çekti. “Bu konuyu bu kadar sulandıranlara karşı adım atmamız sözkonusu değil” cevabını verdi. Atışmaları tekrarladı. Önerilere açık olmadığını, “Gelin parlamentoda görüşelim. Ama millete gidelim diyorsanız ona da varız” meydan okumasıyla baştan kesip attı. Böylece bahar çok kısa sürdü, siyaset yeniden savruldu. Bir defa daha politik süreçteki polemiklere dönüldü…Ve gelinen noktada, Başbakan’ın daha önce arabulucu olarak işâret ettiği AKP’li Meclis Başkanı’nın, “Benim yapacağım bir şey yok, uzlaşmayı da ihtimal dahili görmüyorum” ikrarıyla bu durum teyid edilmiş oldu. Daha önce Cumhurbaşkanı’nın ifâdesiyle bu tür politik inatlarla “demokratik sivil anayasa fırsatı”nı kaçıran Türkiye, hiç olmazsa “mini paket”te mutâbakatı kaçırmamalı… Akıbeti hayrola…
16.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Mehmet KARA |
|
Gündem yoğun o zaman… |
“Gündem çok yoğun, dolayısıyla size de haber ve yorum yazacak konu çıkıyor” diyor birçok okurumuz, eşimiz, dostumuz… Ancak, Türkiye’de konular o kadar çabuk gündeme geliyor ve gündemden o kadar çabuk düşüyor ki, takip etmekte zorlanabiliyoruz. Ajansları takip ederken, televizyondan haberleri izlerken, haberin içinde boğuşurken, bazen ipin ucunu kaçırıyorsunuz, “Bir hafta önce ne olmuştu?” diye düşünmeye başlıyoruz. Millet de aynı durumda kalıyor. Uzunca bir süreden beri ortaya bir şey atılıyor, sonrasında o, orada bırakılıp yeni bir konu gündeme getiriliyor. Dolayısıyla birkaç gün önceki gündemi unutuyoruz ya da unutturuluyor. Şimdi gündemimizde anayasanın üçü geçici olmak üzere toplam 30 maddesinde yapılmak istenen değişiklik var. TBMM Anayasa Komisyonunda 3 gün boyunca 43 saat süren çalışmanın ardından anayasa değişikliği teklifi kabul edildi. Paket, Pazartesi gününden itibaren—bir değişiklik olmazsa—Meclis Genel kurulunda görüşülmeye başlanacak. Peki başka ne var gündemimizde… CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’a Van’da yumurtalı saldırı ile, DTP’nin eski eşbaşkanı Ahmet Türk’e Samsun’da yapılan provokasyon kokan çirkin saldırı? Peki başka? Söylediğimiz alışkanlık sebebiyle başka bir konu konuşmuyoruz. Pazartesi'den itibaren bunları da konuşmayız. Bir hafta anayasa değişikliğini konuşuruz ve diğer konuları rafa kaldırırız. Sonra başka bir konu…
* * * Halbuki… Bir dönem demokratik/Kürt açılımı ile başlayıp, millî birlik projesine dönüşen, sonrasında Alevî, Roman, san'atçı açılımı ile devam eden “açılımlar” adına neler yapılıyor, bileniniz var mı? Demokratik açılım çerçevesinde özgürlükler genişleyecek denilmişti. Aylardır hangi özgürlüğümüzde genişleme oldu? Peki, “Ekonomi düze çıktı, enflasyon tek rakamlı hale indi” deniyor. Milletin cebinde bir rahatlama oldu mu? İşsizlik büyük rakamlara çıktı. Bu yüzden ahlâkî dejenerasyonlar arttı. Bunları konuşuyor muyuz? Geçen yıl Kur’ân kurslarında yaş sınırlaması kaldırılması için hazırlık yapıldığı söylenmişti. Peki ne safhada? 28 Şubat’tan beri olduğu gibi yine çocuklar bu sene de yaz Kur’ân kurslarına gitmek için yaşlarının büyümesini mi bekleyecekler? Yaşı dolmayanlar yine kapıdan içeri sokulmayacak mı? Hani, insanlar inandığı gibi, özgürce istediğini giyebilecek, istediği okula istediği kıyafetle girebilecekti. Son YGS sınavında gördük. Perukla dahi çocuklar sınavlara giremediler. Üstüne üstlük yaşını başını almış, kariyer yapmış bir sınav görevlisi 18-19 yaşındaki bir çocuğun ruhsal durumunu dikkate almadan peruğunu tuttuğu gibi çıkarıvermiş! Büyük bir görev mi yaptığını tahmin ediyor? Kime ya da kimlere şirin gözükmek adına bunu yaptı? Hiçbir yasal dayanağı olmayan bu yasağı neye göre uyguladı? İzmir’de başörtülülere paso verilmiyor. Özel bir dershane, öğrencilerini okulları tanıtmak adına Ankara’da bir üniversiteye götürmeye karar veriyor, ama başörtülü öğrenciler kampüse dahi alınmıyor. Yine özel bir dershanede bir öğretmen (!) başörtülü öğrencilere hakaretler savurmakta bir beis görmüyor. Başka bir dershaneye bir velinin borcu olduğu için anne hapishaneye atılıyor, çocuk intihar ediyor. Bunları konuşmayacak mıyız? Ya da ne zaman konuşacağız? Sıra bunlara ne zaman gelecek? Yine YGS’de garip bir uygulama daha yapıldı. İki sene önceki bir sınavda kopya çekme olayı yaşandığı için Mardin’in Kızıltepe ilçesinde sınava girecek örenciler âdeta cezalandırıldı. Sınav için Bolu’ya, Muğla’ya hatta Kıbrıs’a gitmek zorunda kaldılar. Bazı öğrenciler ise parası olmadığı için sınava dahi katılamadılar. Bunun hesabını kim verecek? Avrupa Birliği meselesi, Irak’ta seçimden sonra yaşanan katliâmlar niye gündeme gelmiyor? Bir taraftan Ankara’nın bir yerinde İsrail’e diklenilirken, yine ona yakın bir mekânda İsrailli yetkililerle kucaklaşılıyorsa, bunun yanlış olduğu niye anlatılamıyor? Yukarıda bir kısmını saydığımız meseleler bu ülkenin meselesi değil mi? Bunu söylesek veya yazsak, “Gündem yoğun. Şimdi onları konuşmanın vakti değil. Şimdi şu meseleyi konuşacağız…” denilecektir. Bunca gündem arasında yazı yazmak ne kadar zor bir işmiş meğer… Biraz olsun meramımızı anlatabildik mi bilemiyoruz.
16.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Şükrü BULUT |
|
Bahar bayramı… |
Bediüzzaman Hazretleri “Herkes ayinesinin müşehedatına tâbidir” diyor. Yani herkes aynasındaki görüntüye göre davranır. Elbette ki baharımızın başkalarının baharından farklılıkları olacaktır. Teennî ile gelen bu baharımızın çiçeklerini henüz karlar kapatmadığından, geçen bahara nisbeten mutlu olduğumuzu duymuşsunuzdur. Avrupa bu sene teennî, dikkat ve hikmetle yürümeye, “baharına” ayak uydurmaya çalışıyor. Baharın vürûduyla nasıl ki, çiçekler hemencecik budaklardan başlarını uzatmıyorlarsa, Avrupalı ehl-i mektep ve ehl-i kitap “derinlerdeki müsbet değişim” işaretlerine rağmen itidal ve sessizliklerini koruyorlar. Semavî dinlere düşman “hakim cereyanın” panik içinde başta Katolik kilisesi olmak üzere, ehl-i kitap ve ehl-i mektebin mahfillerine yaptıkları ataklar, Elhamdulillah hedefe ulaşmadığı gibi, o cephelerdeki mücahitlerin yanlışlarını düzeltmelerine ve eksikliklerini gidermelerine vesile olacaktır İnşaallah. Kahraman Mixa, geleneksel Hıristiyanlığın yanlışlarından dolayı “taş yağmuruna” tutulurken, itidalini kaybetmeksizin “insanlığın asıl çerçevesini” müdafaaya devam ediyor. Deccaliyetin yalancı baharlarının mahiyeti ortaya çıkınca, Kırgızistan halkı da Ukrayna'yı takip etti. Maalesef zalimler, Kiev'de başaramadıklarını Bişkek'te icra ettiler, aralarında masumların da bulunduğu epey kan döküldü. 11 Eylülcülerin “para, rüşvet ve halkı iğfali” ile devrimlere girişen kanadın üst üste uğradığı mağlûbiyet, insaniyet için de bahar bayramının ilk belirtileri olsa gerek. Gönül arzu ediyor ki; Avrupa'da neocon ve neoliberalleri temsil eden Sarkozy, Berlusconi ve Merkel ekiplerinin süresi dolmuş olsun. Zira, bir taraftan sivil toplum örgütlerini, diğer tarafta devletin eğitim ve sosyal kurumlarını kullanarak, bu “gizli kızıllar” Avrupa'daki insanî değerleri fevkalâde tahrip ediyorlar. “Materyalist ahlâkı” esas alan bu ekip, komünizm icraatını “kapitalizm formatı” içinde Avrupa halklarına yaşattırıyorlar. Turuncu devrimin geri çekilmesi, Avrupa'daki “modern bolşevikleri” de gerilettirecektir diye düşünüyoruz. Biliyorsunuz ki, Avrupa “hikmet diyarı”dır aynı zamanda. Daracık alanlara planlı ve çok itinalı kurulmuş şehirlerin en güzel köşeleri rengârenk çiçeklerle ve dünyanın en güzel çiçekli ağaçlarıyla süslenmiş parklardır. Mart ayının ortalarından Mayıs sonlarına kadar gözleri, kalpleri ve gönülleri mütemadiyen mest eden “çiçekli bitki ve ağaçların” bu uzun resmi geçidine bir başka dünya ülkesinde rastlanır mı acaba? Zannetmiyorum. Zira bu ülkedeki şehircilik ve çevre; dakik plan, ince düşünce ve global bakışlara dayanıyor. Dediğimiz gibi: Hikmet diyarı… Mevsim bir sayılsa da, baharın ayları diyarlara göre isim kazanıyor. Akdeniz kıyılarında Şubat sonlarında başlayan bahar, Nisan’ın ortalarına varamıyor. Kuzeye yükseldikçe Mayıs’ı da kucaklıyorsunuz. 1 Mayıs’ın dünyaya bahar bayramı olarak dikte edilmesi, kültürel emperyalizmin bir neticesi olamaz mı? Sydney ve Melbourne 1 Mayıs’ı nasıl kutlasınlar ki… Çiçekleri Ekim’de başlayıp Kasım’da yaprağa duran bu tabiatın bayramı da ayrı olmalı değil mi? Baharın Müslümanlar için daha farklı bir mânâsı var. Güzeller güzelinin “Amine´nin” budağından çiçek açtığı mevsimdir bahar. Ve ismi de Rebi'dir. Rebi'i Araplar bütün güzel mevsimler için kullanırlar. Nisan, ma-i Nisan, dördüncü ve “ilk bahar...” Denilebilir ki; kuzey yarımküredeki Müslümanların baharı Nisan'da gizlenmiş. Tabiat hayatın akışını sağlayan “baran-ı rebi´” gibi. Siz basitçe “Nisan yağmurları” da diyebilirsiniz. Baharın coğrafya ile ve o coğrafyada mukim insanlarla irtibatı cihetinden diyoruz ki, her millet kendi bahar bayramını kendisi seçsin. Gününü, merasimini ve muhtevasını… İster “Rebi´” desinler, ister “Nevruz” desinler, isterlerse “Frühjahr...” İnsanlığın vahşet, kölelik, esaret ve ücretliler dönemlerinden sonra, hakikî “hürriyet” devrine girdiği bir zamanda, “1 Mayıs bahar bayramını” deliler gömleği gibi bütün dünyaya giydirmenin akıl ve mantıkla ilgisi olmasa gerek. 1 Mayıs’ın anavatanı Avrupa'nın kuzeyleridir. Biz de aynı coğrafyadaki güneşe el salladığımızdan, 1 Mayıs’ı bayram olarak kabul ediyoruz, ancak Avrupa'nın dinsiz ve sefih kısmının anladığı mânâda değil. Bu mevsimdeki inkılâbı, “maddî ve manevî bir teceddüt” kabul ederek, fıtratın Sahibine bu mevsimde daha çok yöneliyoruz. Bayramı; tefekkür, tezekkür, teşekkür ve temâşâ duygularını felç edip devre dışı bırakarak kutlamıyoruz. Her çiçeğe, böceğe, kelebeğe, sineğe, ağaç ve kuşa ap ayrı bir mânâ yükleyerek, kendimizle birlikte onları da tebrik ederek bahar bayramlarını kutluyoruz. Türkiye için 1 Mayıs’ın azıcık geç olduğunu düşünüyoruz. Datça'da, Anamur'da, Samandağı ve Iğdır'da 1 Mayıs tatilini kutlayan çocukların dut ağaçlarının tepesine çıktığını gördüğünüzde, siz de 1 Mayıs'ın bahar bayramı olarak bize uygun olmadığını kabul edeceksiniz. Fakat herşeye rağmen baharımızdan çok memnunuz. Onun sinesine sakladığı güzel mevsimleri ve meyvedar zamanları dört gözle bekliyoruz. Haşrin en büyük ispatı veya provası olan baharla birlikte, hakikî İsevîlerin, ehl-i Kur'ân ve ehl-i mekteple ittifak ederek “şimal kuvvetlerini” püskürttüğünü, bir bahar müjdesi olarak siz sevgili okuyucularımıza arz ediyoruz. Daha nice baharlara, İnşaallah…
16.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Risale-i Nur’la bozulan planlar |
Diyanet İşleri Başkanı, Elmalılı tefsiriyle Sahih-i Buharî Muhtasarı’nın neşredilmesini, “Atatürk’ün din konusunda toplumu doğru bilgilendirmek istemesi”ne bağlıyor. Buradaki “doğru bilgilendirme”den kastın ne olduğunun açıklığa kavuşturulması gerekiyor. Bu noktada, dini reddeden bir anlayışın “doğru”su ile, dine içtenlikle ve yürekten inanan bir yaklaşımın “doğru” algısı taban tabana çelişir. Bardakoğlu’nun bahsettiği “toplumu doğru bilgilendirme isteği” bunlardan hangisine uyar? Dün bir kısmını hatırlattığımız hatıra ve kayıtlar, o dönemde bir tefsir yazdırılışındaki asıl niyetin, “Kur’ân tercüme edilsin; tâ—hâşâ—ne mal olduğu bilinsin” planı olduğunu gösteriyor. Ne var ki, Cenab-ı Hak, mukaddes kitabı için yazılan bir tefsirin, “Kur’ân’a suikast” gibi dehşetli bir maksat için kullanılmasına izin vermedi. Ve bu dessas planın bozulmasında, özellikle Risale-i Nur son derece güçlü bir tesir icra etti. Bunun üzerine, Türkiye’de yaşanan İslâmı, ibadet dilini Türkçeleştirerek aslından koparıp dejenere etme planı, ilk adım ve başlangıç aşaması olarak Türkçe ezanla tatbikata konuldu. Hemen ardından namaz dilini Türkçeleştirme merhalesine geçilmek istendi. Hattâ bazı İstanbul camilerinde bunun denemeleri yapıldı. Ama arkası gelmedi. Yürümedi. Sebep, büyük ihtimalle Türkçe ezanı dahi hazmedemeyip sessiz de olsa protesto eden halkın daha da artacak tepkisinin önüne geçememe endişesi olmalıydı. Böylece “dinde reform” hevesi Türkçe ezanla sınırlı kaldı. O da, 1950’den sonra milletin sesine kulak veren DP iktidarının ilk icraatlarından biri olarak kaldırıldı; ezan hürriyetine kavuştu. Ondan sonraki dönemlerde bir daha Türkçe ezana geri dönülmedi. 27 Mayıs ve 12 Eylül’de gündeme getirmeye kalkışanlar oldu, ama MBK ve MGK cuntaları bu talepleri yerine getirmek için teşebbüste bulunmayı dahi göze alamadılar. Çünkü tek parti dönemindeki Türkçe ezan uygulamasının millet nezdinde ne kadar derin bir infiale yol açtığını herkesten çok onlar biliyor ve görüyorlardı. Bu sebeple, mutlak iktidar ellerinde olduğu halde, Türkçe ezanı yeniden hortlatma cür’et ve cesaretini hiçbiri gösteremedi. Türkiye’yi tekrar 1930’lara döndürme hevesiyle başlatılan 28 Şubat’ta da aynı durum devam etti. Ve hiç kimse Türkçe ezandan söz edemedi. Buna karşılık, ömrünün son deminde Cemal Kutay kullanılarak, “Atatürk’ün beraberinde götürdüğü hasret: Türkçe ibadet” muhabbeti başlatıldı. Ama bu da mâkes ve taraftar bulamadı. Eğer tutsaydı, Atatürk sağken ilk denemeleri yapılıp sonra arkası getirilemeyen Türkçe namaz bid’atının yaygınlaştırılmasına çalışılacaktı. Türkçe tercümelerini kullanarak Kur’ân’ı yıpratma ve gözden düşürme planı çerçevesindeki girişimler de zaman zaman gündeme getirildi. Ancak bu plan daha proje aşamasındayken Risale-i Nur’la konulan set aşılamadığı için, bu yöndeki bütün çabalar başarısızlıkla sonuçlandı. Keza, yine M. Kemal’in talimatıyla hazırlanıp Diyanet’e bastırılan Sahih-i Buharî Muhtasarı-Tecrid-i Sarih Tercümesindeki, gerçek mânâsının idraki için doğru yorumlara ihtiyaç bulunan bazı hadisleri dile dolayarak Peygamberimizi ve dinimizi karalama gayretleri de topluma mal edilemeyen çok marjinal girişimler olarak kaldı. Yakın dönemde bu tür çabalarıyla gündeme gelen en agresif isimlerden biri, 28 Şubat’ın da perde gerisindeki tetikleyicilerinden biri olduğu bilinen ve yakınlarda ölen Prof. Dr. İlhan Arsel’di; çok uğraştığı halde o da başarılı olamadı. Lâfzına bakılınca bugünün anlayışıyla çelişiyor gibi görünen bazı hadisler üzerinden yürütülen taarruzları yine Risale-i Nur püskürttü: O lâfızların mecazlı ifadelerinde, ancak yüzyıllar sonra keşfedilen hakikatlerin yattığını izah ederek... Evet, İslâmî hayatı, iki ana kaynağı ve mesnedi olan Kur’ân ve Sünneti tahrip ederek ortadan kaldırma planları Risale-i Nur’la böyle bozuldu.
16.04.2010 E-Posta: [email protected] |