Basından Seçmeler |
Bediüzzaman’ı parlatmak...
SOSYOLOG Prof. Şerif Mardin, “Bediüzzaman Said Nursi” gibi önemli bir fenomeni araştırmıştı. Sözkonusu araştırmasını “Bediüzzaman Said Nursi Olayı / Modern Türkiye’de Din ve Toplumsal Değişim” başlığıyla kitaplaştırmıştı Prof. Mardin.. Bir sosyolog için bundan daha tabii ne olabilir demeyin.. “Din”, “din ve toplum”, “din ve devlet ilişkileri”nin sosyoloji bilimi aracılığıya anlayıp kavrama çabalarının bile, bu çabayı harcayan bilim adamları açısından ne tür bedeller ödettiğini örnekleriyle biliyoruz. Bediüzzaman Said Nursi hakkında yaptığı araştırma yüzünden uluslararası saygınlığı olan bir bilim adamının “Türkiye Bilimler Akademisi(TÜBA)” üyeliğine alınmaması “sosyal bilimler”e ideolojik bir çerçeve biçildiğinin göstergesi. Öyle ya, YÖK, Milli Güvenlik Kurulu, yanı sıra bu ülkenin yüksek yargı organları verdikleri kararlarla dini nasıl anlamamız ve nasıl yaşamamız gerektiğini bize harıl harıl bildiriyorlar nasıl olsa! Hürriyet’ten Sefa Kaplan, TÜBA Başkanı Prof. Yücel Kanpolat’a Şerif Mardin’in TÜBA üyeliğine neden alınmadığını sormuş. Prof. Kanpolat bakın ne demiş: “Şerif Mardin, Said-i Nursi üzerine çalıştı diye değil de, Said-i Nursi’yi fazla parlattı diye eleştirildi. Ben bilim insanı olarak her konuda çalışabilirim. Ama üzerinde çalıştığım kişinin sadece iyi yanlarını yazarsam bu bilim ahlâkına sığmaz. Şerif Bey bu konuda taraf gibi davrandı.” Prof. Kanpolat bir tıpçı ama sosyolog Şerif Mardin’in yaptığı çalışmanın bilimsel olup olmadığına karar verebiliyor. Böyle bir şey var mı? Elbette sosyal bilimlerle ulaşılan sonuçlardan hoşlanıp hoşlanmamak kişinin bileceği bir iş. Sosyal bilimcilerin ele aldıkları bir fenomeni parlatmak ya da söndürmek gibi bir görevleri yok. Bilim ahlakı, sözkonusu fenomenlerin bilimsel kıstaslar çerçevesinde nasıl görünüyorlarsa öyle gösterilmesini gerektirir. Ama bizde, ‘resmi ideoloji’nin ‘sakıncalı’ gördüğü fenomenleri “olmadığı” şekliyle göstermek ‘bilim’in gereğiymiş gibi gösterildi yıllarca. Şerif Mardin’in TÜBA üyeliğine alınmaması bu gerici zihniyetin ürünü değil de, nedir peki?
Abdullah Muradoğlu Yeni Şafak, 14.4.2010 |
15.04.2010 |
Egemenlik de bizim, efendi de biziz
YILLARDAN bir yıl, günlerden güzel ve güneşli bir bayram günü, çalıştığım gazetede Balçova Belediyesinin bir ilanı çarptı gözüme. Bayramlardan Cumhuriyet bayramıydı ve ilan şöyleydi: “Cumhuriyeti seviyoruz, çünkü; Böyle bir Türkiye istemiyoruz!” Bu ibarenin üzerinde bir fotoğraf ve fotoğrafta çok sayıda çarşaflı ve başörtülü kadının ve çember sakallı erkeğin bulunduğu bir sokak manzarası vardı. Aynı fotoğrafta bir de Amerikan beysbol kasketli delikanlı görünüyordu, ama onun istenmeyenler arasında olmadığını varsaymıştım. Merak etmiştim, bu ilanın parasını veren Balçova Belediyesi fotoğraftaki kişileri ne yapmamızı öneriyordu acaba? Asmalı mı, sınırdışı mı etmeli, uzaya mı göndermeli? Seçimle başa gelmiş bir belediye, temsil etmesi ve hizmet sunması gereken nüfusun bir kesimi hakkında nasıl “bunları istemiyoruz” diyebilir? Bir belediyenin kendi halkını beğenmeme hakkı var mıdır? Herhalde yoktur; belediye halkı seçmiyor ki, halk belediyeyi seçiyor! Ama diyelim ki var. Bu durumda ne yapabilir? “Ben bu halktan memnun değilim, çember sakallı heriflerin, başı örtülü kadınların belediyesi olmak istemiyorum. Uzun boylu, sarışın, Gucci’den ve Yves Saint Laurent’dan giyinen bir halk isterim ben” diyebilir. İzmir Belediyesi’ne tavsiyem, derhal Paris halkıyla yazışmasıdır. Kendilerini temin ederim, Parislileri beğeneceklerdir. Gidip Paris Belediyesi olabilirler. İzmir Adalet Girişimi’nin ([email protected]) açıklamasına göre, “İzmir Büyükşehir Belediyesi, başörtülü kız öğrencilere ‘başı açık’ fotoğraf getirmedikleri için öğrenci kartı (paso) vermiyor ve onların diğer öğrencilerle aynı indirimden yararlanmalarını engelliyor. Bu durumda öğrencilerin önünde iki yol kalıyor: başı açık fotoğraf vermek veya arkadaşlarının ödediği rakamın iki katına yakın bir parayla seyahat etmeyi göze almak. Bu öğrencilerin mağduriyeti, başı açık fotoğraf vermeye zorlanmakla bitmeyebiliyor. Başörtülü öğrenciler sık sık şoförlerin kimlik sorgulamasına ve hatta zaman zaman ‘bu fotoğraf sana benzemiyor’, ‘başını aç’ türünden muamelelere maruz kalıyor.” Gerçi Paris’in bazı mahallelerinde de başörtülü, sevimsiz ve hatta siyah kadınlar vardır, ama zengin ve merkezî mahallelerinde İzmir Belediyesi tam kendine uygun bir halk bulacaktır. Balçova Belediyesi’nin ilanını gördüğüm bayram günlerinde, İstanbul’un benim oturduğum bölgesinde her sokakta bir kaldırımdan bir kaldırıma uzanan flamalarda, Mustafa Kemal’in resminin yanında “Yurt sevgisi ona hizmetle ölçülür. Emanetlerini sonuna kadar koruyacağız!” yazıyordu. Dünyada, “yurda hizmet etmek” kavramının bu şekilde anlaşıldığı bir başka ülke olabileceğini sanmıyorum. “Yurt”, bir toprak parçasıdır; buna olsa olsa bir bahçıvan hizmet edebilir. Anlamlı olan, bu toprak parçasında yaşayan insanlara hizmet etmektir. Ama hayır, değil, çünkü önemli olan bu insanların ne düşündüğü, ne istediği, neler özlediği değil. Çok daha önemlisi, artık aramızda olmayan, tam 72 yıl önce Hakkın rahmetine kavuşmuş bir kişinin emanetlerini sonuna kadar korumak! Nitekim, Belediye’nin İzmir Adalet Girişimi’ne yazdığı cevapta belirtildiği gibi, toplu ulaşım kartlarında kullanılacak fotoğrafların “renkli ve ön cepheden inkılâp ilkelerine uygun sivil giysilerle çekilmiş olması gerekmektedir”. Bugün bu topraklarda yaşayan halkın taleplerini kim takar! önemli olan inkılâp ilkeleri! Bayılıyorum bu Kemalistlere! Ama yaşadıkları derin çelişkilere de üzülmüyor değilim. Bir taraftan, “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir”, ama aynı zamanda “Millet değil, illet”. Bir taraftan, “Köylü milletin efendisidir”, ama aynı zamanda bu köylülüğü beğenmiyoruz, hepsi Müslüman, geri kafalı, başörtülü. Önce bizim beğeneceğimiz şekilde doğru dürüst bir millet olsunlar, sonra egemenliği kayıtsız şartsız onlara veririz. Önce başlarını açıp bizim koyduğumuz inkılâp ilkelerine uysunlar, Parisli gibi görünsünler, sonra bir gün milletin efendisi olmalarına izin veririz. O güne kadar, egemenlik de bizim, efendi de biziz!
Roni Margulies Taraf, 14.4.2010 |
15.04.2010 |
Sorumluları bulmak için kaç yıl geçecek?
GALİBA en tehlikelisi ‘alışmak.’ 4 asker ‘sorunlu’ bir teğmen tarafından pimi çekilmiş bir el bombası ile öldürüldü. Eğer Taraf gerçeği ortaya çıkarmasa o çocukları şehit sanmaya devam edecektik. 7 askerimiz, 11 ay önce mayınla şehit oldu. Bir o kadarı da yaralandı. PKK yaptı dendi. Operasyonlar düzenlendi, lanetler yağdırıldı. Olayın üzerinden bir ay geçmeden internete ses kaydı düştü. O askerler kendi mayınımızla şehit olmuşlar. Yürekler yaralandı. Acılar katlandı. ‘Dost ateşi’ ile kayıp veren ilk ordu değiliz. Bu tip kazalar mutlaka olur. Ama bu olayda fazlaca şüpheli durumlar var. Zamanlaması, olayın şekli kafa karıştırıyor. O askerlerin neden güzergâh dışında olduklarının cevabı halen verilmiş değil. Galiba yaraları kanatan, acıları derinleştiren de TSK’nın tavrı. Aradan 11 ay geçmiş hâlâ soruşturma yapılıyor. Geçen hafta Genelkurmay İkinci Başkanı Aslan Güner ‘askeri savcının soruşturması devam ediyor’ dedi. Bu noktada kafaları karıştıran bir durum var. Şöyle ki, 4 Nisan 2010 tarihli Van Başsavcılığı’nın görevsizlik kararında Kara Kuvvetleri’nin idari soruşturmasına ve Jandarma Kriminal’in 02 Temmuz 2009 tarihli raporuna atıf var. Yani mayınların TSK’ya ait olduğu 10 ay önce tespit edilmiş. İdari soruşturma da ihmali teyit ediyor. Acaba aradan geçen bunca zamana rağmen soruşturmanın bitmemesini nasıl anlamak lazım? Bu arada hatırlatalım. 7 askerimizin şehit düştüğü dönemde bölgedeki en yetkili isim Korg.Yurdaer Olcan’dı. Ses kayıtlarında XXX olarak geçmişti. 2009 YAŞ’ında terfi ettirildi. Balyoz’dan tutuklanmadan önce de GATA’ya yattı. Aslında lafı eğip bükmenin anlamı yok. Bugün TSK ciddi bir ‘inandırıcılık’ sorunu yaşıyor. En üst düzeyden yapılan açıklamalar bile ‘acaba’ ile karşılanıyor. Ordunun adeta kutsandığı Türkiye gibi bir ülkede, askerlerin sözlerine yüzde yüz doğru olsa bile şüpheyle bakılıyorsa TSK yönetiminin şapkayı önüne koyması şart. Ne oldu da bu kadar güven kaybı yaşadık? Ne oldu da ‘doğal müttefikimiz’ olan milliyetçi muhafazakar kesimler bizden uzaklaştı’ sorularını sormalılar. Emin olun cevabı bulurken zorlanmayacaklardır.
Adem Yavuz Arslan / Bugün, 14.4.2010 |
15.04.2010 |
Yüksek yargıyı yüksek yargıdan kurtarmak misyonu
YÖNETİM bilimiyle uğraşanlar bu durumu üniversite yıllarından itibaren yakından bilirler. Aslında aynı durum için askerlikte de güzel bir söz vardır: Yığınakta yapılan hata, diye başlayan... Hatalı kurulan sistemleri o sistemin içinde kalarak düzeltmek imkânsıza yakındır. Bizim yargı sistemimiz de tam böyle. Baştan yanlış ve kusurlu kurulduğu için olsa gerek, sistemi radikal olmayan adımlarla, parça parça düzeltmeye yönelik her girişim başka başka yanlışlara neden olmuş, bugün de olmaya devam ediyor ve Anayasa değişikliğiyle etmeyi sürdürecek. (...) Dünkü gazetelerde okudunuz herhalde, Hakimler Savcılar Yüksek Kurulu’nun ‘seçilmiş’ Başkanvekili Kadir Özbek, yapılmak istenen Anayasa değişikliklerini eleştirirken talihsiz bir benzetme yapmış, bir Pakistan örneği vermiş. Özbek’in örneği şu: 1981’de Ziya ül Hak darbe yapıp yönetime gelince bir Anayasa hazırlattı ve yargıçlardan bu anayasaya sadakat yemini etmelerini istedi ama Pakistanlı yargıçlar bunu yapmadılar. Elbette yapmadılar; çünkü ne kadar sömürge geçmişten geliyor olursa olsun, Pakistan’da yargı, anglo-sakson gelenekten geliyor ve orada yığınakta hata yapılmadı, sistem daha en başında doğru dürüst kuruldu. Öyle kurulduğu için de daha birkaç yıl önce Pakistan’ın bir başka darbeci lideri silah zoruyla geldiği iktidarını kaybetti. Ama bir de bizim yığınaktaki hatalarımıza bakın... 27 Mayıs darbesini hukuken meşrulaştıran hukuk profesörleri ve yüksek yargıçlar mı istersiniz, Danıştay toptan kapatılıp yeniden açılırken ağzını açmayanlar mı dersiniz, Genelkurmay karargâhına otobüslere doluşup gidip brifing alanlar mı istersiniz... Bu talihsiz benzetmeler, yüksek yargının içinde bulunduğu durumu artık saklanamaz bir gerçek halinde önümüze koyuyor maalesef. İdeolojik taraflılığın yerine hukukun evrensel prensiplerini, militan demokratlığın yerine insan haklarını temel alan bir felsefeyi koyamayan yargının bugün yakınmaya ne kadar hakkı vardır? Bugün yakınmaya hakkı olan tek topluluk, bu ülkenin adalet diye inleyen sıradan vatandaşlarıdır ve korkarım gelecekte de inlemeye devam edeceğiz; bir ideolojinin yerine başkasını koymak adaleti sağlamayacak çünkü.
İsmet Berkan Radikal, 14.4.2010 |
15.04.2010 |
Gül’den YÖK’e öfke
ALİ Bulaç, Cumhurbaşkanı Gül’e Kızıltepe ve birkaç Güneydoğu ilçesinde üniversiteye giriş sınavlarının başka yerlere kaydırılması ve o yüzden ailelerin çocuklarını göndermemesiyle ortaya çıkan mağduriyet ve bu uygulama hakkında ne düşündüğünü sordu. Abdullah Gül, gözleri faltaşı gibi açılmış vaziyette, “İlk defa duyuyorum” dedi, sesi giderek yükseldi, “Böyle şey olur mu?! Doğru olmaması gerekir. Aklıma şu anda geleni söylemeye dilim varmıyor...” Yanında oturan Tarım Bakanı Mehdi Eker, ‘Doğru efendim. Maalesef doğru’ diye müdahale etti. Bunun üzerine, Gül, konuyu anlamak için soruşturmaya başladı. Çok kişi, ayrıntılı biçimde anlattı ve anlatılanları doğruladı. O sırada Mehdi Eker, Kızıltepe, Şırnak, Mardin, Silopi, Cizre gibi yerlerde sınavın iptal edilerek Kıbrıs’ta yapıldığını söyleyince, Cumhurbaşkanı ‘Ne!’ diye bir mini-çığlık attı, ‘Bari Münih’te olsaydı’ diye asabi biçimde dalga geçti. ‘Kıbrıs ayrı bir devlet kardeşim, böyle şey olur mu’ diyerek söylenmesini sürdürdü. Bu ‘skandal uygulama’ya İlber Ortaylı’nın sözlerinin neden olduğu ve bunun bir YÖK kararı olduğu bildirilince de, Cumhurbaşkanı Gül yatışmadı. ‘Bunu ilk defa burada duyuyorum. Döner dönmez çağırıp konuşurum herkesle. Bunların zihinlerde bırakacağı tortunun maliyeti çok yüksek olur’ değerlendirmesiyle tepkisini dillendirdi.
Cengiz Çandar Evrensel, 14.4.2010
|
15.04.2010 |