Nurullah AKAY |
|
Başkalarını değil nefsimizi kınayalım |
Bir insanı hatasız ve günahsız telâkki etmek, bir nevî o insanın yaradılış hikmetini inkâr etmek olur. Zira insan hata yapmak, günah işlemek üzere yaratılmıştır. Tâ ki kusurunu, noksanlığını anlasın ve insânî hasletlerini korumak için çaba göstersin, iyilik işlemek, güzelliklere sahip olmak için sürekli bir gayret içinde olsun... Kalbi kararmamış, ruhu sönmemiş, vicdanı bozulmamış bir insan hatalarından, kusurlarından ve günahlarından dolayı pişmanlık duyar ve bunları tekrar yapmamak için Allah’a yalvarır. Böylece insan yaptıklarından tevbe ettikçe Allah’ın “Tevvab” ve “Gafur” gibi ism-i celîleleri tecellî eder. Aksi takdirde insan gaflet içinde yaşayacak ve nefsi ona Firavunâne bir hayat yaşatacaktır. Demek günah işlemek, hatalı işler yapmak değil, bunlardan tevbe etmemek ve doğruya yönelmemek insanı helâkete götürür. Bu sebepledir ki, inancımıza göre günahlarından tevbe edip dönen insanların kınanması doğru değildir. Peygamber Efendimiz (asm), günah işleyip, hatalı işler yaptıktan sonra yaptıklarından pişmanlık duyanları kınamamızı men etmiştir. Ve buyurmaktadır ki, Müslüman kardeşini yaptığından dolayı kınayanlar, aynı hatalara maruz kalmadan bu dünyadan ayrılmayacaklardır. Peygamber-i Zîşân (asm), reylerinden dolayı Uhud Savaşının Müslümanların aleyhine sonuçlanmasına sebep olan sahabilerini kınamamıştır ve bu durumu hiç kendilerine hatırlatmamıştır. Onlara “Ben size demedim mi?” diye târizde bulunmamıştır. O Yüce Resûl (asm), her zaman Müslümanların yaptıkları hatalardan dolayı affedilmeleri için Allah’a yalvarmış, Allah tarafından affedildiklerine dair bir âyet nâzil olduktan sonra bir daha eski halleri kendilerine hatırlatılmamış, bununla ayıplanmamışlardır. Elbette biz inananlar Kur’ân’ın hükümlerine ve Peygamberin (asm) sünnetlerine göre kendimize bir yol çizeceğiz. İnsanlarla münasebetlerimizde dinimizin şaşmaz ölçüleri bizim için şaşırtmaz birer pusuladır. Peygamberimiz (asm) insanlarla nasıl muamele etmişse biz de aynı ölçüler çerçevesinde insanlarla olan münasebetlerimizi yürüteceğiz. Böyle yaptığımız zaman kolay kolay şaşırmaz, beşerî münasebetlerimizde hatalara düşmeyiz. Bilindiği gibi çevremizdeki insanlarla zaman zaman iddialaşmalara gireriz. Bazı içtimâî konularda farklı düşüncelere sahip oluruz. Geçen zaman bazen bizi, bazen de karşımızdakileri doğru çıkarır. Sünnet olan, insanın kendi tezinin doğru çıkmasından dolayı nefsine pay vermemesi ve Rabbine şükretmesi, rakibinin tezinin doğru çıkmasına da, yeni bir şey öğrendiği ve nefsine gurur imkânı verilmediği için sevinmesidir. İnsaflı olan, dünyasında gurura ve nefsin böbürlenmesine yer ve izin vermez. Eğer zaman bizi bir çok konuda doğru çıkarmışsa, Rabbimize hamd eder ve yanılan kardeşlerimizin yanlışlarını başına kakarak onu ayıplama cihetine gitmeyiz. “Ecrimi Allah verir” diyerek yolumuza devam etmemiz lazımdır. Elbette iman ve Kur’ân hakikatleri muvacehesinde şaşırmamak Allah’ın biz insanlara büyük bir lütfudur. Bu lütuf ve ihsanı sürekli yanılanları ayıplamak için kullanmak, insanı Allah’tan olan ecirden mahrum bırakabilir. Ayrıca düşünce ve uygulamalarında yanılan insanlardan sürekli bir pişmanlık ifadesini beklemek ne derece doğru olabilir? Elbette hatayı kabul etmek fazilettir. Kusurunu ve hatasını anlayıp Allah’a tevbe edenler işlerini Allah’a havale etmiş olurlar. Bunların bir de insanlara karşı hatalarını itiraf etmeleri fazilet olsa da, bizlerin bunları bu yönde zorlama hakkımız olmaz kanaatindeyim. Bilindiği gibi, Allah’ın Habibi Peygamber Efendimizin (asm) hadisleri arasında, bizden, insanların bize karşı işledikleri kusurlarını ve bizim de onlara yaptığımız iyilikleri unutmamız gerektiğini ifade eden hadisler vardır. Mü’min olabildiğince kerim olmaya yönlendirilmiştir. İnsanların kusurlarını araştırmak, hatalarını yüzlerine vurmak, ayıplarını ulu orta insanlara anlatmak İslâm’ın ahlâk anlayışına aykırıdır. Bizler kendi doğrularımızla, güzel ve hak olarak gördüğümüz mesleğimizin muhabbetiyle yaşamalı, başarımızı başkalarının yanlışlarını ifade etme üzerine binâ etmeye çalışmamalıyız, vesselâm...
30.03.2010 E-Posta: [email protected] |