Röportaj |
|
M. Kemal de Dersim’in içinde |
Dersim’in Kayıp Kızları Belgeseli’nin yapımcıları Nezahat ve Kâzım Gündoğan, “M. Kemal’in olaylarla ilgisi olmadığı, hasta yattığını, olayı öğrenince kalanları kurtardığı söylenir. Oysa 1926’dan beri hazırlanan raporlar, 1934-35’te alınan kararlar harekâtın altyapısını oluşturmuştur” dedi. M. Kemal ‘Dersim’ olayının içinde
Savaştan çıkmış bir halk ve yeni kurulan bir devlet. İnsanlar umutla geleceğe bakmak istiyorlar. Sonra yeni kurulan devletin aygıtları sahip olduğunuz kültüre, dile yasak getiriyorlar. Kültürünüzü yaşamamanız için insanları vahşice öldürüyorlar. Kurtuluş Savaşı’nın bitmediğini düşünmeye başlıyorsunuz. Kurulan bu yeni devletin zihniyeti Türk ırkçılığı üzerine biçimlenmiş durumda. Türk olmayan, başka kültürden olan insanların kızlarını kendi ‘asil kanlı’ insanlarımızla evlendirirsek birkaç kuşak sonra soyları kurur diyorlar… İnsanlar öldürülürken kız çocukları toplama kamplarına alınıyor. Rejimin subayları kampa gelip güzel buldukları çocukları alıp, evlerinde onlara Türkçe öğreterek ‘Medenileştiriyorlar’. Kampta beğenilmeyen kız çocukları ise kara trenlere bindirilip her istasyonda bir kaçını bırakarak medeniyet yoluna devam ediyor. Daha sonra özel eğitilmiş Sıdıka Avar diye bir çağdaş Türk kadını çıkıyor ortaya ve yatılı okullara götürülüp eğitim gören ve kültürlerinden koparılan kız çocuklarını göstererek “Türk ulusuna kazandırdık” diyor. “Dağ çiçeklerim”in devamı ise bugün Kardelen ve Haydi Kızlar okula kampanyaları... Allah aşkına biz nerde yaşıyoruz biri bana söylesin? Bütün tartışmaların ötesinde önemli olan Türkiye’yi esir alan ve insanlık dışı politikaların kaynağı menhus ideoloji Kemalizmle yüzleşmek değil mi? Resmî ideoloji esareti sistem üzerinden kalkmadan ne Türk Kürd’ü ne de Ermeni Türk’ü, ne Alevî Sünnî’yi anlayacaktır. Biz de bu hafta yukarıda hikâyesini anlattığımız “İki tutam Saç, Dersim’in Kayıp Kızları” Belgeselinin yapımcıları Nezahat ve Kazım Gündoğan çiftiyle konuştuk…Yüreğiniz dayanırsa…
Dersim’in Kayıp Kızları belgeselini çekme konusunda sizi harekete geçiren şey neydi?
Nezahat Gündoğan (NG): Biz köken olarak bölgeliyiz ve tarih olarak da oraya yabancı değiliz. Daha önce bölgeye yapılacak barajı ve bunun oradaki kültüre, yaşama etkilerini konu alan bir film çalışması yapmıştık. Bu bakımdan yörenin geçmişini, kültürünü daha yakından inceleme fırsatımız oldu. İnsanlar baraj yapımı dolayısıyla göçmek zorunda kalacakları için “Biz bunu 37-38’de yaşadık” dediler. Gördük ki Dersim Katliâmı’nın son tanıkları ölmek üzere ve resmî tarih kitaplarıyla halkın anlattığı şeyler farklı. İsyan denilen bu olayda kadın ve çocukların durumu kilit bir nokta olduğu için yoğunlaşmamız bu yönde oldu. Kadın çocuk ayırt etmeden insanlar samanlıklarda toplanıp yakılmışlar. Hatta o dönem kadınlar üzerinde kasıtlı politikalar geliştirilmiş, tecavüz ve tacize uğramışlar. Tecavüze uğramaktan korkan bazı kadınlar kendilerini intihar etmişler. Dersim harekâtının sonuçlanmasının ardından kurulan mahkemede idama mahkûm edilen sanıkların infazını düzenlemekle görevlendirilen İhsan Sabri Çağlayangil kendi sesiyle “Onları fareler gibi zehirledik” der.
Kadın ve çocukların özel durumunu araştırdıkça karşınıza ne çıktı?
NG: Aileler içinde kız çocuklarının kayıp olduğunu gördük. Araştırmalarımız ve tanıkların anlattıklarını birleştirince askerlerin kız çocuklarını bir politika dahilinde götürdükleri ortaya çıktı. Kız çocukları topraklarından, ailesinden koparılıp asker ailelerin yanına yerleştirilmişti.
Katliâmda yetim kalmış çocuklar mı asker ailelerinin yanına veriliyor peki?
NG: Önce biz de evlâtlık veriliyor diye düşündük, ama askerler tarafından alınan dönemin çocuklarına ulaştıkça, ailelerinin anlattıklarını dinleyince bunun sistematik bir politika olduğunu gördük. Ailesi öldürülmüş çocukların yanında, annesinin kucağından zorla alınan kız çocukları da var.
Bu nasıl bir politika insanın aklı almıyor?
Kazım Gündoğan (KG): O dönem uluslaşma sürecinde olan devletler ırka dayalı bir ulus kurma politikası benimsiyorlar. Osmanlı döneminde iktidar olamayan İttihat Terakki, Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte kurumsallaşıp iktidar olmaya başlıyor. İktidar olmaya başladıktan sonra 1925’ten itibaren cumhuriyet kadroları ırk üzerine inşa edilecek devlet için sistematik çalışmalar içine giriyorlar. Birçok Türk olmayan topluluklar şiddete maruz bırakılıyorlar.
Aleviliğin Dersim’de daha kurumsallaşmış olması bunda bir etken mi?
KG: Osmanlı’da inanç bakımından sorun yaşayanlar Dersim’e sığınmışlar ve buranın bir parçası haline gelmişler. Dersim’e baktığınızda homojen bir yapı yok; Türkmenler, Kürtler, Zazalar, Ermeniler birlikte yaşıyorlar. Buranın Osmanlı Beylik sisteminden gelen özerk bir yapısı var. Esas olarak da cumhuriyet kurulduktan sonra Cumhuriyeti benimseyen bir tavır içinde oluyorlar. Birinci meclise milletvekili veriyorlar. Bunun yanında Dersim’de feodal yapı ılımlı bir şekilde hayatını devam ettiriyor. Ancak Cumhuriyet Dersim’in üzerine gitmek için birkaç aşiretin bölgede eski usûl vergilendirme sistemini devam ettirmesini bahane ediyorlar. Hatta İç İşleri Bakanı Şükrü Kaya Dersim halkı için son derece ılımlı, muti der. Ancak harekât başladığında sorunun kökünden sökülüp atılması lâzım der.
Çocuklara dönecek olursak yaptığınız araştırmada bu kız çocuklarının nasıl bir anlayışla ailelerinden koparıldığını gördünüz?
KG: Şükrü Kaya yazdığı bir yazıda “Ulus inşa etme sürecindeyiz. Bu yapının temelinde ailenin, aile içinde de kadının belirleyici önemi var. O yüzden kadının ve kız çocuklarının Türkleştirilmesi durumunda sonraki nesillerin öz Türk kültürüne kazandırılmasının temeli oluşacak” der. Dolayısıyla kızların ailelerinden alınmasında böyle bir mantık var ve bu iki yolla yapılıyor; 1937’de açılan kız enstitüsüne kızların zorla alınıp götürülmesi bir de ailelerinden zorla alınarak askerlere verilmesi… NG: Burada bir karakter öne çıkıyor ‘Sıdıka Avar’. Kendisinin ‘Dağ Çiçeklerim’ kitabını okursanız nasıl bir mantıkla hareket ettiğini görürsünüz. Kızların sisteme kazandırılması açısından büyük çabalar harcamış birisi.
Nasıl bir yöntemle veriliyor kız çocukları askerlere?
KG: Dersimli aileler Türkiye’nin birçok yerine sürgüne gönderilirken kız çocukları ailelerinden alınarak toplama kamplarına götürülüyorlar. Subaylar ise buradan güzel ve sağlıklı çocukları seçerek ailesinin yanına alır. Ancak güzel olmayan ve sağlıksız kız çocukları kara vagonlara doldurulup her istasyonda birkaç tane bırakılmak suretiyle tren yoluna devam eder. Ama bundan daha vahşi bir yan var…
Kemalist cumhuriyetin bundan daha vahşi yapacağı ne olabilir ki!
KG: Sistem Dersimlilere tarih boyunca unutamayacakları bir ders vermek ister ve savaş ganimeti olarak kızlarını götürürler ve namuslarını kirletirler. NG: Bu sadece Türkiye’de uygulanan bir politika değil. Ulus devlet oluşturma sürecinde olsun, sömürge ülkelerinde ve işgale uğramış ülkelerde olsun benzer mantıklar hakim. 30’larda Avustralya’da Aborjinlere de benzer bir uygulama yapılıyor. Kız çocukları beyaz askerlerle evlendiriliyor. Ve altı kuşak sonra bu kandan bir şey kalmayacak diye planlar yapılıyor. Bosna’da olduğu gibi bütün vahşi rejimlerde kadınlar ve kızlar tacize ve tecavüze uğramıştır. Dersim’deki kızlar da subaylara verilirken bunun soyu değiştirmesi açısından önemli olduğu düşünülüyor.
Siz anlattıkça insan ürperti duyuyor…
NG: Türkçülük üstünden kafa tası ölçülen bir cumhuriyette bunların yaşanması çok normal!
Bir kadın olarak yapılan bu sistematik politika karşısında Sıdıka Avar’dan biraz bahseder misiniz?
NG: Sıdıka Avar bölgede kız çocuklarının zorla askerler tarafından yatılı okula götürülmesi karşısında bir kadın olarak kendisinin bu işi daha iyi yapacağını söylüyor ve başarılı da oluyor. Köy köy dolaşıyor. Bu aynı zamanda bir inanç meselesidir de…Sıdıka Avar’ın askerî proje için Gazi Üniversitesi’nde özel eğitildiği ve M. Kemal tarafından yatılı okulun başına görevlendirildiği araştırmalardan çıkan sonuçlar.
Siz haydi kızlar okula kampanyasını da bunun uzantısı olarak görüyorsunuz…
NG: Bugüne daha uyarlanmış biçimi. Aslında bu kampanya Kürt kızlarına yönelik bir kampanya. Bu kızlar anadilleriyle değil de yabancısı olduğu bir dille eğitime başlatılıyor. Bu tür kampanyalar resmî ideolojiyi benimsetmek üzere yapılan kampanyalar. Her gün sonuçta andımız okutuluyor…
Siz haydi kızlar okula, kardelen kampanyalarının sistematik bir amacı olduğunu söylüyorsunuz…
KG: Kardelen bir toplumun kendi kültürü, tarihi ve dilinden koparılarak başka bir şeye ait hale getirilmesinin adıdır. Bu bir asimilasyon politikasının uzantısıdır. NG: Cumhuriyet döneminde bu politika daha kaba uygulanıyordu. Bugün ince bir şekilde devam ettiriliyor. Sıdıka Avar kendini bir misyoner olarak tanımlıyor ve “Vahşi ve ilkel bir topluma medeniyet götürmek”le vazifelendiriliyor. Yatılı okulda okuyan kız çocukları yazın köylerine dönerken “Sizler birer misyonersiniz köylerinize medeniyet götüreceksiniz” deniyor. Kürtçe konuşmak, Alevî olmak medeni olmayan bir durum…
Buna destek olanlar bunun farkında mı?
KG: Çoğu bunu ideolojik farkındalıkla yapıyor, ancak Sezen Aksu gibi isimler insanî kaygılarla destekliyor bu kampanyayı. Yoksul çocuklar Türkçe öğrenirse okuyabilirler, meslek sahibi olabilirler, dayak yemezler diye bakıyor. Sezen Aksu kendini o çocukların yerine koyabilse başka düşünebilir diye bakıyorum. Diyelim ki bir Türk çocuğu sistematik bir plan dahilinde alınarak kendi kültüründen uzaklaştırılsa ve eğitim kampanyası düzenlense Sezen Aksu gene aynı şarkıları söyleyebilir mi acaba? Maalesef birçok insan ırkçı ve ideolojik düşünmese bile oluşturulmuş ideolojik kurumların dişlileri haline geliyorlar.
Dersim’den götürülen kız çocuklarının statüsü ne oluyor peki?
KG: Öncelikle şunu bilmek lâzım bu çocuklar ailelerinin ve yakınlarının ölümlerine tanık oluyorlar. Ve bu şok içindeyken toplanıp götürülüyorlar. O dönemin medeniyet aracı olan tren, medeniyet götüreceğim diye katliâmı getiriyorlar ve geri dönüşte kız çocuklarını yükleyip götürüyor. NG: Toplama kamplarından kendilerini alan subaylar bu kızlara hukuksal bir hak tanımıyorlar, nüfuslarına geçirmiyorlar. Okula göndermiyorlar…
Hem medeniyet götürüyorlar, hem de okula göndermiyorlar…
NG: Bu kızlar için eğitim denilen şey Türkçe öğrenmek, onu da evde öğretiyorlar. Kızlar bu aileler yanında gördükleri gayri insanî tavır yüzünden 14-15 yaşlarında kaçıyorlar ya da biriyle evlenmek zorunda kalıyorlar. Bu kızların öykülerini dinledikçe aslında neyin amaçlandığı ortaya çıkıyor. Tek kelime Kürtçe konuşurlarsa öldürülebilecekleri yönünde tehdit alıyorlar. Bu çocuklar kaldıkları evlerde tacize uğruyorlar. Bu da başka bir dram. Savunmasız tek başına ve çocuk… Kıyafetlerini ve dilini değiştirerek onları medenileştirdiklerini düşünüyorlar.
Her halde kızlara bunları yapan zihniyet ulvî bir zevk alıyor olmalı kendi anlayışına göre…
NG: Avar yatılı okulda okuyan kızlar için “Türk ulusuna kazandırdık” övünmesi içine giriyor. Nasıl Amerika, Irak ve Afganistan’a savaş açarken demokrasi götüreceğiz diye kavramın içini boşaltıyor, Dersim’de de medenileştirmek adına insanlar katlediliyor.
Peki, bu cinayetler sırasında beraber yaşayan farklı kimlikten insanlar ne yapıyorlar?
KG: Önce Ermeniler katlediliyor. Bunun yanında diyelim ki bir köyde Aleviler ve Ermeniler var. Aleviler Müslüman olarak kabul edilip ‘Müslümanların kanına Ermeni kanı bulaşmasın’ diye ayrı yerlerde katlediliyorlar. O katliâma katılan askerlerin çocuklarının babalarından aktardıkları bölgede yaşayan Rafizilerden yedi kişi öldürmenin cennetin anahtarı olacağı yönünde propagandaya maruz kaldıkları yönünde. NG: 38’de Dersim’de askerlik yapmış Trabzonlu bir kişiyle konuştuk. Bu kişi devletin kendilerine anlattıklarıyla karşılaştıkları manzaranın birbirinden çok farklı olduğunu söyledi. Bir taraftan samanlıklarda insanlar yakılırken öbür taraftan bu katliâmı kabul etmeyen askerler Divan-ı Harp’de yargılanıyorlar. Bu da başka bir gerçek.
Peki Dersim İsyanı denilen olay nasıl başlıyor?
KG: Bölgeye devletin yaptığı karakol ve okulların inşaatında aşiretler de çalışıyorlar. Hatta köyle karakola arasındaki dereyi geçmek için köylüler tahtadan köprü yapıyorlar. Ne zaman ki askerler yerleşik düzeni bozmaya, kadınlara tacize ve tecavüze başlıyor, o zaman köylüler kendi yaptıkları tahta köprüyü yakıyorlar. Bu da askerin saldırısının bahanesi oluyor. NG: Niye köprünün yakıldığını sorduğumuzda insanlar ‘Askerler kadınlarımıza el uzatmaya başladığında’ diyorlar. Bence devlet kıvılcımı yakmak için böyle bir yolu tercih etmiş olabilir. Çünkü Dersim’e saldırmak için harekâtın planı ve cephane sevkiyatı yapılmış…
Yani askerî müdahale için olgunlaşması beklenmiş…
NG: Tabiî saldırmak için önceden kararları alınmış. Dersim’in isminin Tunceli yapılması için meclisten karar çıkarılmış. 34’te zorunlu İskân Kanunu çıkarılmış. 35’te sevkiyat yapılması için Elazığ tren yolunun bitmesi beklenmiş. Devlet koca orduyu bir gecede harekete geçirecek hali yok. Kürdistan kurmak için isyan başlatıldı denilen olay askerlerin kadınları taciziyle başlamıştır. Bunun provokasyon olarak değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum.
Kayıp kızları bulduğunuzda nasıl öyküler dinlediniz?
NG: Üç yıldır bu öyküler içinde yaşıyoruz ve her bir hikâyeyi dinlediğimizde sarsılıyoruz. O dönemin kızları bugünün 80 civarındaki kadınları. O günleri anlatırken çocuklarına dönerek anlatıyorlar. Bir teyze; çocuk aklıyla intiharı düşündüğünü, ancak atlayıp sakat kalırım korkusuyla bunu yapmadığını söylüyor. Bir diğeri ise Alevilikte önemli bir yere sahip olan oruç ve Hızır inancından yola çıkarak günlerce oruç tuttuğunu ve Hızır’ın kendisine yardımı gelmesi için dua ettiğini söylüyor. Çocuk aklıyla geride ailelerinden kimsenin kalmadığını düşünüyorlar.
Peki, bunca eziyet ve vahşete maruz kalmış kadınlarla konuşurken nasıl kişiliklerle karşılaştınız?
NG: Bunlara rağmen güçlü kişilikler gördük. Bunlara rağmen nasıl ayakta durabiliyorsunuz diye sordum. Teyzenin biri ‘Ben topraktan yaratıldım, taştan olsam çatlardım’ dedi. Artık söylenecek bir söz yok…
Daha sonra Dersim’le irtibat kurabilmişler mi?
NG: Bizim konuştuğumuz teyze gerek ailenin araması gerek kendi çabası sonucu on yıl içinde yakınlarını buluyor ve dönüyor. Birçok kadın ise Dersim’li olduğunu kocasından ve çocuklarından saklayarak yaşıyor. Konuştuğumuz insanlar da çok büyük uğraşlar sonunda çekinerek konuştular.
Anladığım kadarıyla sizin araştırmalarınızdan bir çok Dersimli kıza ulaşmışsınız. Peki isimlerini açıklamak istemeyen bu kadınlar nasıl konumdalar?
NG: Konuşmak istemeyenler tamamen asimile olmuşlar. Asker çevresinde bir düzen kurdukları için içlerinde çocukları asker olanlar var. Bazılarının çocukları son derece milliyetçi, partilerde siyaset yapanlar var. Medyada çalışanlar var. Bir çoğu şu an askerin bakışına sahipler. Sonradan ailelerini bulanların bile yakınlarıyla aralarında ciddî mesafe var. Kültürel olarak ciddî çelişkileri var.
Bu isimleri paylaşmıyorsunuz değil mi?
NG: Yok, bizim amacımız sansasyonel bir şey yapmak değil. Önemli olan insanların kendileriyle yüzleşmek istiyorlarsa yüzleşmeleri. Yavuz Semerci durumunu açıklamadan önce biz kendisinin bu gerçeğini biliyorduk, ancak bunu kendisinin açıklaması daha anlamlı…
Kenan Evren’in eşinin de Dersim’in kızlarından biri olduğu söyleniyor. Siz bu yönde nasıl bir bulguya ulaştınız?
NG: Bu ancak durumu kendilerinin kabul etmesiyle olabilir veya DNA testi yapılır. Bu iddiayı ortaya atan bir aile vardı. Bizim araştırmalarımızda iddiayı güçlendirecek deliller ortaya çıkardı. Aslına bakarsanız bu kızlardan birinin Evren’in eşi olması gerçeği değiştirmiyor…
Tartıştığımız konu bağlamında Sabiha Gökçen’i nasıl değerlendirmek gerekiyor?
KG: Biliyorsunuz Hürriyet’ten Ersin Kalkan, Sabiha Gökçen’in Ermeni asıllı olduğunu belgeleriyle birlikte açıkladı. Farklı unsurdan birini alıp devşirerek sistemin temel unsuru yapmak ve bu insana başka halkları bombalatmak ironik bir durum. Bunu kişiler üzerinden değil, sistemin çocukları eğiterek nasıl şekillendirdiği üzerinde tartışmak gerekir. Yoksa garibim Sabiha Gökçen kim ki, ama sistemin ona yüklediği misyon başka bir şey…
Onur Öymen’in Dersimle ilgili açıklaması halktaki bazı düşüncelerde değişim meydana getirdi mi? Meselâ M. Kemal’e ilgili…
KG: Aleviler Batı illerine gönderilip asimile edilmeye çalışılıyor. Daha sonra topraklarına geri dönebileceklerine dair kanun çıkarıldığında bir daha böyle acılar yaşamamak için Kemalist görünmek için Hz. Ali’nin fotoğrafının yanına M. Kemal’in fotoğrafını asıyor. Dersim katliâmı açıklanırken CHP ve M. Kemal aklanır ve olay Celâl Bayar, Fevzi Çakmak üzerinden tartışılır. Dersim’e gidin insanlar M. Kemal’in olaylarla ilgisi olmadığı, hasta yattığını, olayı öğrendiğinde kalanları kurtardığını söyler. Bu esas mekanizmayı aklamaya yol açar. Halbuki 26’dan bu yana hazırlanan raporlar, 34-35’te alınan kararlar harekâtın alt yapısını oluşturmuştur. Tabiî ki bunları halkın yorumlaması zor, ancak kanı yavaş yavaş değişmeye başladı. Sizin söylediğiniz gibi Öymen’in ısrarla bunu savunması da çok iyi oldu.
H. HÜSEYİN KEMAL
|
29.03.2010 |