29 Mart 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR Mobil İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Görüş

Nefsin hastalıkları

Sizlere nefsimdeki bazı hastalıklardan bahsedeceğim, çünkü bu hastalıklar benim hizmetime engel oluyor. Sizlerle paylaşmak istiyorum, çünkü Allah korusun belki size de bulaşabilir. Bu hastalıklar Üstad Bediüzzaman’ın dediği gibi bu zamanın en dehşetli hastalıklarından birkaçı. Ben hasta olduğum için tedavilerini araştırdım, sizlere de birkaç ilâç ismi vermek isterim.

Bendeki dehşetli hastalıklar, halk arasında tembellik olarak adlandırılıyor, ama bunlar tekâsül yani vazife karşısında üşenme, ilgisizlik, diğeri meylü’r-rahat yani rahata düşkünlük, bir diğeri tenperverlik yani kendini beslemeye ve rahatına düşkünlük, bir de yine pek halk arasında adı bilinmez, ama çok rastlanan bir hastalık, bir işi bir kimseye ihale etme ve sipariş etme demek olan tefviz.

Bu hastalıklar için çağımızın en iyi doktoruna başvurdum. Fakat yüzyüze bir görüşme gerçekleştiremedik ve bana, geçmişte kendisinin de bu hastalığa yakalandığını ve Risâle-i Nur reçetesindeki ilâçları kullanarak iyileştiğini ve hizmete devam ettiğini söyledi. Hastalıklar çağın salgın hastalıklarıydı, bizlerin hizmet etmesine engel oluyorlardı. Şu dolup boşalan dünya hanında hizmet etmeden yaşadığımız anlar, fani cam parçalarından ibarettir, çünkü biz hizmet etmekle görevlendirilmiş memurlarız. Cam parçalarını da elmaslara çevirmenin şartı hizmetten geçiyor, çünkü yine bu misafirhanede aldığımız cam kıymetindeki her nefesimiz, geriye verirken hizmet eden bir ‘abd’in ağzından çıkmasıyla elmas değerine ulaşır İnşaallah.

Gelelim elmas değerindeki vazifemizden alıkoyan nefsimdeki hastalıklara: Ey hasta nefsim! Vazife karşısında üşenmek olan tekâsül sana yerleşmiş. Bakıyorum da hizmet noktasında hep üşengeç davranıyorsun ve tembellik hastalığına yakalanıyorsun. Sabah namazlarında yatağa yapışırken, yatsı namazlarını hep üşengeçliğinden geç vakitlere bırakıyorsun. Namaz tesbihatlarını ise yapmayı istemiyorsun, çünkü tembellik kulağı ile şeytandan ders alıyorsun. Şeytan sana “Bu zamanda farz namazlarını kıldın, bunu yapmazsan bir şey kaybetmezsin” diyor ve sen şeytanın sözüne aldırıyorsun. Evet, şeytana kandın çünkü şeytan sana “Bir şey kaybetmezsin” dedi. Sen kaybetmekten çok korktuğun için şeytan bu kelime ile sana yaklaştı. Evet kaybetmekten korkan nefsim, sen neleri kaybettiğinin farkında değilsin! Sen şeytanın sözlerini dinlemekle elmasları, cevherleri kaybettin.

Ah tembel nefsim ah! Üşenmekliğinin yanında başka hastalığı da tetikliyorsun. Hastalığın adını mı merak ediyorsun? Damarlarında taşıdığın ve yine vazife karşısında kapısını aralayıp selâm veren tefvizi nasıl tanımazsın? Oysa vazifeleri birilerinin başına bırakıp giderken ücret alma zamanı gelince sen erken geliyorsun, ya da vazifeni terk edip Hâlık’ın vazifesi ile fuzulî iştigal ediyorsun. Zalim ve cahil vasfınla liyâkat kesbediyorsun ki daire-i iktidarında olan ubudiyet vazifesini terk ediyorsun. Hâlbuki zayıf beline, tahammülsüz başına, tâkatsiz kalbine, Hâlık ve Rezzak’ına mahsus vazife-i rububiyeti yükletiyorsun. Saadet ve rahatı istersen vazifene sahip ol. Hâlık’ın vazifesini ona tefviz et. Evet, tefviz edeceğin ânı bilmiyorsun ya da bilmek işine gelmiyor. Bak Üstad Said Nursî bunun için ne söylemiş: “Tertib-i mukaddematta tefviz tembelliktir. Terettüb-ü netice de, tevekküldür.”

Tertib-i mukaddematta derken bir işi tertip üzere yaparken tefviz tembelliktir. Yani işi başkasına havâle etmek tembelliktir. Neticeyi beklerken tefviz göstermek yani işi Allah’a havale etmek tevekküldür. Sen ki ne vakit Cenâb-ı Hakk’a tefviz-i umûr düsturunu rehber ittihaz edersin, o vakit hizmetin elmas pırıltıları sana da yansır.

Ey rahatına pek düşkün nefsim! Bu kadar meylü’r-rahat bir halde bulunman, sanma ki normal bir durum. Rahatlık senin gözünü öyle bir kapatmış ki tembellik döşeğinden ve gaflet uykusundan uyanamıyorsun. Bu uykudan ölüm seni uyandırmadan önce uyan! Çünkü yapman gereken vazifelerin birikiyor ve ödemen gereken borçların giderek artıyor. Bu dünya yerinde vazifeni yapmazsan ve borçlarını ödemezsen dâr-ı ahirette ödemen çok zor ve artık çok geç olacak. Üstad meylü’r-rahatı umum meşakkatin anası ve umum rezaletin yuvası olarak tanımlamış, bu tanıma dikkat et!

Sen meşakkat ve sıkıntıdan hoşlanmayan nefsim! Gerçek rahatı istersen, tembellik döşeğinden çık ve meylü’r-rahatı terk et. Elmaslar değerindeki vazifene sahip ol. Üstadın biricik talebelerinden Zübeyir Gündüzalp’in düsturlarını kendine düstur et! Zübeyir ağabey “Tembelliğe, basit ve mânâsız zevklerime müsaade etmeyeceğim” demiş ya, biz de İnşaallah bu düsturu örnek alırız.

Ey tenperver nefsim! Senin bu hastalığının tarifini Üstad Said Nursî, altıncı desise-i şeytaniyede izah etmiş, şimdi onu dinleyelim: İnsandaki tembellik ve tenperverlik ve vazifedarlık damarından istifade eder. Evet, şeytan-ı ins ve cinnî her cihette hücum ederler. Arkadaşlarımızdan metin kalpli, sadakati kuvvetli, niyeti ihlâslı, himmeti âli gördükleri vakit, başka noktalardan hücum ederler. Şöyle ki: İşimize sekte ve hizmetimize fütur vermek için onların tembelliklerinden ve tenperverliklerinden ve vazifedarlıklarından istifade ederler. Onlar, öyle desiselerle onları hizmet-i Kur’âniyeden alıkoyuyorlar ki, haberleri olmadan bir kısmına fazla iş buluyorlar, tâ ki hizmet-i Kur’âniyeye vakit bulmasın. Bir kısmına da dünyanın cazibedar şeylerini gösteriyorlarki, hevesi uyanıp hizmete karşı bir gaflet gelsin ve hakeza...

Bu hücum yolları uzun çeker. Bu uzunlukta kısa keserek dikkatli fehiminize havale ederiz. Ey kardeşlerim! Dikkat ediniz: Vazifeniz kudsiyedir, hizmetiniz ulvîdir, her bir saatiniz, bir gün ibadet hükmüne geçebilecek bir kıymettedir. Bilelim ki elimizden kaçmasın!...

Ey hasta nefsim! Doktorum Bediüzzaman Said Nursî hastalıklarım için iki maddeden bahsetti. Bu iki maddeyi mezcettirmiş. Birinden tiryak-i şâfî, birinden elektrik-i mûzî tevellüd eder.

“Nerede bulunur?” dedim.

Cevap olarak: “Medeniyet ve fazilet çarşısında” dedi.

“Tam olarak nasıl bir şey?” dediğimde ise, cevabı şöyleydi:

“Cephesinde insan yazılan ve iki ayak üstünde olan sandık içindeki üstünde kalp yazılan siyah veya pırlanta gibi parlak olan bir kutudadır.”

Meraktan isimlerini sordum, sizler de merak ediyor musunuz?

-Evet “tiryak-ı şafî” ve “elektrik-i mûzî”nin mezcedilmesiyle ortaya çıkan maddeler: İman, muhabbet, sadakat, hamiyet..

Bizler bu Nur taifesinin elemanları İnşaallah tahkikî imanımızla ve bu imanın bizdeki muhabbet yansımasıyla vazifemiz olan hizmete sadık oluruz. Ve bu vazifenin elmas kıymetini idrak edip; elmas kıymetindeki vazifemizi cam şişelerle karıştırmayız...

HAVVA YILDIRIM

***************************************************************************************

29.03.2010


“Ol” emri

‘Ol’ veya ‘Kün’ 1 emri olmasaydı, kâinatta hareket, canlılık olur muydu? Olamazdı, çünkü, fizikte dahi diyoruz ki, duran bir cisim hareket ediyorsa, ona kuvvet tatbik ediliyordur. Dıştan müdahale var. Durduk yere, boş yere, bir cisim hareket etmez. O halde canlı cisimlerin hareketi için de, emir ve komut icap eder.

Demek ki, kâinattaki hareket ‘Kün, Ol!’ emirlerini gösterir, işaret eder. Baharda dalların rengârenk açması, kışın ağaçların antifiriz kullanıp donmaması. Leyleklerin eski yuvalarına dönmesi. Karıncaların yeraltından yer üstüne çıkması. Kırlangıçların Eskimolar gibi yuva yapması. Gök gürültüsü gibi bir güce, bir emre işaret ediyor. Esir gibi her yeri saran, röntgen şuaı gibi her yere nüfuz edebilen, zaman mevhumunu ortadan kaldırıp her zaman hükmünü icra eden bir emri, gücü, kudreti gösterir. Bu sesi duymamak, emri alıp da uymamak, yerine getirmemek söz konusu değil. Ve emr-i tekvini, yaratma emri, adeta ayn-ı kudret, ayn-ı irade olarak tezahür eder, görünür. 2

Çünkü her bahar yeryüzü uyanıyor. Misliyle tazeleniyor. Yenileniyor. Kâinattaki deveran, hareket, nağmeler o emre uymanın tezahürü, görüntüsü, lezzet yansıması. Asker olmanın, askere kaydolmanın, komutanın emrine uymanın icabı.

Bir anlamda lezzetin, zevk almanın, zikrin göstergesi. Lezzet alınan, tad alınan şeyler sıklıkla tekrarlanır, uygulanır, teksir edilir.

Yeryüzünün ihtizazının, sarsılmasının, depremin sebebi de ‘Ol, Kün ’ emridir. Yanardağların patlamasının yaygınlaşması ve depremler; yeryüzünün sonunun geldiğini, kıyametin yaklaştığını insanoğluna hatırlatır. İnsanın mevti, ölümü, vefatı ise onun kıyametidir. O halde kıyametin gelmeden, hazırlık yap.

Nevm gibi, uyku gibi küçük ölümlerle, küçük kıyametlerle ayılmadın. Bari büyük sarsıntının habercisi zelzelelerle ayıl, kendine gel. Allah’ın Yaradan’ının emrime uy. Uy ki; hem dünyada, hem ahirette rahat edesin. Evet! Kâinatın, yeryüzünün canlanması, hayat bulması ‘Kün, Ol’ emrinin tezahürü. Balıkların tuzlu, acı, bulanık suda semizleşmesi, irileşmesi, beyaz et ile donanması ‘Ol’ emrinin yansıması. Zarif kelebeklerin, nazenin ve tablo gibi bezenmiş kanatcıklarıyla larvadan çıkmaları da ‘Kün’, ‘Ol’ emrine uyulmasından. Kanadını yapmaktan aciz olduğumuz, küçük kuşçukların, sineklerin katrilyonlarca yaratılması da ‘Ol’ emrinin tatbiki.

Arının kilometrelerce yolu şaşırmadan gidip, binlerce çiçeği dolaşması, bal gibi bir nimeti bizlere sunması da ‘Ol ‘ emrinin göstergesidir. İneğin ot yiyip süt yapması, narın çamurlu su içip nar şerbeti yapması da ‘Ol ‘ emrine uyulduğunu gösterir. O’nsuz olamaz. O talep etmeden sinek kanadını kımıldatamaz. O talep etmeden; hareket, zikir, canlanma ne mümkün.

DİPNOTLAR:

1. Yasin Sûresi, 82. âyet: ’Bir şeyin olmasını murad ettiği zaman, O’nun işi sadece ‘ Ol‘ demektir. O da oluverir.’ Kur'ân-ı Kerim ve Açıklamalı Meali, Şaban Döğen, Sayfa: 444, Yeni Asya Neşriyat.

2. Lem’alar, Bediüzzaman Said Nursî, 28. Lem’a, Sayfa: 648 (20.Nükte) Yeni Asya Neşriyat.

CİHAT ERDOĞ [email protected]

***************************************************************************************

29.03.2010


Ehl-i Sünnet ve Alevîlerin musalahası için el ele

Üstad’ın “âlem-i İslâm’ın en dehşetli büyük yarası” diye tanımladığı ve üzerine düşünmenin bile “hususi meşrebi[n]de tahammülü[n] fevkinde elem ver”diğini beyan ettiği “Alevîlik-Sünnîlik meselesi” hakkında bir inceleme.

Çalışma, müellifin Alevîlerle tanışmasını ve Tunceli günlerini anlattığı birinci bölümü müteakip, söz konusu kelimeler üzerinden “Alevîlik-Sünnîlik” konusunun işlendiği ikinci bölümle devam ediyor. “Bediüzzaman ve Alevîlik-Sünnîlik” başlıklı üçüncü bölümde Üstad’ın yaklaşımları (hayat-iman-ibadet, hilâfet ve Âl-i Beyt) nazara verilirken, dördüncü bölüm olan “Alevîlik ve Sünnîlik üzerine mülâhazalar”da bazı aydın/yazarların (Hüseyin Tuğcu, Ahmet Taşgetiren, Ergun Göze, Yavuz Bülent Bakiler, Süleyman Er, Ömer Sevinçgül) değerlendirmeleri yer buluyor. Beşinci bölümde “yanlış tutum ve kanaatler”, “mum söndü” iftirası, “kadının/Alevî’nin kestiğinin yenip yenmeyeceği” ve “Yezid” takıntıları, “Alevî-Sünnî evliliği” deşifre edilirken, altıncı ve son bölümde ise meselenin çözümüne dair “teklifler” sıralanıyor.

Müellifin “Ehl-i Sünnet” mensubu olarak gençliğinde “Alevîlik” vak'asıyla tanışmasını anlattığı ilk bölüm (s. 13) pek tanıdık! Tersi de öyle olmalı. Demek ki “ayrılık/gayrılık” olgusunu (da) hemen hemen herkes aynı zaman diliminde keşfediyor, sonra da bunun derdine yanıyor…

Üçüncü bölümde, Alevîlerin namaz ve oruç gibi ibadetlerden uzak kalışının gerekçeleri birer birer ele alınarak çürütülmüş. Hakikaten söz konusu “bahaneler”e makul ve mukni cevaplar verilmiş olması (s. 45-47 ve 49-50) hoşumuza gitti ve “Keşke bunları izan/insaf sahipleri anlayabilse!” diye iç geçirdik.

Meselenin halline yönelik “teklifler”in sıralandığı, son bölümdeki—bizim de katıldığımız—teklifler de şunlar:

1- Kavram kargaşasına son verilmeli.

2- Münakaşa edilmemeli.

3- Suizan ve gıybetten uzak kalınmalı.

4- Asgarî müştereklerde birleşilmeli…

Başka teklifler akla gel(ebil)se de, bunların başarılması bile “büyük adım” sayılır, değil mi?

Eserin genelinde Alevîler açısından dikkat çeken bir nokta ise, “sesli” azınlığın ısrarla Alevîliği “İslâm dışı” göstermeye çalışmasına karşılık, “sessiz” çoğunluğun “İslâm dairesi”nde kalmaya devam ettiğinin nazara verilmesi. Elhak! Özellikle son on yıllarda sesleri çok çıkan “sosyalist/Kemalist/laik vs.” karakterli “birinci grup,” bugüne kadar pek sesi çıkmayan, ancak “Ehl-i Beyt” anlayışında Ehl-i Sünnet’le buluşan “ikinci grub”a yön vermeye çalışsa da nafile; çünkü “iman ve Kur’ân” eksenli tamirat çalışmaları, bu alanda da Süfyanizmin tahribatını önlüyor, önleyecek İnşallah…

Şimdi de Üstad’dan konuyla ilgili birkaç uyarı:

“Madem Ehl-i Beyt’e zulmedenler şimdi ahirette cezasını öyle bir tarzda görüyorlar ki, bizim onlara hücumla yardımımıza bir ihtiyaç kalmıyor. Ve mazlûm Ehl-i Beyt, muvakkat bir azap ve zahmet mukabilinde o derece yüksek bir mükâfat görmüşler ki, aklımız ihata etmiyor.(…) / Haricî ve büyük bir düşmanın hücumu zamanında, dâhilî küçük düşmanlıkları bırakmak elzemdir. Yoksa, hücum eden büyük düşmana yardım hükmüne geçer. Bunun için, daire-i İslâmiyede, eskiden beri tarafgirane birbirine mukabil muarız vaziyetini alan ehl-i İslâm, o dâhilî düşmanlıkları muvakkaten unutmak, maslahatı İslâmiye muktezasıdır.” (s. 147-148 ve 149)

“Ey ehl-i Hak olan Ehl-i Sünnet ve Cemaat! Ve ey Âl-i Beyt’in muhabbetini ittihaz eden Alevîler! Çabuk bu mânâsız ve hakikatsiz, haksız, zararlı olan nizaı aranızdan kaldırınız. Yoksa, şimdiki kuvvetli bir surette hükmeyleyen zındıka cereyanı, birinizi diğeri aleyhinde alet edip, ezmesinde istimal edecek. Bunu mağlûp ettikten sonra, o aleti de kıracak. Siz ehl-i tevhit olduğunuzdan, uhuvvet ve ittihadı emreden yüzer esaslı rabıta-i kutsiye mabeyninizde varken, iftirakı iktiza eden cüzi meseleleri bırakmak elzemdir.” (s. 144-145)

Ve küçük notlar:

*Eserde, Üstad’ın eserlerinden konuyla ilgili (Risâle-i Nur’un Hz. Ali’yle irtibatını, “iman”ın, “namaz”ın, “doğru İslâmiyet”in, “ittihad”ın, “aile”nin, “ehl-i iman”ın önemini anlatan) “çerçevelik yazılar,” aynı şekilde çerçeveye alınarak dikkat çekmesi sağlanmış.

*Eserin sonunda yer alan lügatçede, Üstad’ın ifadelerindeki “eski Türkçe” diye tabir edebileceğimiz kelimelerin günümüzdeki karşılıkları verilmiş.

Sonuç olarak, “Alevîlik” olgusunu, adı üzerinde, “bir başka açıdan” (ama doğru açıdan!) inceleyen, küçük hacmiyle ters orantılı önemde bir eser.

*

BİR BAŞKA AÇIDAN ALEVÎLİK

Yazan: Mustafa Sami Çetin; Sayfa Sayısı: 160; Ebatları: 13,5x19 cm; Türü: Araştırma; Yayınlayan: Yeni Asya Neşriyat; Yayın Tarihi: Ağustos 1996

ORHAN GÜLER

[email protected]

29.03.2010


Mevsimlerin değişmesi boşuna mıdır?

Takvimlerde, “Takvimde bugün” gibi bir başlık altında, 21 Mart’ta neler olduğuna dair bir şeyler yazılmakta ve bilhassa 21 Mart’ın “Nevruz’un başlangıcı” olduğundan, asıl mânâ derinliğine pek inilmeden bahsedilmektedir. 21 Mart tarihinin asıl önemi acaba nedir?

***

Devredip giden zamanın akışı içindeyiz...

Bize verilmiş ömür mühletini geçirirken, kâinattaki sayısız devridaimlerden bazılarının bazı muayyen noktalarına, muntazam zaman aralıklarıyla, tekrar geldiğimizi fark ediyoruz.

Üzerinde yaşadığımız, ortalama çapı 12 740 km. olan yerküre, milyarlarca seneden beri yolunu, istikametini, hızını hiç şaşırmadan, belli bir eğimi (23 derece 27 dakika) muhafaza ederek, hem kendi etrafında, hem de güneşin etrafında dönmeye devam ederken (dünyanın 3,5 milyar yaşında olduğu tahmin edilmektedir), kendi etrafındaki bir devrinde sabah, öğle, ikindi, akşam ve yatsı vakitlerinin; güneşin etrafındaki bir devrinde de ilkbahar, yaz, sonbahar ve kış mevsimlerinin, ard arda muntazaman gelişlerini müşahede ediyoruz.

21 Mart, dünyanın güneş etrafındaki bir yıllık devrinde “İlkbahar ekinoksu” veya “İlkbahar noktası” olarak adlandırılan mühim bir tarihtir.

Ekinoks, Latince (gündüze) “eşit gece” mânâsındaki “equi nox” kelimelerinden meydana gelmiştir. 21 Mart’ta ve bir de 23 Eylül’de, yani bir yıl içinde sadece iki gün, gece ile gündüz müddetleri dünyanın her yerinde birbirine eşittir.

Dünyanın güneş etrafındaki dönüş yörüngesinde bu iki ekinoks noktasından başka iki inkılâp noktası daha vardır: 21 Haziran ve 21 Aralık. Bu iki tarihte, gündüz ve gecenin uzunluk farkları azamîye ulaşır. Bunlara da “yaz inkılâp noktası” ve “kış inkılâp noktası” adları verilir.

Dünya, ekvatordaki çapı kutuplardaki çapından daha fazla, basık bir küre şeklindedir ve en kısa çapı olan kuzey ve güney kutuplarından geçen muhayyel bir eksen etrafında dönmektedir. Takriben 24 saat (aslında 23 saat 56 dakika 4 saniye) süren bir devri esnasında dünya küresinin sathındaki muhtelif yerler tedrîcen güneşe yaklaşmakta ve sonra uzaklaşmaktadır. Dünya sathındaki muhtelif yerler böylece, bazen aydınlık bazen de karanlık içinde kalmakta, şafakta ve fecirde olmak üzere günde iki defa da karanlık ve aydınlık bölgeler arası hududu teşkil eden “aydınlanma dairesi” tarafından kat edilmektedir. Dünya batıdan doğuya doğru dönmektedir (buna “saat istikametinin ters yönüne doğru” da denebilir). Bu dönüş istikameti, güneşin, ayın ve yıldızların ne taraftan görünüp tekrar ne taraftan görüş sahamız dışına çıktığı meselesi ile alâkalı olduğu gibi, okyanus akıntılarının ve rüzgârların yönlerinin üzerinde de çeşitli tesirler icra eder.

Dünya güneş etrafında dönerken elips şeklindeki bir yörünge üzerinde ve güneşten ortalama 150 milyon kilometre mesafede hareket etmektedir. Güneş etrafındaki bir devrini tamamlayıncaya kadar, kendi etrafında da 365 1/4 defa döner. Bu sayı, bir dünya senesindeki günleri verir. Güneşten ve dünyanın güneş etrafındaki yörünge hattından geçen düzleme “ekliptik düzlem” denir. Dünyanın kendi etrafındaki dönüş ekseni bu ekliptik düzleme ne paraleldir ne de diktir. Bu ekliptik düzlemle takriben 66 derece 33 dakikalık bir açı yapar (veya, yukarıda da söylediğimiz gibi, bu ekliptik düzleme dik muhayyel bir hatla takriben 23 derece 27 dakikalık açı yapar). Dünyanın bu eğimi daima sabittir, bu sebeple dünyanın güneş etrafındaki bir yılda tamamladığı yörünge yolunun muhtelif mevkilerinde dünyanın bu ekseni, daha evvel bulunduğu her hangi bir mevkideki eksenine paralellik arz eder. Buna “eksenin paralelliği” denir.

Dünyanın ekseninin eğiklik derecesi, bu eksenin paralelliği, dünyanın basık küreye benzeyen özel şekli, kendi etrafında devretmesi, yeryüzünde insan için çok önemli bazı tabiat olaylarının sebebini teşkil ederler. Bunların en başta gelenlerinden biri güneş enerjisinin yeryüzünde dağılma miktarının değişmesi ve bunun yanında mevsimlerin değişmesidir. Dünyanın, kendi etrafındaki ve güneş etrafındaki devri, zaman ölçüsü olarak gün ve senenin mahiyeti, gece ile gündüzün, şafağın, fecrin ve mevsimlerin meydana gelmeleri ile ilgili fennî bilgilerden böylece özet olarak bahsettikten sonra, teferruatı ilgili fennî kitaplara havale edelim.

* * *

Fen ilimleri asrımızda çok fazla inkişaf etmiş, mevcut birçok ilim dalı, kendi içinde de birçok dallara bölünmüştür. Bunu bir bakıma Müslümanlar olarak büyük bir memnuniyet, şevk ve heyecanla karşılamamız icap eder. Çünkü, fen ilimleri olarak şimdiye kadar elde edilmiş bilgiler ve dünyanın her tarafında yapılan ilmî araştırmalar neticesi bu bilgilere yapılan yeni ilâveler, Allah’ın (C.C.) nizamının inceliklerini, mükemmeliyetini insanlara gösteren yeni Vahdaniyet delilleridirler; Allah’ın varlığının, birliğinin, kudret ve azametinin isbat vasıtasıdırlar... Bu ilimleri imkânlarımız nispetinde elde etmeğe çalışıp bu ilimlerden istifade ederek, İslâm imanımızın derecesini arttırmaya ve Allah’ın âyetlerini tefekkür ufkumuzu genişletmeye gayret etmeliyiz. İsimlerinin ve sıfatlarının kâinattaki tecellilerini temaşayla Allah’ı bilmeli ve O’nun bize emrettiği yolda daha ziyade azim, sebat ve metanetle yürümeliyiz.

* * *

İnsanlardaki gaflet, çeşitli şekillerde tezahür ediyor. Onun bir tezahür şekli de, kâinatta tekerrür eden hadiselere ülfet, ünsiyet, alışkanlık nazarıyla, lâkayt olarak bakmaktır.

İnsanlar, senelerin birbirini takibi, güneşin doğması ve batması, günün tam ortasında gölgelerin çekilmesi gibi değişikliklerin büyük bir intizamla meydana geldiğini ve tekerrür ettiğini eski devirlerden beri fark etmişler; fakat ekserisi, bu gibi değişikliklerle mevsim değişmeleri arasındaki münasebeti “tabiî ve olağan” görmeye çalışmışlardır (!).

Böyle hadiselerin büyük bir nizam ve intizam içerisinde, muntazam fasılalarla tekrarlanması, “Daha evvel de benzerini görmüştüm” tarzındaki bir alışkanlık nazarıyla ehemmiyet verilmemesinin, üzerinde lâyıki ile düşünülmemesinin haklı sebebi olabilir mi?

İnsana ömrü boyunca kâinattaki bazı hadiselerin muntazam fasılalarla tekrarlanmasının gösterilmesi, o hadiselerin çok derin mânâlar taşıyor olması, üzerinde ehemmiyetle, ibretle ve hikmet nazarıyla bakılarak düşünülmesi gerektiği için de olabilir… İnsan ise, umumiyetle aksini yapar; tekrar gördüğü tabiat hadiselerine karşı alâkasız, kayıtsız bir tavır alır!

Bir öğretmen, talebelerine bir ders mevzuunu, muntazam fasılalarla birçok defalar tekrar etse, o ders konusunun bu şekilde değişik zamanlarda tekrarlanarak verilmesi, o ders konusunun ehemmiyetine mi, yoksa ehemmiyetsizliğine mi atfedilmelidir? Talebe, o ders konusunun kendisine tekrarlarındaki mucip sebeplerin neler olabileceğini hiç düşünmeyip; “Bu benim daha evvel de dinlemiş olduğum bir ders” diyerek (Halk dilinde çok söylenen; “Biz bu filmi daha önce de görmüştük” der gibi), daha evvel dinlemiş olmasını o dersin tekrarlarına kulaklarını tıkamanın gerekçesi yapsa, neticede zarar görmesi çok muhtemel değil midir?

Bakmak; daima görmek; “her şeyi iyi görebilmek” olmadığı gibi, dinlemek te daima “her işitilenin manâsını iyi anlayabilmek” değildir. Yapılan bir araştırma, insanların ortalama olarak duyduklarının yüzde 20’sini anlamakta olduklarını ortaya çıkarmıştır; geriye kalan yüzde 80 için ise; “iletişim kaybı” denilmektedir. (Ancak dinleyenler seçkin bir topluluk ise; onların işittiklerinden anladıkları, onların seçkinlik derecelerine göre, bu yüzde 20 ortalamanın çok üzerlerine de çıkabilir.) Muhtelif hayvanların ve insanların birbirlerine nisbeten görmek, işitmek gibi kabiliyetlerinde farklılıklar vardır. Bundan başka, aynı insanın hayatının muhtelif anlarında bunlar gibi kabiliyetleri vasıtası ile kazanabildiği alışkanlıkları da farklı olabilir. Buna göre, daha evvel bakıp da görülmesinde bize faydalı cihetlerini yakalayamadığımız, fakat aslında nice ibretleri ihtiva eden varlıkları ve hadiseleri, bize yeniden şans ve imkân verilerek tekrar nazarlarımıza arz edildiğinde, daha iyi görmeye ve daha iyi anlamaya çalışmalıyız.

Gündüzlerin gecelere, gecelerin gündüzlere değişmesi, mevsimlerin değişmeleri, güneşin ve ayın hareketleri, insanların çevresinde ömrü boyunca en fazla tekrarlandığını gördüğü en mühim tabiat hadiseleri, en fazla ülfet ve alışkanlık nazarıyla baktığı hadiseler de olabilir. İnsan, aslında çok mühim olan bunlar gibi hadiselere bakarken, o hadiselerin arkasındaki gerçekleri görmesini engelleyen gaflet perdelerini sıyırıp atması da icap eder.

* * *

“Newton Gravitasyon (Kütlelerin Çekimi) Kanunu’nu keşfetmiştir” denilerek, bu kanundan bahsedildikçe, ekseriya meşhur İngiliz fizikçisi Newton hatıra gelir ve getirilmeye çalışılır. Ama Newton, maddî kâinatın var edilişinden beri var olan ve varlığını Newton’un yaşadığı zamana gelinceye kadar gelmiş insanlara fark ettirmiş olan bu kanunun tesirinin, hangi faktörlere bağlı olduğunu keşfedip bunları matematiksel bir formülle ifade edendir. Newton bu keşfini yaparken ve yapmasından önce de, milyarlarca yıldır bu kanunun kâinatta tesirleri bir an bile yok olmadan, artıp eksilmeden mevcuttu ve devam etmekteydi.

Bir kanun varsa, o kanunu koyan ve bir kanun hükmünü icra ediyorsa, onun hükmünü icra ettiren vardır. Beşerî kanunlar için biz bunun böyle olduğunu kolayca kabul ediyoruz; beşerî kanunlardan çok daha önemli olan Gravitasyon Kanunu’nu ve onun gibi milyarlarca yıldır kâinatta mevcut ve tesirleri devam eden tabiat kanunlarını koyanın ve hükümlerini icra ettirenin kim olduğunu hiç düşünmemek, akıl sahibi insanlığımızla nasıl bağdaştırılabilir?

Halen üzerinde yaşadığımız dünya küresinin kütlesi, 5,97 sayısının yanına 21 sıfır konulmakla elde edilen sayı (5,97x1021) kadar ton’dur. Güneşin kütlesi ise, dünyanınkinin takriben 332 000 mislidir: Bu da 1,98 sayısının yanına 27 sıfır konulmakla elde edilen sayı (1,98x1027) kadar ton’dur. Fezada, bizim güneşimizden çok daha büyük yüz milyarlarca başka güneşler daha vardır! Maddî kâinatta mevcut ve sayısı yüz milyar kadar galaksinin her birindeki; ortalama yüz milyar tane olduğu tahmin edilen (100 000 000 000 x 100 000 000 000 = 1022 adet) güneşlerin tamamını temsilen bir tanesi, dünyadaki ömrümüz süresince bize hergün diğer güneşlere (yıldızlara) nispeten biraz daha yakından (ortalama 150 milyon km’den) tekrar tekrar gösterilmektedir. Bunun yanında da, Kur’ân’daki ilâhî hitaplarla, semavâttaki ve arzdaki Allah’ın tekvinî âyetlerine ibret nazarıyla bakıp düşünmeye dâvet edilmekteyiz. Bu İlâhî dâvete karşı, normal akıl sahibi birer insan olarak gereğini yapmayışımızın; yaradılıştan ve tıbben, kör ve sağır olmadığımız halde kör ve sağır gibi davranmamızın, mutlaka cezasının olacağını düşünebilmemiz gerekmez mi?

Her şeye hakikî kıymeti nispetinde bir değer vermek lâzımdır. Bu büyük kâinatı her şeyi ile birlikte yaratıp bir nizam ve mîzan içerisinde idare eden Allah’ın, bu âdetullah kanunlarının perdesi ardındaki birçok kudret mu'cizelerini görmeyip, dağ gibi hakikatleri zerre kadar basit sebeplere dayandıranlar ve nazarlarını bu sebepleri hiç yoktan icad eden ve devam ettirenden çekip, ancak Allah’ın verdiği akıl nimetiyle ve Allah’ın izniyle bu sebepleri keşfedebilen kâşiflerine daima tevcihe çalışanlar, Kadîr-i Mutlak’ın her şeydeki marifet yolunu bu tarzda kapayanlar; hem Allah’ın hukukuna, hem de bütün kâinatın hukukuna tecavüz etmiş ve âhirette bunun cezasını hak etmiş oluyorlar...

Güneşin batıdan doğup doğudan batması; fevkalâdeden bir hadise olarak kıyamete çok yakın görülecektir. Fakat o zaman; kıyametin son alâmetinin görülmesiyle, hakikat aklın ve iradenin kullanılmasıyla kabul edilmiş olmayıp iman herkes için zorunlu hale geleceğinden, firavunun iman etmesi gibi iman etmenin ve son pişmanlığın faydası olmayacaktır. Halen dünyada yaşayan insan neslinin ömrü, dünyanın o “büyük kıyamet”le ömrünün sona ermesine yetişemeyebilir; fakat o “büyük kıyamet”e kadar yaşamasa da, her insanın önünde mutlak âkibeti ve “küçük kıyameti” olan “kendi ölümü” vardır.

Büyüğü de küçüğü de, “kıyamet günü” gelmeden insan, güneşin her gün müşahede ettiği doğudan doğup batıdan batmasının da Allah’ın kudretinin bir mu'cizesi olduğunu idrak edebilmeli; Allah’a iman ile O’nun emir ve yasaklarına uymalı; o zamana kadar hangi hal ile yaşamış olursa olsun, günahlarına tövbe ile bir daha günah işlememeye niyet, azim ve gayret ederek, “hakikî insanlık şuur ve idraki” ile ömür imtihanının baki kalan müddetini “Allah’a kulluk imtihanının müddeti” olarak değerlendirebilmek için, elinden geleni yapmalıdır. 21 Mart günü, Nevruz, “baharın başlaması bayramı” vs gibi yüklenen mânâlardan çok daha önemli olarak, bizim asıl bu en mühim mânâları düşünmemize vesile olmalıdır.

PROF. DR. MUSTAFA NUTKU

[email protected]

29.03.2010

 
Sayfa Başı  Geri

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim oktay usta yemek tarifleri Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl