16 Mart 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR Mobil İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Röportaj

SİYASî PARTİLER DİN TEMSİLCİSİ OLAMAZLAR

AKP'nin ideolojik muğlaklığı ve buna rağmen İslâmî kesimin nerdeyse tamamını siyaseten kendisine bağlaması, ülkede ve dünyada yolunda gitmeyen gelişmeleri ve durumları anlamlandırmak ve onlara karşı bir muhalefet çerçevesi geliştirmek isteyen gençlik kesimini bir muhalif dil bulmak adına milliyetçilik gibi çok daha farklı mecralara sürükleyebiliyor.

İSLÂMİYET HERKESE ÖZGÜRLÜK ÖNGÖRÜR

İslâmiyetin Müslümanlara imtiyaz sağlayan bir rejim değil de herkesin özgürce yaşayabileceği bir düzen öngördüğünü söyleyebilir miyiz?

Evet, aslında ben de başından beri buna benzer şeyler söyleyebilmek istiyorum, ama fıkıhla felsefenin tam da birbirine eklemlenememiş olması, işin felsefe kısmına daha hâkim bendenizi çok kesin hükümler sarf etmekten alıkoyuyor. Gene de şunu söylemek istiyorum: Tarihî uygulamalarla çok daha üretken bir ilişkiye geçebiliriz; onlar bizi ebediyen esir almamalı. İlk devir, yani Meşrûtiyet dönemi İslâmcıları Osmanlı'daki gayrimüslimlerin siyaseten Müslüman ve dolayısıyla eşit vatandaşlar olduğu gibi, akıl almaz yenilikçi fikirleri öne sürebilmişken biz de kendi devrimizde, o kadar olmasa bile, İslâmdaki adalet ve hakkaniyet prensipleri nasıl hayata geçirilebilir üzerine çok daha verimli, fıkıhtan öte ahlâk ve siyaset felsefesinden çok daha beslenen düşünceler üretebiliriz. Ben fıkıh konusunda uzmanlaşmadığım için ve İslâmî kaynaklara gereğince hâkim olmadığım için sınırlarımı biliyorum, ama aklıselimimiz ve Allah'ın içimize koyduğu vicdan ve adalet duygumuz kendimizi aksi yönde çok zorlamazsak hemen hepimize ikinci sınıf vatandaşlığa karşı bir itiraz uyandırıyor diye düşünüyorum. Kimi fıkıhçılar da diyor ki Medine Sözleşmesindeki eşitlikçi yapı, müteakip birtakım hadiseler yaşanmasa belki de hiç bozulmayacak ve zimmet hukukuna hiç geçilmeyecekti. Bu muhakeme tarzı bana çok yanlış gelmiyor. Zimmet hukukunun bile serbestçe Mecusîlere ve Hindulara teşmil edildiğini biliyoruz, resmen ehl-i kitap olmadıkları hâlde. O yüzden ilmî mirasımızı reddetmeden ahlâk ve siyaset felsefesindeki eski ve yeni birçok açılımı gözetmeli ve yaşadığımız dünyaya daha çok hitap eden bir anlayıştan kendimizi mahrum etmemeliyiz. Dolayısıyla adalet duygumuza çok daha fazla hitap eden eşit vatandaşlık fikri bana çifte standartçı bir İslâm devleti fikrinden çok daha fazla İslâmî geliyor. Keşke Müslümanlar dinî özgürlüklerini bile yaşamak için diğer düzenleri tercih edeceği yerde tarihte de örnekleri görüldüğü gibi bizim ülkelerimiz bugün dahi diğer din ve görüş mensuplarının yaşamayı tercih edeceği teorik modeller geliştirip hayata geçirebilse... Bence adaletimizle böyle bir cazibe merkezi olmayı başarabiliyorsak, asıl o zaman İslâmî devletler kurduğumuzu iddia edebiliriz, sistematik zulüm üreten, ama sırf hukuk sisteminden dolayı kendine şeriat sıfatı yakıştıran devletler kurunca değil.

İSLÂMDA DEVLET TİRANLIĞINA YER YOKTUR

"Dinde zorlama yoktur" hükmü gayet açıkken, İslâmî kuralların devlet eli ve gücüyle zorla uygulatılması İslâmın ruhuna uygun düşer mi?

Hemen bu noktada bu sorunuz bence çok yerinde oldu. Demokrasiyle Sokratik felsefenin de sorunu, Farabî'nin de sorunu erdem etrafında dönüyor. Demokrasi bir üst değer olarak erdemi değil özgürlüğü amaçlıyor. Demokratlar için siyasetin ve devletin amacı halkı erdemli kılmak değil, onların özgürlüğünü temin etmek. Modern Batı felsefesi ve hususen liberalizm paternalist (başkalarının özgürlüğüne onların kendi iyilikleri için müdahalecilik) erdemciliğe karşı açılmış bir bayrak. Bence bize gereken bu anti-paternalist kazanımla kendi dinî geleneğimizi, hususen nehyi an'il münker'i insanî tecrübelerimizin ışığında yeniden yorumlayacak bir şekilde diyaloğa geçirmek. Biz fiilen bunu zaten yapıyoruz, kimse namaz kılmayan çocuğunu hapse atmıyor veya dövmüyor; veya başörtüsü örtmeyenlere zor kullanılmasını hemen hepimiz zorbalık olarak değerlendiriyoruz. Fiilî olarak da İran gibi ülkelerden biliyoruz ki bu tür tutumlar riyakârlık ve münafıklık, sonuçta da dinden daha uzak ve daha ahlâksızlaştırılmış ve erdemsiz bir toplum doğuruyor. Yani devletin veya çoğunluğun tiranlığı kendi kuyusunu kazan bir tutum.

SUUDİ ARABİSTAN VE İRAN, ŞERİAT

DEVLETLERİ DEĞİLDİR

"Şeriat" dediğimiz kurallar bütününün bugün

dünya üzerinde uygulamaları doğru uygulama biçimleri midir, Sözgelimi Suudi Arabistan ve İran örnekleri için ne dersiniz?

Dinamizmini kaybetmiş ve aşırı legalize edilmiş, ahlâkî ruhu boşaltılmış şeriat kavramlaştırmaları, bundan önceki ifadelerimden her halde açıktır, bence şeriat devletleri değil zulüm devletleri üretmeye teşnedir. İran'la Suudi Arabistan arasında mahiyete ilişkin temel farklar olduğunu herhalde fark edebiliyoruz. İran, ıslâhçı, bir bakımdan ilerici olmaya çalışan, ama acemice ve erken doğumlu bir teorinin kötü bir tatbiki iken Suud'sa Vahhabî yapısı itibariyle doğrudan gerici bir din tasavvuruna dayanıyor. Biraz daha açayım: İran, teorik yenilikçiliklerden istifadeyle modern bir dünya için İslâm geleneği içinden modern bir devlet yapısı geliştirmeye çalışıp da gerek teori düzlemindeki zaaflardan ve köklü sorunlardan, gerek iç ve dış güç dengelerinden, gerekse siyaset pratiğinin kendisinden doğan sorunlar dolayısıyla akim kalmış bir proje.

SUUD REJİMİ, İSLÂM DIŞIDIR DENİLEBİLİR

Suud ise pek de bir ıslâha açık olmaksızın ve temel kaynaklarla sahici ve şuurlu bir aklî ilişki geliştirmeksizin, içinde elbette İslâmın da bulunduğu ama özünde yedinci yüzyıl Arap toplumunun kültürü olan tarihî olguyu hortlatarak 20. yüzyıla taşımaya çalışmış bir gerici teorik projenin tatbiki görülebilir. Demek istediğim, ortada sadece şeriatın ayrımcı tatbikinden doğan uygulama sorunu yok, doğrudan doğruya dinin anlaşılması ve yaşanması üzerine idrak sorunu var. Dolayısıyla bütün dünyanın kanunî köleliği kaldırdığı bir vasatta 1962'ye kadar, o da ABD'nin baskısıyla, köleliği resmî olarak kaldırmamakta dinî bir beis görmemiş bir siyasî sisteme adil devlet veya şeriat devleti demek çok trajikomik kaçıyor. Ben şahsen sistematik olarak zulüm üreten, zenginin yoksulu ezdiği, insanların resmî olmasa da fiilen efendi köle diye ayrıldığı, "tebaa"nın dinî seçimlerini yapamadığı bir sosyal sistemi, hukukî sistemi ne olursa olsun İslâmdışı bir rejim olarak adlandırmakta çok rahatım.

İran için konuşacak olursak, işin müstekbirlik ve zulüm yönünü bir tarafa bıraksak bile sonuçta bildiğimiz gibi laik idareli Mısır'ın sivil toplum eliyle dindar ürettiği ölçüde İran devlet eliyle dine düşman veya en azından dinle sorunlu kitleler üretiyor. Ortada en hafifinden son derece başarısız bir proje duruyor. Pakistan, Sudan ve Nijerya gibi ülkelerde de sözde şeriat uygulamalarının ne denli zulümler ürettiği sanırım idrakleri açık gözlerden kaçacak gibi değil. Zaten geçen yıllarda Tarık Ramazan, tam da bu gerekçelerle, yani adalet üretmesi gereken şeriat uygulamalarının sistematik olarak zulüm üretmesi dolayısıyla İslâm ülkelerine şeriatın düzgün bir tatbik yolu bulununcaya kadar moratoryum ilân edilmesi çağrısında bulundu ki ben de yürekten alkışladım.

SİYASÎ PARTİLER DİN TEMSİLCİSİ OLAMAZLAR

"Siyasal İslâm" kavramı dinin siyasete alet

edilmesi mânâsında doğru bir yaklaşım mıdır? Din siyasete alet edilebilir mi? Demokratik bir düzende bir siyasî parti kendisini İslâmı temsil eden yegane parti ilan edebilir mi?

Dinin siyasete alet edilmesi, elbette teorik bir vakıa olarak tahayyül edilebiliyor, ama gözlemlenebilir bir olgu olarak bunun nerede nasıl olup bittiğini tahlil etmeye çalışmak nihayetinde niyetler işin içine girdiği için bizi içinden çıkılmaz gailelere sokabilir. Dindarların dinî taleplerinin bir partide temsiline gelince, bu normal bir siyasî düzende elbette rastlanabilecek bir durum, Hıristiyan Demokratlar gibi oluşumlardan bildiğimiz üzere. Dinin temsili ise zaten mütenakız bir ifade. Dinin temsilini dünyada herhalde olsa olsa peygamberler ve Allah'ın kullandığı anlamda halifeler, yani kendilerine yüklenen halifelik misyonunu benimseyenler üstlenmiştir denebilir, ama bu ikinci kategori de ideal olmaktan öteye çok fazla gidemiyor. Sonuçta kimse bu sıfatı hakkıyla üstlenebildiği hissine kapılamaz, ki kapıldığı anda dinî temsile kifayetsiz olduğunu göstermiş olur. Yani bu subjektif değil, objektif bir kategoridir, ama gözlemi de mümkün değildir, çünkü kimsenin niyetini tam olarak bilme imkânımız yok. Dolayısıyla Müslümanlar için dinî kimin temsil ettiği herhalde ancak ötedünyada belli olacak. Bu durumda Peygamberimiz kişinin bile kendine dindar demesini yasaklamışken ve meselâ Berre gibi dindarlık iddiası taşıyan isimleri değiştirmişken, parti gibi birçok kurumsal zaafa ve çürümeye açık bir yapı elbette kendisini dinîn temsilcisi göremez.

Bu noktada bir parti veya grubun dinî değerleri tek başına temsil edemeyeceğine dönük daha kesin bir şey söylenebilir mi?

Gene haddimi çok aşmak istemiyorum. Yalnız söylediklerimden sonuç çıkarmaya çalışacak olursam, din istismarı bir mayınlı alan olarak hem kişilerin, hem dinî örgütlenmelerin, hem de partilerin imtihanı. Sırf İslâmî niyetlerle yola çıktığımız için, zaaflarımızı unutarak, kendi şahıs veya grup maslahatlarımızı veya menfaatlerimizi hiç farkında olmadan İslâmın idealleri ile özdeşleştirmiş olabiliyoruz. Bu da iyi niyetimize rağmen din istismarı, kendi adımıza ahlâksızlaşma ve sonuçta dine zarar vermiş olma vebali taşıyor. Buna karşı daima uyanık olmalıyız, ki sonuçta kendi yaptığımız hataları dine mal etmiş olmayalım. O açıdan kişilerin sırf İslâmî şiarları ve ritüelleri benimsemekten ötürü kendilerine dindar sıfatını, İslâmın temsilcisi sıfatını izafe etmeleri ne kadar mahzurluysa ve ahlâksızlaşma riski barındırıyorsa, grup ve partilerin de aynı yakıştırmayı yapması en az o kadar mahzurlu ve bizzat dine zarar verme potansiyeli barındıran davranışlardır diye düşünüyorum.

BEDİÜZZAMAN HÜRRİYET VE MEŞRÛTİYET İÇİN MÜCADELE ETTİ

İslâm ve demokrasi kavramlarına İslâm âlimi

Bediüzzaman Said Nursî'nin getirmiş olduğu farklı yaklaşımları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Üç Said'in her birinin farklı siyasî tavırlar aldığını biliyoruz. Yalnız 2. Said'deki sivil itaatsizlik ve Kemalist iç sömürgeciliğe karşı antikolonyal direniş örnekleri bana bir örneklik olarak şahsen çok hitap etmiştir. Devletlû-resmî siyasetten sivil siyasete geçmenin nasıl olabileceğinin canlı misalleridir bunlar bence. Ayrıca siyasî ontoloji çerçevesinde değerlendirdiğimde İkinci Said'den alınacak önemli dersler olduğunu da ifade etmek istiyorum. Bence siyasetle ahlâk ve akidenin bağını çok iyi kavrayan Bediüzzaman, akidenin ıslâhı üzerinden çok orijinal bir ahlâk ve siyaset üretme çabası göstermiştir. Bu durumda onun akide tecdidi projesini benimsemiş takipçileri ondan belli bir ahlâk ve siyaset tarzını bütün tabiîliğiyle kendiliklerinden geliştirebileceklerdir. Bediüzzaman, "şu zulme karşı şöyle yap" demez, ama onun belirttiği akideyi hazmeden kişi bir karakter, bir meleke olarak o siyasî tutumu ahlâkî bir tavır olarak hemen alacaktır. Tabiî ki pratikte bu nasıl olmuştur o ayrı bir konu ve değerlendirmesi daha zor. Eğer daha bir siyasî aktivist olan Birinci Said'in meşrutiyetçiliğini soruyorsanız, o noktada bildiğim, tıpkı Afganî mektebindeki diğer Türkiye İslâmcıları gibi onun da hürriyet ve meşrutiyet için mücadele ettiği, halk iradesine, şûraya onlar gibi vurgu yaptığı, ama ayrıntılarını bilecek kadar konuya vakıf değilim maalesef.

Bediüzzaman Said Nursî'nin "Asyanın bahtının miftahı meşveret ve şûradır" sözünü bu mânâda nasıl değerlendiriyorsunuz?

Gazetenizin bu sözü bir amblem altı şiar olarak bunu benimsediğini biliyorum ve 1. Said'in bunu söylediğini tahmin ediyorum. Bediüzzaman'ın tecdid projesinin o devirde böyle bir siyasî ıslah projesini de ihtiva ettiği az çok bilinen bir gerçek. Gene o dönemdeki Müslüman mütefekkirlerin ihya-tecditçi kolunda, Bediüzzaman ve arkadaşlarınca, Akif gibi isimler de buna dahil, meşrutiyet talebinin İslâm üzerinden böylece savunulduğu üzerine benim de bahsettiğim gibi çok söz söylendi. İslâmın saltanatçı yorumuna mukabil böyle bir yorumu tabii ki bizim gibi günümüz insanlarına çok daha sıcak geliyor ve bu benim kendi adıma çizdiğim çerçevede İslâmın adalet ve özgürlük ilkelerine çok daha yakışan, öncü adımlardan biri olarak değerlendirilebilir. Keşke II. Meşrutiyet dönemindeki bu zengin mirastan istifademiz bu kadar gecikmeseydi-ki hâlen o devrin düşünce mirasına tam anlamıyla hakkını verebildiğimiz söylenemez. Ve keşke bu mirası bütün dünyanın istifadesine daha çok ve daha erken sunabilseydik.

BEDİÜZZAMAN'IN ASRIN MÜSLÜMANINA

UYARISI

Bediüzzaman, "Şeriatın yüzde doksan dokuzu iman, ibadet, ahlâk ve fazilettir, yüzde biri siyasete mütealliktir" diyor. Bediüzzaman'ın bu görüşlerini nasıl yorumluyorsunuz?

Gene çok vakıf olmadığım konuda haddimi çok aşmak istemiyorum. Ama ilk intibamı söyleyecek olursam, Bediüzzaman, benim bildiğim kadarıyla burada Müslümanların siyaset temelli bir ıslâh projesindense akide ve ahlâk temelli bir projeyi öne çıkarmaya çalışıyor. Yani dar anlamıyla siyaseti, "devletli ve resmî" alanı bu denli merkeze almamamız gerektiğini kastediyor olabilir. Bu tavır ile Bediüzzaman'ın çağdaşı Ali Abdurrazık gibilerinin açtığı İslâm içinden lâikliği savunma çığırını ayırt etmeliyiz bence. Burda geniş anlamıyla siyasetin İslâmdaki değerinin önemsizleştirilerek zamanla dinden tamamen kopartılması çabasını değil, dar anlamıyla politikanın Müslümanların tek derdi hâline gelmesine karşı Bediüzzaman'ın bir ikazda bulunduğunu anlıyorum. Yani siyaseti lâikleştirme değil din idrakinin siyaset merkezli olmaktan çıkarılmasına bir çağrı diye yorumluyorum.

AKP SİVİL İSLÂMÎ MUHALEFETİ BİTİRDİ

Bugün AKP'nin temsil etmiş olduğu ılımlı İslâm

anlayışının handikapları nelerdir?

Söylediklerimden AKP'ye ilişkin sonuç çıkarma işini kendim üstlenmektense okuyuculara bırakmayı tercih edeceğim sanırım. Gene de Türkiye'deki İslâmî hareket ve eylemliliğin AKP ile geldiği nokta üstüne tabii ki bazı şeyler söylenebilir. Burda avantaj değil handikap dediğiniz için AKP'nin kendi bakışımdan İslâmî siyasete maliyetlerine odaklanacağım...

Öncelikle 30 yılı aşkın bir zamanda belli bir kıvam tutmuş son dönem İslâmî düşünce ve eyleminin hem kadrolar hem de düşünce mihveri bakımından bu iktidar döneminde devlet ve bürokrasi tarafından emildiğini söylemek herhalde çok abartı olmasa gerek. Bu noktada onyıllardır devletten ve devletçilikten bağımsız bir muhalif siyasî düşünce geliştirmiş kesimler AKP'nin kendi adına maharetle sağladığı iç-ittifak dolayısıyla bir kalemde devlet ve iktidar merkezli bir düşünce yapısına kapılabilmişlerdir. Bunun sivil bir İslâmî muhalif düşünceye maliyetleri herhalde söylemeye değmeyecek kadar açıktır.

AKP İLE İSLÂMCILIK SOSYALLİKTEN UZAKLAŞTI

Gene İslâmcılığın sosyal bir hareket olmaktan, temelde dar kadro fikir hareketi olmaya tenzil olunması bu iktidar döneminde olmuştur diyebiliriz. Sosyalizmin Türkiye'deki kaderi gibi İslâmcılığın da artık geniş kitleleri cezbeden, onlara sahici bir özgürlük ve adalet projesi vaad eden ve onları bu proje için seferber edebilen bir ideoloji olmaktan çıkarak dar bir çevrenin son derece çetrefil ve derinlikli ama geniş kesimleri ateşlemekten aciz bir uğraşısı hâline gelmesi İslâmcılık adına sonuçları henüz çok fark edilmeyen bir zayiattır diye düşünüyorum. Ama uluslararası dengeler, Türkiye'de pek moda olmuş tabiriyle "Büyük Ortadoğu Projesi" ve benzeri konularda söz söylemek karanlığa taş atmak hükmüne girebilir kendi adıma. Bu tür konularda çok net verilerle konuşmanın daha sağlıklı sonuçlar ve eleştiriler üreteceğine inanıyorum. Ortada büyük güçlerle Türkiye arasında çeşitli manevralar var ama bunların muhtevasına yeterince sahip miyiz, şüpheliyim. Ve bundan kim kazançlı çıkar, bunu da şimdiden kestirmek zor.

Son olarak, iktidarın gençlik kolları olmak, iktidarın siyasî ve kamu projelerine eklemlenmek hemen her ülkede değişim ve reform unsuru olmaya bir numaralı namzet olan gençliğe çok da tatminkâr gelmiyordur diye tahmin ediyorum. AKP'nin ideolojik muğlaklığı ve buna rağmen İslâmî kesimin nerdeyse tamamını siyaseten kendisine bağlaması, ülkede ve dünyada yolunda gitmeyen gelişmeleri ve durumları anlamlandırmak ve onlara karşı bir muhalefet çerçevesi geliştirmek isteyen gençlik kesimini bir muhalif dil bulmak adına milliyetçilik gibi çok daha farklı mecralara sürükleyebiliyor. Burada AKP'nin yol açtığı "İslâmî muhalefet zemininin kaybı"ndan rahatlıkla söz edebiliriz bence. İslâmî akidenin ve tevhidin yoğurduğu ahlâkî hassasiyetlerle adalet ve özgürlük mücadelesine girişmiş sivil bir muhalif eylemlilik her zaman muhtaç olduğumuz ama şu an bir o kadar mahrum olduğumuz bir eksiklik.

UMUT YAVUZ [email protected]

16.03.2010

 
Sayfa Başı  Geri


Önceki Röportaj

  (15.03.2010) - İSLÂM “ADİL DEVLET” ÖNGÖRÜR

  (14.03.2010) - DİN ADINA SİYASET TRAJEDİYE YOL AÇTI

  (12.03.2010) - 28 Şubat, 12 Eylül gibi Uzun ve karanlık bir gölge

  (08.03.2010) - SAİD NURSÎ CUMHURU TEMSİL EDİYOR

  (22.02.2010) - ÇÖZÜM SAİD NURSî’DE

  (21.02.2010) - GENÇLERİMİZDEN ÜMİTLİYİM

  (19.02.2010) - Yoğurdumuzu jelatinle kirletmişler

  (18.02.2010) - AB reçetesine ihtiyacımız var

  (17.02.2010) - “SENİ BİR YILDIR TAKİP ETTİRİYORUM”

  (15.02.2010) - Devlet törenlerden yönetiliyor

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim oktay usta yemek tarifleri Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl