Hakan YALMAN |
|
Küresel Asr-ı Saadetin güçlü bir duâsı |
Geçtiğimiz Pazar günü 5. Ulusal Risâle-i Nur Kongresi yüzümüzü ağartacak ve şevkimizi kamçılayacak bir güzellikte ve mükemmel bir organizasyonla gerçekleşti. Bu kongrelerin başlangıç zamanlarındaki şevk ve heyecanı yaşamış biri olarak Haliç Kongre Merkezi’nde yaşadıklarımızdan hem çok duygulandım hem de büyük gurur duydum. Risâle-i Nur Enstitüsü’ndeki kardeşlerimize ve Şekercihan kahramanlarına teşekkür ediyorum. Bizlere gençlik yıllarımızın şevk ve heyecanını hatırlattılar. Kongrelerimizle ilgili pek çok şey kemal noktasına ulaştı. Ancak bu güzel hizmetlerin ortaya çıkışındaki arayışlardan biri de, Türkiye genelinde Risâle-i Nur ile ilgili olan tüm grupları bir araya getirmek ve hizmetin bütünlük, âhenk ve renklilikler içinde ve tevhid içinde devamına zemin hazırlamaktı. Zannediyorum bu mananın tekrar gündeme alınması ve kongrelerin bu anlamdaki hizmetinin gözden geçirilmesi gerekiyor. Liberaller ile aramızdaki yakınlaşmanın önemli bir zemini oldu. Bu da hizmetin ülke geneline yayılması açısından çok önemli bir adım. Ancak daha dar dairedeki ahenk konusundaki çalışmalar da bir o kadar önemli. Kongre sırasında 6000 adet Türkçe ve 1000’e yakın İngilizce Tabiat Risâlesi dağıtan ICBA’lı gençlerin samimi duâsı da takdire şayandı. Manevî hizmet ve değerlerimizi insanlığa ulaştırma duâmızın organize olma duâsı ICBA (Intercultural Bridge Association) Kültürlerarası Köprü Derneği şeklinde isim buldu. Bu dernek Nur hakikatlerini dünyaya ulaştırmak isteyen yapımızın organize arayışına bir cevap olmak istidadında. Her düzeyde diyaloglar, talebe değişimleri ve külliyatın her dilde insanlığa ulaşması gibi bir dizi faaliyetin planlanacağı merkez olmaya talip. Bu anlamda samimi bir arayış içinde olan üyeleri ile hedefler belirliyor ve bir kıpırdanış şeklinde faaliyetlerini planlarken bütün Yeni Asya camiasını ve İslâm âlemini fahrî üyeleri olarak kabul ediyor. Bu anlamda derneğin birinci sırada yer alan aidatı ve güç kaynağı samimî ve gönülden gelen duâlar. Bu duâlarla dernek en dar daireden insanlık âlemine uzanan bir ittifak ve ittihat arayışı içinde olacak. Bu anlamda üstadın Tabiat Risâlesi ile tabiattan gelen fikr-i küfrîyi dirilmeyecek bir sûrette öldürmek ve küfrün temel taşını zîr ü zeber etmek duâsına küllî bir duâ ile katılmak amacıyla dernek dünyadaki herkese bir Tabiat Risâlesi dağıtma yoluna koyuldu. Bu duâya maddî ve mânevî katkıları ile âmin diyenlerin sayısı her geçen gün artıyor ve bu ruh ile ortaklık duygusu halka halka büyüyor. Kongre sırasında da büyük rağbet gördü. Her bir insana ulaştırılan Tabiat Risâlesi insanlığın en büyük vebası olan küfür fikrine atılan nurânî bir taş olacak ve inşâallah yedi milyar Tabiat Risâlesi duâmız yeryüzünde Küresel Asr-ı Saadet duâsı olacaktır. Son günlerde dünya genelinde yaşanan olaylar, artık değerler etrafında bütünleşmemiz gerektiğini ve ortak geleceğimiz açısından refah, huzur, birlikte yaşayabileceğimiz kadar medeniyetin hâkim olması hangi din, ırk ve sosyal tabakadan olursa olsun insan olan herkesin hakkına saygı ve insanlığın kılık kıyafet ayrımına fedâ edilmemesi gerektiğini ortaya koymaktadır. Milletin ve meclisinin iradesi bu yönde tecellî etmiştir. İşin güzel yanı dünya genelinin bu değerler ve kurallar etrafında halka olan iradeye destek olması ve bu anlamda dini bir siyaset aracı olmaktan çıkarıp haçlı zihniyeti ile değil insanlık merkezli tepkiler sergilemesidir. Dinî yaşantısından dolayı herhangi bir ferdin karşısında olmak, artık dünyanın geldiği noktada zihnen çok geri olmak ve ırkçılığa benzer ilkel insan reflekslerinden kurtulamamak anlamına gelmektedir ve gerçek anlamı ile irticadır. Artık aydın insan, kendi gibi düşünenlerin olduğu bir dünya değil her düşünce ve inancın tam serbestiyet içinde yaşanabildiği bir dünya hedeflemektedir. Bu medenî yaklaşımın gerisinde kalan zihniyet çok güçlü gelen insanlık rüzgârı önünde savrulmaya ve yok olmaya mahkûm olacaktır. ‘Muâsır medeniyet seviyesi’nden dem vuranlar şu an dünya insanlığının yakaladığı ve tarafgirlikleri, milliyetleri ve inançları âhenk içinde bir arada bulundurma potansiyelinde ve merkeze insanlığı, insanı koyan medenî seviyenin gerisinde kalmak riski ile yüz yüzedirler. Bu durumda mahalle baskısı gibi tanımlarla dinî hassasiyeti olanlara karşı çıkmak aslında medeniyetten uzaklaşmaktır. Belki de gerçek medeniyet, her türlü farklılığa açık olmak ve bunların hürriyetine en az ferdin hürriyeti kadar sahip çıkmaktır. Risâle-i Nur’un nurânî hakikatleri önümüzdeki asırda insanlığın tevhid modeli için önemli bir rol üstleneceğe benzer. Tevhide susamış bu gönüller insanlık ortak paydasında buluşacak ve şu dar dünyayı kendilerine iyice dar etmeyeceklerdir. Bu tablo aslında insanları huzur ve barış içinde bir araya getirmek isteyenlere bir çıkış yolu sunmaktadır. Dünyanın çıkış yolu bu olmalıdır. Ülkemizde dönüm noktası anlamına gelecek tarihî günler yaşanmaktadır. Artık kavgaları ve gereksiz suçlamaları bir tarafa bırakıp dünya insanlığının selâmeti için birleşmek ve dayanışmak zamanıdır. Bunun en uygulanabilir şekli, hukukun ve kanunların hâkim olmasıdır. ‘Kanunlar bana yaradığı sürece uygulansın, aksi takdirde ‘Suyumu bulandırıyorsun’ muamelesi yaparım’ şeklindeki bedevî ve vahşî yaklaşımların dünyadaki ömrü bitmek üzeredir. Zaman vahşet ve bedeviyet zamanı değil insanlık ve medeniyet zamanıdır. Şu zamanlar dünyamızın bu anlamda bir imtihandan geçtiği zamanlardır. Rabbimizden azametli ve bahtsız ümmetimizin talihinin açıldığı günler olması ve istikbal inkılâbâtı içinde ortaya çıkacak en yüksek gür sedanın insanlığa duyurulacağı bir basamak olmasını niyaz ediyorum. Gelişmeler nasıl olursa olsun neticede hak galip olacaktır. Bu anlamda ‘Bediüzzaman Said Nursî ve Demokratik Açılım’ çok önemli bir çıkış noktası olmalı. Salondaki tablo da Üstadın ruhunu şâd edecek ve Kâinatın Efendisini (asm) mütebessim edecek bir manzara idi.
30.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Nurullah AKAY |
|
Başkalarını değil nefsimizi kınayalım |
Bir insanı hatasız ve günahsız telâkki etmek, bir nevî o insanın yaradılış hikmetini inkâr etmek olur. Zira insan hata yapmak, günah işlemek üzere yaratılmıştır. Tâ ki kusurunu, noksanlığını anlasın ve insânî hasletlerini korumak için çaba göstersin, iyilik işlemek, güzelliklere sahip olmak için sürekli bir gayret içinde olsun... Kalbi kararmamış, ruhu sönmemiş, vicdanı bozulmamış bir insan hatalarından, kusurlarından ve günahlarından dolayı pişmanlık duyar ve bunları tekrar yapmamak için Allah’a yalvarır. Böylece insan yaptıklarından tevbe ettikçe Allah’ın “Tevvab” ve “Gafur” gibi ism-i celîleleri tecellî eder. Aksi takdirde insan gaflet içinde yaşayacak ve nefsi ona Firavunâne bir hayat yaşatacaktır. Demek günah işlemek, hatalı işler yapmak değil, bunlardan tevbe etmemek ve doğruya yönelmemek insanı helâkete götürür. Bu sebepledir ki, inancımıza göre günahlarından tevbe edip dönen insanların kınanması doğru değildir. Peygamber Efendimiz (asm), günah işleyip, hatalı işler yaptıktan sonra yaptıklarından pişmanlık duyanları kınamamızı men etmiştir. Ve buyurmaktadır ki, Müslüman kardeşini yaptığından dolayı kınayanlar, aynı hatalara maruz kalmadan bu dünyadan ayrılmayacaklardır. Peygamber-i Zîşân (asm), reylerinden dolayı Uhud Savaşının Müslümanların aleyhine sonuçlanmasına sebep olan sahabilerini kınamamıştır ve bu durumu hiç kendilerine hatırlatmamıştır. Onlara “Ben size demedim mi?” diye târizde bulunmamıştır. O Yüce Resûl (asm), her zaman Müslümanların yaptıkları hatalardan dolayı affedilmeleri için Allah’a yalvarmış, Allah tarafından affedildiklerine dair bir âyet nâzil olduktan sonra bir daha eski halleri kendilerine hatırlatılmamış, bununla ayıplanmamışlardır. Elbette biz inananlar Kur’ân’ın hükümlerine ve Peygamberin (asm) sünnetlerine göre kendimize bir yol çizeceğiz. İnsanlarla münasebetlerimizde dinimizin şaşmaz ölçüleri bizim için şaşırtmaz birer pusuladır. Peygamberimiz (asm) insanlarla nasıl muamele etmişse biz de aynı ölçüler çerçevesinde insanlarla olan münasebetlerimizi yürüteceğiz. Böyle yaptığımız zaman kolay kolay şaşırmaz, beşerî münasebetlerimizde hatalara düşmeyiz. Bilindiği gibi çevremizdeki insanlarla zaman zaman iddialaşmalara gireriz. Bazı içtimâî konularda farklı düşüncelere sahip oluruz. Geçen zaman bazen bizi, bazen de karşımızdakileri doğru çıkarır. Sünnet olan, insanın kendi tezinin doğru çıkmasından dolayı nefsine pay vermemesi ve Rabbine şükretmesi, rakibinin tezinin doğru çıkmasına da, yeni bir şey öğrendiği ve nefsine gurur imkânı verilmediği için sevinmesidir. İnsaflı olan, dünyasında gurura ve nefsin böbürlenmesine yer ve izin vermez. Eğer zaman bizi bir çok konuda doğru çıkarmışsa, Rabbimize hamd eder ve yanılan kardeşlerimizin yanlışlarını başına kakarak onu ayıplama cihetine gitmeyiz. “Ecrimi Allah verir” diyerek yolumuza devam etmemiz lazımdır. Elbette iman ve Kur’ân hakikatleri muvacehesinde şaşırmamak Allah’ın biz insanlara büyük bir lütfudur. Bu lütuf ve ihsanı sürekli yanılanları ayıplamak için kullanmak, insanı Allah’tan olan ecirden mahrum bırakabilir. Ayrıca düşünce ve uygulamalarında yanılan insanlardan sürekli bir pişmanlık ifadesini beklemek ne derece doğru olabilir? Elbette hatayı kabul etmek fazilettir. Kusurunu ve hatasını anlayıp Allah’a tevbe edenler işlerini Allah’a havale etmiş olurlar. Bunların bir de insanlara karşı hatalarını itiraf etmeleri fazilet olsa da, bizlerin bunları bu yönde zorlama hakkımız olmaz kanaatindeyim. Bilindiği gibi, Allah’ın Habibi Peygamber Efendimizin (asm) hadisleri arasında, bizden, insanların bize karşı işledikleri kusurlarını ve bizim de onlara yaptığımız iyilikleri unutmamız gerektiğini ifade eden hadisler vardır. Mü’min olabildiğince kerim olmaya yönlendirilmiştir. İnsanların kusurlarını araştırmak, hatalarını yüzlerine vurmak, ayıplarını ulu orta insanlara anlatmak İslâm’ın ahlâk anlayışına aykırıdır. Bizler kendi doğrularımızla, güzel ve hak olarak gördüğümüz mesleğimizin muhabbetiyle yaşamalı, başarımızı başkalarının yanlışlarını ifade etme üzerine binâ etmeye çalışmamalıyız, vesselâm...
30.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Robert MİRANDA |
|
Barbaros’tan Aztek’lere şiirsel adalet |
İspanya Kralı Charles I, 1519 yılında Kutsal Roma İmparatoru olup Charles V adını alınca, o zamanlar yeni fethedilmiş bir bölge olan ve adına Yeni İspanya denilen bugünkü Meksika’ya Hernan Cortes’i vali, baş kumandan ve başhakim olarak atamıştı. Atanmasından hemen sonra Cortes Mexico City denilen şehrin inşa edilmesi emrini vererek, bölgede bulunan Aztek tapınaklarını ve binalarını yıktırmış ve bunların kalıntılarıyla o zamanlar Avrupa’nın önemli bir şehri haline gelecem olan Americas’ı inşa ettirmişti. Yerli Azteklerin bölgedeki bütün mimari izleri silindikten sonra, sıra onları zorla Hıristiyanlaştırarak kültürlerinden ve kökenlerinden ayırmaya gelmişti. Daha sonra ise yerli halkın birçoğu İspanyolların sahibi olduğu madenlerde ve çiftliklerde bir köle gibi zorla çalıştırılmaya başadılar. Ayrıca Afrika kökenli köleler de Meksika’ya getirilmişti. Cortes’in yönetiminde Kızıl Derililerden, yerli Afrikalılardan ve Afrika kökenlilerden olmak üzere en az 200 kölenin çalıştırıldığı tespit edilmiştir. Meksika’yı ve Latin Amerika’nın büyük kısmını ele geçiren fatihlerin (Conquistadors) ve Cortes’in şuursuzca kan dökme eylemlerine bir örnek de Meksika kabile reisi Cuauhtémoc’ın sebepsiz yere idam edilmesidir. Cortes, kendi adamlarının şiddetli itirazlarına rağmen Cuauhtémoc’ın idam emrini vermekte tereddüt etmemiştir. Diğer yandan Bernal Diaz del Castillo gibilerin aktardığına göre Cortes’in etrafındaki diğer İspanyollar da bu idama sıcak bakıyorlardı. 1521 yılının Ağustos ayında, bir kaç yüz adamla birlikte, Cortes, Aztek İmparatorluğu’na darbe indirmiş, başşehir Tenochtitlan’ı yerle bir etmiş ve 100 binin üzerinde insanı katletmiştir. Kazınılan bu kanlı zaferden sonra ise İmparator Montezuma’nın bütün hazinelerini gemilerine doldurmuş; denilene göre bu hazinede altın ve gümüş külçeleri, 300 pound ağırlığında inci, ‘bir adamın yumruğu büyüklüğünde zümrüt, yeşim taşından heykeller ve 3 canlı jaguar bulunuyormuş... Hasılı kelam bu adam esasında para için insan öldüren bir vurguncudan başka birşey değildi... Latin Amerika’nın bu kimseler tarafından acımasızca talan edildiği o yıllarda Barbaros Hayreddin, Paşalık makamına yükseltilerek, Kaptan-ı Derya yani Osmanlı Donanma Komutanı olmuştu. Barbaros, Akdeniz’i on yıllarca kontrol altında tutan bir Türk korsan ve denizcisiydi. Meksika’da, Meksikalılar arasında bilhassa da Aztek kökenli olanlar tarafından Hernan Cortes tam bir yıkıcı ve talancı güç olarak anılır. Onu halk nezdinde yad edilir kılan tek hasiyeti İspanyol olmasından başka birşey değildi. Hernan Cortes, Meksika’nın yerli halkına sebepsizce ölüm ve yıkım getiren bir fetihçiydi... Onun zulmü bütün köyleri kasıp kavurdu ve binlerce Azteklinin, yerli Meksikalının kanı ellerinde duruyor... Meksika’daki bu sayısız cinayetlerinden sonra Hernan Cortes daha fazla şöhret ve ganimet umarak, donanmasını Genovalı İtalyan Amiral Andrea Doria’nın donanmasına katarak Preveze Deniz Savaşı denilen savaşa iştirak etti. Barbary Coast yahut Berberi Sahilleri, Avrupalılar tarafından 16. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar Mağrib ülkelerini (bugünkü Fas, Cezayir, Tunus, Libya) yani Kuzey Afrika’nın orta ve batı kesimlerini tanımlamak için kullanılan bir terimdi. Bu isim kuzey Afrika’da yaşayan Berberi toplumundan dolayı kullanılmaktaydı. Aynı zamanda Cortes’in son savaşı olan Preveze Deniz Savayşı’nda (1538), Cortes, Charles V’in Andrea Doria komutasındaki kutsal ordusunu yenen Barbaros Hayreddin Paşa tarafından esir edilmişti. İspanyol donanmasının Barbaros’un muhteşem askeri dehası karşısında hiç şansı yoktu. 1538 yılının 28 Eylül’ünde Barbaros Hayreddin Paşa, Hıristiyan donanmasıyla karşılaştı ve onları daha sonra Preveze Deniz Savaşı denilecek savaşta yenilgiye uğrattı. Bu zaferi eşsiz kılan şey bana göre Barbaros’un çok güçlü bir düşman karşısında parlak bir galibiyet kazanmasından ziyade, Hernan Cortes gibi bir İspanyol sömürgecisinin esir düşmesi ve yenilmesidir. Denilebilir ki, Cortes ve kana susamış fetihçilerin Meksikalı Aztek halkına yapmış olduğu zulümlerin ve merhametsiz katliamların karşılığı, şiirsel bir adaletle Müslüman Barbaros’un eliyle verilmiştir. Öyleyse sana minnet borçluyuz ey Barbaros; bu zalim katili yok ettiğin ve adaleti tesis ettiğin için... O ki senin sayende, benim atalarımdan çaldıklarını Preveze Deniz Savaşı’nda yenilince kaybetmiş oldu. Selam olsun sana...
TERCÜME: UMUT YAVUZ
30.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Mikail YAPRAK |
|
Bahar açılımları |
Yeryüzünü şenlendiren baharımıza; ilim ve irfan sahasındaki baharlar da eşlik ediyor. Göz kamaştıran açılımlar ruha ümit, kalbe heyecan ve fikre ufuk bahşediyor. Toprağa atılan tohumlar misali, ruhlarda ve kafalarda yerini bulan fikir ve mânâ çekirdekleri, mânevî baharlara tebessüme hazırlanıyor. Nebatat ve hayvanat âlemindeki canlanmaya paralel olarak insaniyet âleminde de uyanış ve diriliş kıpırdanışları imanlı gönülleri rahatlatıyor. Yumurtasından çıkmaya çalışan yavru misali, nevrûz ile kabuğunu çatlatan yeryüzü, giden kışı rahmetle anıyor ve andırıyor. Çünkü bütün bu güzellikler kış perdesi arkasında, zuhur edecekleri anı beklemişlerdi. Acele edip kışta gelen zatı da, biz her zaman eserleriyle ve her baharda adına tahsis edilen etkinliklerle anmıyor muyuz? „Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim, sizler cennet-âsa bir baharda geleceksiniz“ diyen Üstad da bir nevrûz zamanında ebedî bahar âlemine uğurlanmıştı ki, onun vefat yıldönümleri, hazırlanan anlamlı ve seviyeli programlarla bayram ve bahar havasında geçiyor. Baharın başında başlayan bu gayretler, baharın ortasında Kutlu Doğum Haftası ile zirveye ulaşıyor ve artık bütün ülkeyi manevî ve ulvî bir hava sarıyor. Bu manevî iklim ve atmosferde husûle gelen imanlı ölümleri karşılama bile her zamankinden farklı olabiliyor. Âsude bir bahar ülkesine uğurladıkları sevdiklerinin ardından el sallarken, hıçkırıklarını boğazlarında düğümleyip, hüzün ve elemlerini sinelerine sindirip, gözyaşlarını içlerine akıtabiliyorlar. İman Hakikatleri’ndeki ölüm tariflerini, sevdiklerinin ânî ölümüyle canlı canlı okuyarak idrakin zirvesine ulaşabiliyorlar. *** Aslında mânâ ve fikir alanındaki kapalı kapıları açmaya yönelik, hayırlı ve uğurlu her açılım, birer bahar müjdesi kabul edilecek olursa, „bahar açılımları“ yerine „açılım baharları“ da diyebiliriz. Kışta bile baharı terennüm ettiren açılımlar, ruh ve mânâ dünyamızı ferahlatan açık faaliyet ve hizmetler, dünya durdukça devam etmelidir ve edecektir. Din hakikatını çevreleyen hurafeler püskürtülünceye, doğru İslâmiyet yaşanır hale gelinceye ya da İslâmiyet doğru anlaşılıncaya kadar bu hizmetler devam edecektir. Demokratik arızalar giderilinceye kadar; insanca, Müslümanca ve hür yaşama hakkı kazanılıncaya kadar hizmet açılımları devam edecektir. Varsın bir asır önce startı verilen bu gayretlerin izdüşümü, siyaset alanına sadece „demokratik açılım“ olarak düşsün. Varsın bin türlü engellerle ve engellemelerle karşı karşıya kalınsın. Ve varsın bazı açılımlar, açılmadan kapansın. Kâinatın seyrine, eşyanın tabiatına, suyun akışına ve insanlığın fıtratına uygun hizmet açılımları devam edecektir. Dinozorlar ve kartlaşmış kafalar, gelen neslin karşısında direnemeyecektir. Hiçbir beşerî güç, suyu tersine akıtamayacak, hâdiseler, Allah’ın takdir ettiği yörüngeler içinde seyrine devam edecektir. *** Hiç kimse Amerika’yı yeniden keşfe kalkışmasın. Hizmetlerin ve açılımların startı çoktan verilmiştir. Yüz yıl önce Bediüzzaman’ın, hürriyet ve meşrûtiyeti aşiretlerle münazara etmesiyle bu start verilmiştir. Altmış yıl önce Ezan-ı Muhammedî’nin aslına çevrilmesiyle bu start verilmiştir. Bu uğurda şehitler verilmiş, hapislerde yatılmıştır. Bediüzzaman henüz hayatta iken, hak ve hukuk mücadelesinde galip gelmiş, bütün hücumları ve ithamları mahkemelerde çürütmüştür. „Ölümüm, hayatımdan daha ziyade hizmet edecektir“ diyen Üstadın geride bıraktığı eserler ile milyonlarca okuyucuları onun bu hükmünü tasdik ediyor. Bugünkü demokratik hak ve hukuk açılımlarında onun sadece üç kitabı (Münazarat, Sünûhat ve Hutbe-i Şamiye) rehber olarak seçilse ve ona göre adımlar atılsa, bütün bu çıkmazlardan çıkılacak, bir türlü açılamayan „açılımlar“ açılacaktır. Hem Asya ile Avrupa’yı birbirine bağlayan, üç tarafı açık denizlerle çevrili, dünyanın cazibe merkezi bir Türkiye’nin kapalı kalması zaten düşünülemez. Tarihî misyonu, dünyada genel barışı ve emniyeti sağlamak, hak ve adaleti temin etmek, Kur’ân hakikatlerini cihana ilân etmek olan bir milletin torunları, bugün kendi içindeki kısır çekişmelerin mahkûmu olamaz.
30.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Muzaffer KARAHİSAR |
|
İnsanlar ve hayvanlar |
Kâinat fabrikası mükemmel ve muazzam bir şekilde işletiliyor. Her bir olay, iş, faaliyet, ürün, mahlûkat ve mevcudat farklı, ayrı ve özel olarak itinayla, özenle yaratılıyor. Hiçbirisinin ihtiyaçları, istekleri ve hayatiyeti için lâzım olan gerekli şartları unutulmadan, hassasiyetle temin ediliyor. Zerrelerden kürelere kadar her şey yerli yerince en güzel şekilde, en ölçülü biçimde, planlı ve programlı olarak yaratılıp kendilerine takdir edilen ömür kadar bu dünya penceresinden görünüp; Allah’ın kendilerinde tecelli etmiş olan güzel isimlerinin modeli ve aynası olarak vazifelerini yapıp sonra kayboluyorlar. Ağaçlar, kuşlar, çiçekler, mevsimler, canlılar… “Hiçbir şey yoktur ki O’nu övüp O’nu tesbih etmesin..”1 gerçeğini varlıkları ve hayatları ile ifade ediyorlar. Allah’ın her bir canlıyı apaçık koruyup kolladığının birçok örneği vardır. Çeşitli hayvanlarla ilgili duyduğumuz ibret verici gerçekleri ifade etmeye çalışalım: İbrahim Sarıçiçek anlatıyor: Sait Evrenkaya ve arkadaşlarına kendi işyerlerinde Kur’ân dersi veriyordum. Ders bitti ve çay içiyorduk. Ağustos ayının en sıcak günlerinden birindeyiz. İçimizden birisi ‘kabir ziyareti yapalım’ diye teklif etti. Bizler de hem okuruz, hem de tefekkür ederiz, diye kabul ettik. Evrenkayaların aile kabrine vardığımızda onların kabrinin yanında yeni kabir yapmak için bir metre kadar derinlikte bir çukur açılmış ve öylece bırakılmış. Bir de baktık ki o çukurun içine dört tane kaplumbağa düşmüş. Sıcağın karşısında aç susuz öylece kalakalmışlar. Hemen onları kurtardık ve yeşilliklerin içerisine bıraktık. Birbirimizin yüzüne bakarak, önceden planlamadan acilen oraya gönderilmemizin sebebini fark ettik. Ahmet Çete anlatıyor: Kendisinin bulunduğu bir sohbet ortamında tanıdığı bir kişinin anlattığı vakıa da şöyle olmuş: Bahçesine giden şahıs, bahçesine zarar veren kaplumbağayı alıp bahçe duvarına sırtını yaslayıp, adeta çarmıha gerer gibi sabitlemiş, ona ceza vermiş. Daha kendisi bahçeden çıkmadan hırsızlar gelmişler, önce kendisini dövmüşler, çarmıha gerer gibi ellerini ağaca bağlamışlar ve iç çamaşırı hariç soymuşlar. Bahçeyi de talan edip öylece bırakıp gitmişler. Bir kişi gelip kurtarıncaya kadar bahçede, elleri bağlı, çıplak vaziyette beklemiş. Bir başka kişi bahçesine girmiş olan kaplumbağayı zarar verdiğini düşünerek cezalandırmak için, bahçe duvarına sırt üstü koyarak kurtulamayacak şekilde üzerine taşlar koyup gitmiş. Bir hafta kadar bir zamandan sonra bahçeye yaklaştığında bir kuşun uzaktan inip çıktığını fark etmiş. Yanına vardığında, o kuşun mağdur ve hapis durumda bulunan kaplumbağaya yiyecek taşıdığını görmüş ve yaptığı yanlışın farkına varmış. Yine Ahmet Beyin kayınvalidesinin tanıdığı bir genç, Hasan Karaağaç kuşları çok sever, sürekli yiyecek verir ve ilgilenirmiş. Daha sonra askere gitmiş ve şehit olmuş. Afyonkarahisar’da bir mahalleye onun ismi verilmiş. Bu şehidin cenazesi kabre götürülürken Ahmet Beyin kayınvalidesi, Şehit Hasan Karaağaç’ın tabutunun üzerinde kabre kadar uçarak takip eden kuşları görmüş. Yine Ahmet Beye sohbet esnasında bahçesi, ağaçları bulunan ölmüş bir şahsın yakınları anlatmışlar. O zat bahçede meyveleri toplatırken “en üstte, uçlarda olan meyveler kuşların hakkı” der toplatmazmış. Cenazesi esnasında onunda tabutunun üstünde uçuşan kuşlar kabre kadar eşlik etmişler. Sandıklı Sorkun kasabasından Bayram Amca vardı. Rahmetli olmadan önce anılarını anlatırdı. Ömrü çobanlıkla geçmiş. Akdağ diye büyük bir yayla varmış. Orada Yılkı yani vahşileşmiş atlar sürü halinde yaz-kış her türlü tehlike ve iklim şartlarına rağmen yaşarlarmış. Ayrıca geyikler ve çeşitli vahşi hayvanlar varmış. Bayram Amcanın koyunları ve iki tane de eğitimli, güçlü köpekleri varmış. Bir gün, Akdağ’da koyun güderken kayalıktan bir çukura düşüp, ayağını kırmış. Köpekleri onu bulup, çukura inmişler. Dişleri ile Bayram Amcanın elbisesinden tutarak çukurdan çekerek dışarıya çıkarıp kurtarmışlar. Bayram Amca “Oradan çıkarmasalardı, kimse beni görüp yardım etmezdi” diye anlatırmış. Emirdağ Lâhikasında Sandıklı Alamescit Köyü imamı olarak yer alan İbrahim Edhem, Nur’un postacılığını yaptığı zamanlarda başından geçen bir hatırayı talebesi olan Hasan Hüseyin Erol’a anlatmış: İbrahim Edhem, heybesine koyduğu Risâleleri Üstad’ın söylediği adrese vermek üzere Isparta’dan trene binip, Balıkesir’e varmış. Gece yarısı ve soğuk bir kış günü, her taraf karanlık; gecenin bir saatinde adresi soracak kimse bulamamış. O şiddetli baskı döneminde, istasyonun resmî görevlilerine ve bekçilere de sorma imkânı olmadığı için, bir kedi görmüş ve onu takip etmiş. Kediyi bahane ederek zile basıp ev sahibine adres sormayı düşünmüş. Zile basmış ve çıkan şahsa: “Kediniz dışarıda kalmış, üşümesin hayvancık demiş.” Bu arada kedi de içeriye girmiş. Evdeki şahıs teşekkür edip kapıyı kapatırken elindeki adresi sormuş. Bu sefer kapıyı açan şahıs, gülümseyerek sorduğu adresin bulundukları yer olduğunu söylemiş. Son olarak da kendi başımdan geçen bir hatıra ile yazımızı bitirelim. Zonguldak Kazköy’de büyük bir bahçede okuma programına katılmıştım. Yaz dönemi, her taraf yeşillik, ağaçlık, meyvelik bir yerdi. Okumak ve tefekkür etmek için son derece güzel bir mekândı. Öğle namazı sonrası herkes ağaçların, yeşilliklerin içerisine gider, sessizlik içerisinde kitabını okurdu. Ben Sözler’i okuyordum. Aniden bulunduğum yerde, fundalıkların arasından büyük bir yılanın bana doğru akıp geldiğini gördüm. Hemen ayağa kalktım. Aramızdaki mesafe yarım metre kadardı. Birbirimize bakıştık! Korku ve dehşet içerisinde o an aklıma geldiği gibi söyledim. “Bediüzzaman’ın hürmetine sana dön ve git diyorum” deyiverdim. O büyük yılan tam ters istikamete, yani geldiği tarafa dönerek kıvrıla kıvrıla gitti. Arkasından bakakaldım ve tekrar kitabımı okumaya devam ettim.
Dipnot: 1. İsra Suresi.
30.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Yer değiştirme mekanizması ve gerçeklerden kaçış |
Yer değiştirme; istidat ve kabiliyetlerimizi geliştirip doyuma ulaştıramadığımızda veya vazifemizi yerine getirmediğimizde yerlerine başka şeyleri koyma mekanizmasıdır. Derslerimizde başarısızsak, sportif faaliyetler veya el sanatlarında kendimizi gösteririz. İşlerimizi aksatıyorsak, sosyal faaliyetlerimiz fevkalâde olabilir. Bu mekanizma bâzı duygularımıza ise şöyle aksedebilir: Ölümden, yokluktan korkarız, istikbalden endişe ederiz. Bunu, masayı yumruklayarak, evdekilere öfkelenerek, başkasına çatarak kamufle ederiz. İnsan, en çok kendi hayatını sever; âdeta üzerinde titrer. Sonra yakın akrabalarını ve en nihayet hemcinslerine de sevgi besler. Bu arada, malını-mülkünü de muhafaza etmek, arttırmak ve korumak ister. Bütün bu değerleri ve güzellikleri kaybetme korkusu strese sebep olur. Çünkü, stresin temelinde yatan duygu da, “yok olma korkusu”dur. Ki, iki tarzda ortaya çıkar: 1-İnsanın varlığını kaybetmesi, yâni ölümü birinci derecede yok olmadır. 2-İnsanın varlık düzeyinde bir hâlini kaybetmesi (itibarını, mesleğini, sağlığını, maddî varlığını vs) ikinci derecede yok olmadır.1 İşte, burada gelişen savunma mekanizmalarından yer değiştirme; ölümü unutmak, hiç düşünmemek, akla getirmemek şeklinde gelişir. Evet, insanın karşı karşıya olduğu en büyük tehdit, iç âleminde anlamını tam olarak izah edemediği, netleşmemiş bir kavram olan “ölüm”dür. Mânevî değerlerden uzak yaşayan, hayatı maddî boyutu ile ve kendi içinde anlamlandıran her insan ölüme tepkilidir. Acaba ölümü öldürmek, mezar kapısını kaldırmak mümkün mü? Garip ki, insanın bütün fantazi buluşları, oyuncakları, ölümden kaçmak ve onu hatırlamamak içindir. Halbuki, devekuşu gibi başını kuma sokarak ölümü görmezlikten gelmekle onu uzaklaştırabilir mi? Baş döndürücü ilmî gelişmelere, teknolojik buluşlara, zenginliğe, maddî imkânlara rağmen ölüm hükmünü icra ediyor ve bu kerhen de olsa kabulleniliyor. Gafil insan, yok olma korkusunu, ağır baskısını ortadan kaldırmak için ölümü düşünmemeye çalışır; oyun, eğlence ve fantaziyelere dalarak yer değiştirir. Türlü eğlenceler; ölümü unutmak, hatıra getirmemek içindir. Birinden başını kaldırırır kaldırmaz peşinden hemen öbürüne koşmakta; en sonunda da kendisini uykunun kollarını atmakta; kalkar kalkmaz yine kendisini bu fantaziyeler içine gömmekte; düşünmeye fırsat bulamamaktadır. Alkol, uyuştucu da yer değiştirmenin bir parçası hâline gelir. Zirâ insan, “geçmiş, şimdi ve gelecek” gibi üç boyutlu zaman dilimlerinde yaşamaktadır. Geçmişten gelen kötü hâtıralar, şimdiki zamandan kaynaklanan problemler, istikbalden hücûm eden endişe ve korkular, hayatı acılaştırıyor, zevk ve sefa cephesini tahrip ediyor. Yer değiştirme mekanizmasının rayına oturtulabilmesi, vasat mertebede kullanılması, insanın huzûr ve mutluluğu yakalaması ancak gerçeklerle yüzleşebilmesi, meselâ ölümüm hakiki güzel simasını görmesi, hâsılı “tahkiki bir iman”la mümkün olabilir.
Dipnot:
1-Prof. Dr. Necati Öner, Stres ve Dinî İnanç, TDVY, 3. bask., Ank., 1988, s. 15.
30.03.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Ahmet ÖZDEMİR |
|
Ulu Cami’de mevlid dinlemek |
Ülkemizde bazı camiler diğerlerine göre farklıdır. Farklı olması büyüklüğü ile değil, merkezi olmasıyla ilgili olsa gerektir. Şehirlerimizin hemen hepsinde “Ulu Cami” vardır. Her şehirde görülen Ulu Camilerde genellikle eski zamanlarda Cuma namazları kılınırdı. 21 Mart 2010 Pazar günü Bursa Ulu Camii’nde bir “ulu kişi”nin (Bediüzzaman) mevlidini dinlemeye gittik. Daha önceki yıllarda da Bediüzzaman’ın mevlidini Van, Isparta ve Ankara gibi güzel şehirlerimizde dinlemek nasip olmuştu. O gün aynı heyecanı bir kere daha yaşadık. Ulu Cami, Bursa’nın en görkemli camisidir ve en önemli tarihî yapılarındandır. Evliya Çelebi’nin ifadesi ile “Bursa’nın Ayasofya’sı”dır. Cami, Yıldırım Bayezıd tarafından 1396-1399 yılları arasında yaptırılmıştır. Rivayete göre Sultan, Niğbolu Zaferi öncesinde savaşı kazanmak için Allah’a yalvarmış ve 20 cami yaptırmayı adamıştı. Zaferden sonra damadı Emir Sultan’ın teklifi ile 20 cami yerine 20 kubbeli tek bir cami yaptırmaya karar verdi. Cami, zaferden elde edilen ganimetler ile yaptırıldı. Caminin içinde hat sanatının bütün güzellikleri yer almaktadır. Adeta bir hat sergisini hatırlatmaktadır. Bediüzzaman Haftası dolayısıyla ilk defa geçen sene düzenlenen Bursa Bediüzzaman Mevlidine o zaman gidemediğime üzülmüştüm. Bu sene bir grup arkadaşla bir gece önce yola çıkmış, sabah ezanları semalarda yankılanırken Bursa şehrine girmiş ve Ulu Cami’ye ulaşmıştık. Bizim gibi değişik şehirlerden gelen gruplar Ulu Cami’ye kavuşmanın heyecanı ile camideki yerlerini alıyorlardı. Güzel sesli müezzinin okuduğu Yasin-i Şerif’in arkasından huşu ile sabah namazını eda ettik. Namazı müteâkip Ramazan hocanın rehberliğinde caminin tarihine birlikte yolculuk yaptık. Camiyi kitap gibi okuduk, sayfa sayfa... Camiden çıkıp Yeni Asya Derneğinin misafirhanesinde sabah dersine yetiştik. Nur dersinin arkasından sabah kahvaltısını yaparken İzmir’den, Uşak’tan, Eskişehir’den, İstanbul’dan gelen kardeşlerle karşılaştık. Kısa süreli hasret giderdik. Şehrin tarihi yerlerini hızlıca gezip öğle ezanından önce Bediüzzaman Mevlidini dinlemek üzere tekrar Ulu Camiye geldik. Cami içinde ve dışında gençlerimizin özveri ile koşuşturduklarını gördük. Öğle ezanı ile birlikte cami doldu. Öğle namazının arkasından il müftüsünün “Hoş geldiniz” konuşmasını dinledik. Sonra emekli müftülerimizden Yahya Alkın hocanın Risâle-i Nur ve Bediüzzaman eksenli konuşması mesaj yüklüydü. Yahya hoca konuşmasını, “Bediüzzaman’ı anmak, anlamak ve yaşamak” olarak özetliyordu. Bu hafta Bediüzzaman’ı anmakla yetmezdi. Anlamak ve onun Allah’ın izniyle ortaya koyduğu hakikatleri yaşamak gerekiyordu. Ülkemizde mevlid denince ilk aklımıza Süleyman Çelebi’nin Hicrî 812 (M. 1409) yılında yazmış olduğu “Mevlid” (Vesiletü’n-Necât) gelmektedir. Süleyman Çelebi “Mevlid” manzumesini yazdıktan sonra, onun bu manzumesi bir gelenek olarak önceleri Peygamber Efendimizin (asm) doğum gecelerinde okunmaya başlandı. Bu gelenek yangınlaşarak günümüzde de ölüm, doğum, sünnet vs.’lerde mevlidler okutturulup yemekler ve şerbetler ikram edilmek tarzında devam etmektedir. Süleyman Çelebi, Yıldırım Bâyezid’in divan imamlığında bulunmuştur. Daha sonra Bursa Ulu Cami’nin imamlığına tayin edilmiştir. Süleyman Çelebi’nin adındaki Çelebi kelimesi, kendisinin bilgin bir kişi olmasından dolayı kullanılmıştır. Süleyman Çelebi, Mevlid adlı eserini Ulu Cami’nin imamlığını yaptığı sıralarda tamamlamıştır. Mevlid-i Şerif, Hz. Muhammed’in (asm) diğer peygamberlerden mertebe bakımından üstün olduğunu ifade etmek için kaleme alınmıştır. Rivayetlere göre Ulu Cami’de bir vâiz “Biz Allah’ın peygamberlerinden hiçbirini öteki peygamberlerden ayırmayız” meâlindeki bir âyeti tefsir ederken bu âyete dayanarak Hz. Muhammed’in (asm) diğer peygamberlerden üstün tutulmaması gerektiğini, hepsinin eşit olduklarını söylemiş. Cemaat arasında bulunan bir âlim ise bu vaizin ayetin tefsirinde hata yaptığını iddia etmiştir. Delil olarak Kur’ân’da bulunan “Biz bu peygamberlerin bazısını diğerlerinden üstün kıldık” ayetini göstermiştir. Camide o gün bulunanlar arasında bir ikilik çıkmıştır. Bütün bunlara şâhid olan Ulu Cami baş imâmı Süleymân Çelebi, bu olaydan dolayı çok duygulanmış ve meşhûr Mevlid-i Şerifini yazmıştır. Bediüzzaman mevlid konusunda özetle şöyle demektedir: Mevlid-i Nebevî’nin okunması, çok faydalı ve güzel bir İslâmî adettir. Belki İslâm’ın sosyal hayatına gayet lâtîf, parlak ve tatlı bir sohbet vesilesidir. Aynı zamanda, iman hakikatlerinin ihtarı için en hoş ve şirin bir derstir. Belki, imanın nurlarını, muhabbetullah ve Nebevî aşkı göstermeye, harekete getirmeye en heyecanlı ve etkili bir vasıtadır. Çünkü kâinat nevilerinin en mükemmeli hayat sahipleridir. İşte böyle bir Peygamberin mevlidini dinlemek, yani hayatını başlangıcından sonuna kadar işitmek, yani manevî tarihçe-i hayatını bilmek, o zâtı kendine reis, seyyid, imam ve şefaatçi kabul eden mü’minlere ne kadar zevkli, fahirli, nurlu, neşeli, hayırlı dinî yüce bir müsameredir.1 Biz de Bediüzzaman mevlidinde bu duyguları bir kere daha yaşadık. Camiden ayrılırken Nur talebeleri arasında “3. Bediüzzaman Mevlidi”nde buluşma dilekleri tekrarlanıyordu. İkindi namazını müteakip Bursa’dan ayrılmak zamanı gelmişti. Bursa’da zamanımız bitmek üzereydi. Otobüsümüze bindiğimizde güzel sesi ve yorumuyla bizlere şevk veren İhsan Paşalıoğlu ağabeyle bir süre yolculuk yaptık. Eski zamanlara gidip marşlar ve ilahiler terennüm ettik. Bediüzzaman bugünlerde ülkemizin her yerinde anılıyor, anlatılıyor. Cenâb-ı Hakk’tan bu güzel âdeti ebede kadar devam ettirmesini niyaz ediyoruz.
Dipnot:
1- Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 296z297
30.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Hüseyin EREN |
|
Estetik mekânda zamanı estetize etmek |
“Bursa’da Bediüzzaman Haftası” münasebetiyle Ördekli Kültür Merkezinde konuşan edebiyatçı yazar İslam Yaşar’ı dinleyenler bediiyyât dolu bir akşam yaşadı. Tarihî mekânın estetiği eşliğinde estetize edilmiş bir Bediüzzaman anlatısı; sanırım çok kimsenin hayatına çok şeyler katmıştır. Konu: “Bediüzzaman’dan Hayat Dersleri”. Nasıl bir zeminde, nasıl bir aile ortamında büyüdüğünü anlatırken aynı anda bugünün anne babalarına örneklikler sunması; geçmişi örnek nazarlarla şu ana taşıması; Bediüzzaman’ı bediiyyâtla anması, anlaması ve anlatmasıydı. Onun hayat karelerinin bir kısmını yaşadığımız “an” ekranına taşımak; o pencereden bugüne bakmak, bugün o günü seyretmek; estetize edilmiş bir bakışla Bediüzzaman’ı anlamak olsa gerek. Tarihin sayfalarında, geçmişin gerisinde kalmış bir büyük zat nazarıyla Bediüzzaman’a bakmak, onu yeterince tanımamak, anlamamak, anlatamamak olsa gerek. O eseriyle yaşıyor olsa da hayat sergüzeşti de enteresanlıklar ve ibretliklerle dolu; yaşanmış ve yaşanır Risâle-i Nur hayatı onun hayatı. Gençliğinin ilk demlerinde hedeflerini belirlemiş; İslâmı dünyayı hâkim kılacak 50 talebe yetiştirmek, doğuda bir üniversite açmak, 60 ciltlik Kur’ân tefsiri yazmak. Belirlediği hedefleri doğrultusunda çalışmış, gayret etmiş, girişimlerde bulunmuş. Hedefinde şahsî bir beklenti yok, rahatlık arayışı yok, tarihlere şaşaalı geçmek yok; insanın ve insanlığın dünya ve ahiret kurtuluşu var. Hayatının bütünlüğü ve onun takipçilerinin gayretleri incelendiğinde hedeflerinin değişik bir şekilde gerçekleştiği, gerçekleşiyor olduğu görülecektir. Kişisel gelişim seminerlerine giderek hedef belirlemeye çalışan gençler, ona bu pencereden baktıklarında çok şeyler görecek, hayatından devşirdikleri kadarıyla küçük bir Bediüzzaman olacaklardır. Açılım, açılım diye ekranları dolduranlar onun yüz yıl öncesinde “Münazarat” açılımını niye okumuyorlar, ya da o günkü açılım kabul görseydi yüzyıl boyunca bunca acı yaşanır mıydı? Bugün yeni bir şeymiş gibi “açılım” konuşanlar yüzyıllık açılımı da açıkça ifadelendirmeli değiller mi? Bugünkü konuşmalar da güzel; konuşmadan öte gidip icraata giderse daha da güzel… Zamanın bediîsine neden Bediüzzaman denmiş daha iyi anlaşılıyor; zamanın üstünden ona bediiyyâtla bakınca, estetize edilmiş bir “an” seyredilişiyle seyredince. Zamanın “an” hücrelerini birleştirip bugün de yaşanılır hayat oluşturmak; Risâle-i Nur’u bugün Bediüzzaman’ca okumak, hayatı tefsir-i Kur’ân Risâle-i Nur’la yaşamak olsa gerek. Said Nursî’yi seviyor olmak, ona övgüler getirmek, methiyeler söylemekten önce-belki bu da gerekli-veya hemen sonra, yaşanmış hayatından yaşıyor olduğumuz hayata örneklikler taşınmıyorsa, anlaşılmayan, konuşulan bir Bediüzzaman çıkar karşımıza. Bana, bugünüme, şu anki sıkıntıma nasıl bir çözüm sunuyor Said Nursî’nin hayatı, hayatının eseri Risâle-i Nur? Estetik bir mekânda estetize edilmiş bir zamanla Bediüzzaman’ı anlatan İslam Yaşar’ı dinlerken tekrar yaşanılası bir akşam yaşadık Ördekli Kültür Merkezi’nde. Örnekliklerle dolu hayat serencamını seyrederken hayat serüvenimize bediiyyât doldurduk. Güzel akşamdan birkaç parıltıyı paylaştım sadece. Böylesi bir bakışı dikkat nazarlarımıza sunan İslam Yaşar’a teşekkür ederken, bu tür pencereler daha da açılmalı diye düşünüyorum. Hayat bulunduğumuz “an”dan ibaretse, bir andan da her şeyi görebilmeli değil miyiz? Bu kısacık hayatta bediiyyâtı başka nasıl göreceğiz ve bizden sonraki zaman hücrelerine nasıl aktaracağız? Bizden sonra okunmak isteniyorsak bedî’ hayatları kendi hayatımıza taşımalı, hayat karelerimizi güzelliklerle doldurmalıyız. Değilse de yazıktır “an”lara yazdıklarımız; güzelin sahibine Cemil-i Zülcelâl-i ve’l-Cemâl’e sığınıyorum.
30.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Namaz hakikatine ulaşmak için |
Melike Hanım: “Namazlarımızı huşû içinde kılabilmemiz için ne yapmamız gerekiyor? İsteksiz kıldığım namazların durumu ve hükmü nedir?”
Namazda tek bir noktayı düşünmeliyiz: Namaz bizim fıtrat ve yaratılış borcumuzdur. Biz farkında olmasak da, hissetmesek de, hiçbir şekilde huşuu yakalayamasak da, Allah’ın huzurundaki en faziletli, en sevimli, en güzel, en makbul, en edepli ve en itaatkâr duruşumuz namaz ile mümkün olmaktadır. Namazı yalnız Allah rızası için kılmalıyız. Huşûumuzu bozan oklar kalbimizden değil, şeytandan gelmektedir. Şeytanın bizimle olan meşguliyeti, bizim zevkimizi, huzurumuzu ve huşûumuzu kaçırsa bile, namazın faziletinin daha da yükselmesine zemin hazırlar. Bundan emin olmalıyız. O halde, huşûumuzun olup olmadığına bakmadan, namaz kılmaya devam etmeliyiz. Biz Allah için namaz kılmaya devam ettikçe inşâallah istediğimiz huşûu bulmak için de Rabbimize sığınmış oluruz. Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretleri, nefsin tembellik döşeğinde ve gaflet uykusunda şeytandan gelen bir takım vesveselere kulak verebileceğini kaydeder ve nefsin bu desisesine karşı önemli ikazlarda bulunur. Nefsimize ve şeytana karşı zafer elde etmek için bu ikazları sık sık hatırlamamızda yarar var: Meselâ, nefsimize diyebiliriz ki: Ey nefsim! Acaba ömrün ebedî midir? Gelecek seneye, hatta yarına kalmaya senedin var mıdır? Sana usançlık veren şey, dünyada sonsuz seneler kalacağını zannetmendir. Oysa vakıa tam tersidir; senin hem ömrün azdır, hem faydasız uçup gitmektedir. Geçip giden her bir fanî günün yirmi dörtten birisini hakiki bir ebedî hayatın saadetini temin edecek güzel, hoş, rahat ve rahmet bir hizmete sarf etmek ise, usanmak şöyle dursun, bilakis sana ciddî bir şevk ve hoş bir zevk verir. Diğer yandan; her gün ekmek yersin, su içersin ve havayı teneffüs edersin; bunlardan usandığını söyleyebilir misin? Söylemezsin elbette. Çünkü her an ihtiyaç tekrarlandığından; usanç değil, lezzet alıyorsun! Kalp, ruh ve vicdan, cisim hanesinde nefsin arkadaşlarıdırlar. Nefis her ne kadar usandığını ve isteksiz olduğunu söylese de; kalbin, ruhun ve vicdanın gıdası, huzuru ve hayat kaynağı namazdır. Öyleyse nefis bu usanmışlığı sineye çekmeli, arkadaşlarının namaz gıdasını almasına hiç olmazsa göz yummalı, huşû duymuyorsa da buna katlanmalıdır. Çünkü hem sonsuz acılara maruz, hem hadsiz lezzetlere sevdalı bir kalbin gıdası, elbette her şeye kadir bir Rahîm-i Kerim’in rahmet kapısında aranmalıdır. Keza, şu fanî dünyada, büyük bir hızla ayrılık feryatları koparıp giden bir ruhun hayat kaynağı, her şeye bedel bir Mâbud-u Bâkî’nin ve bir Mahbûb-u Sermedî’nin rahmet çeşmesine namaz ile yönelmektir. Fıtraten ebediyeti isteyen, ebediyet için yaratılmış olan, ezelî ve ebedî bir Zat’ın âyinesi bulunan ve sonsuz derece nâzik ve latîf olan insanın duyguları, şu kasavetli, ezici, sıkıntılı, geçici ve boğucu olan dünya halleri içinde elbette teneffüse pek çok muhtaçtır. Bu teneffüsü ise ancak namaz penceresi sağlayabilmektedir. Bir diğer husus; namaz, şu dünya misafirhanesinde âciz ve fakir kalbimize kuvvet ve zenginlik vermekte, şüphesiz gireceğimiz bir menzil olan kabirde gıdâ ve ışık hükmünde aydınlık kaynağı olmakta, çetin bir mahkeme olan Mahşerde senet ve berat hüviyetinde bizi kurtarmakta ve ister istemez üstünden geçeceğimiz Sırat Köprüsünde nur ve Burak gibi göz açıp kapayana kadar bizi Cennete ulaştırmaktadır. Böyle eşsiz lütuflara bizi mazhar kılan bir namaz için “neticesizdir” veya “ücreti azdır” diyebilir miyiz? Sözünden dönmesi imkân harici olan Cenâb-ı Hak, Cennet gibi bir ücreti ve ebedî saadet gibi bir hediyeyi bize vaat ederek, pek az bir zamanda, bize, namaz gibi pek güzel bir vazife verse; biz de onun hediyesini hafife alırcasına o vazifeyi yapmaz isek veya vazifeden usanç gösterirsek, pek şiddetli bir azaba müstahak olmaz mıyız? Aklımızı başımıza almalı ve bilmeliyiz ki, dünkü gün elimizden çıktı. Yarınki gün ise elimizde senet yok ki, ona malik olalım. Öyle ise hakikî ömrümüzü, bulunduğumuz gün bilmeli ve her günün en az birer saatini, birer ihtiyat akçesi gibi, uhrevî bir sandukça hükmünde, hakikî istikbal için teşkil olunan bir mescide veya bir seccadeye atmalıyız. Sakın, “Benim namazım nerede, şu namazın büyük hakikati nerede?” diye ümitsizlik girdabına kapılmayalım. Zirâ hatırlayalım ki, bir hurma çekirdeği, aslında bir hurma ağacı hükmündedir. Fark yalnız özde ve ayrıntıdadır. Bizim gibi bir avamın, hissetmesek dahi namazımız, büyük bir velinin namazı gibi şu nurdan hissedardır, şu hakikatten bir sırrı vardır. Fakat hiç şüphesiz inkişafı ve aydınlığı, derecelere göre ayrı ayrıdır. Bir hurma çekirdeğinden, mükemmel bir hurma ağacına ne kadar mertebe bulunmakta ise, namazın derecelerinde de daha fazla mertebe vardır. Fakat bütün o mertebelerde, namazın nurânî hakikatinin özü ve esası mevcuttur.1
Dipnot:
1- Sözler, s. 243-247
30.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Şiddeti sona erdirmek için |
Her fırsatta ‘kötülük’leri teşvik edenlerin, netice olarak ‘iyilik’ beklemeye hakları var mı? Türkiye’deki hâl ve gidişe bakıldığında belli bir kesimin maddî ve manevî imkânlarını kullanarak kötülükleri teşvik ettiği görülüyor. Meselâ, insanların aklını başından alan ve bir nevî ‘deli’ hâline getiren alkollü içkilerin reklâmının yapılması ‘kötülüğün’ teşviki değil midir? Devam eden başörtüsü yasağı karşısında ‘hiç bir şey olmamış gibi’ davrananlar olduğu gibi, gazetelerde süren alkollü içki reklâmlarına rağmen ‘hiç bir şey olmamış gibi’ davrananlar var. Kanunsuz başörtüsü yasağına karşı bıkmadan ve usanmadan her hafta sonu toplantı düzenleyen sivil toplum kuruluşlarını tebrik etmek lâzım ve ediyoruz. Bu toplantılarda taşınan bir afiş var. Orada deniyor ki, “Başörtüsü yasağı sürüyor. (D)uyuyor musun?” Hakikaten, başta Türkiye’yi idare edenler olmak üzere çoğu kişi bu yasağı hem duymuyor, hem de hiç bir şey olmamış gibi uyuyor... Başörtüsü yasağına gösterilen haklı tepkileri duymayanlar, başta gençler olmak üzere bütün bir cemiyeti mahveden, kötülüklerin anası ‘alkollü içki’ reklamları karşısında da gözlerini kapatıp kulaklarını tıkıyorlar. Bir çelişki daha var: Başörtüsü yasağına karşı kurulan sivil toplum kuruluşları haklı tepkilerini dile getirmek için ısrarla toplantı ve paneller düzenlerken, alkollü içkiler başta olmak üzere benzer fenalıkları engellemek için kurulmuş olan dernek ve vakıflar, yaşananları kenardan seyrediyor. Bu çelişkiyi hatırlatınca da memnun olacakları yerde rahatsız oluyor ve “Paramız yok, toplantı düzenleyemiyoruz” diyorlar. Paraları olmadığı belki doğrudur, ama her şey para ile olmaz ki! Her hafta ve neredeyse her gün devam eden gazetelerdeki alkollü içki reklâmlarına karşı bir basın açıklaması yapmak için de mi para lâzım? “Yapıyoruz, ama bizi duyan olmuyor?” bahanesine de sığınmamak lâzım. Duyurmak için hele bir adım atılsın. Bir medya organı, bir siyasetçi, bir tüccar duymazsa, başka biri duyar. Bu işin şakası yok. Geç kalmış olmamak için bugünden tezi yok, harekete geçmek ve hiç değilse alkollü içkilerin gazetelerdeki reklamlarını engellemek gerek. Acı olan şudur: Geçenlerde, bu konularda çalışmaları olan bir sivil toplum kuruluşu yöneticisine bu konulardan bahsettik. Hiç haberi yokmuş. “Alkollü içkilerin reklâmları gazetelerde yayınlanıyor mu? Yasak değil mi?” diye sordu ve “Ben görmedim, çünkü gazeteleri internetten takip ediyorum” dedi. Doğrusu hiç şaşırmadım. Çünkü geçmiş yıllarda TBMM Sağlık Komisyonundaki bazı milletvekillerinin de bundan haberi olmadığına şahit olmuştuk! Onlar gazetelere “Bizden, partimizden, genel başkanımızdan bahis var mı?” diye bakıyor her halde... Bakınız, Ludwig-Maximilians Üniversitesinden kriminolog Prof. Dr. Heinz Schöch, Bahçeşehir Üniversitesince düzenlenen “Çocuk Suçluluğu” panelinde şöyle demiş: “Alkol tüketiminin artması, uyuşturucu madde kullanımı, medyada şiddet içeren yayınlar, pasif ve düzensiz boş zaman şekillendirmesi gençlerde şiddeti arttırıyor.” (AA, 26 Mart 2010) Şiddetin sona ermesini gerçekten isteyenler, alkolllü içkilerin reklâmına son vererek işe başlayabilir...
30.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Ahmet DURSUN |
|
Aziz üstadım |
Aziz üstadım! Sensizliğin ellinci yılındayız. Sensiz, koca yarım asır… Hasretinle kavrulan yalnız ben değilim; koca bir âlemdir. Dün yine seni andık; andık da, neler neler andık. Sana hizmetkâr olabilmenin bahtiyarlığını tada tada andık. Bize bıraktıklarını okuya okuya, Nurlarına doya doya, hatırana kana kana andık. Âlemin dört bir yanından gelenlerle, sevinçle, yaşadığımız müjdelerinle andık. Aziz üstadım! Seni yirmi sekiz yıl boyunca zindanlardan zindanlara sürükleyenler, her türlü şenaatlerle aziz ismini karalamak isteyenler; seninle birlikte, uğruna kendini feda ettiğin milleti zehirlemek isteyenler başaramadılar, bu milletin imanla bağını koparamadılar, bizi senden ayıramadılar. Nur-u Muhammediye’yi bu topraklardan silmek isteyenler, feyzini Kur’ân’dan alan Risale-i Nurlar karşısında ebkem kesildiler. Bunalan milletin afakına aydınlık bir sabah isteyen dualara Nur oldun, dertlere derman oldun, yıkılanları onardın, bizi bize hatırlattın, asırlara mührünü bastın. Aziz üstadım! Bir belâya daldım, bir fenaya kandım, “Dünya bir zevktir, her çeşit lezzetini tadalım” diyenlere aldandım. Yandım, yandım, yandım!” diyen biçarelere, heva yolunda tükenen ömürlere ebediyet çiçeği uzattın, fenaya beka kattın. Tıkanmış yollarda kalanların yolunu açtın. “Ben kimim?”i cevapladın, ruhları ferahlattın. Sana müştakız üstadım! Kur’ân’a adanan bir ömür sen, o ömrün bir nefesi olabilme aşkıyla yanan ben. Susamış gönüllere yağan yağmur sen, o rahmetin bir damlası olma hevesiyle tutuşan ben. Alevleri göklere yükselen ateşin içine atılan sen, o ateşler içinde kavrulan ben. Ümmetin selâmeti uğrunda kendini feda eden sen, yolunda sana feda olan ben. Aziz üstadım! Seni yalnız sananlar, dün çok şaşırdılar, şaşakaldılar, afalladılar. Seni anlamak istemeyenlere, seni skolastik bataklığına saplanmış medrese hocası zannedenlere, seni nisyan çukurlarına gömmek isteyenlere, seni kabrinde rahat bırakmayanlara rağmen varsın. Ülkemin fezalarından yâd-ı Mevlâ’yı silmek; milletimin kalbinden Kur’ân’ın nurunu kazımak isteyenlere, “seni istemiyoruz” diyenlere rağmen varsın. Sen varsan, biz de varız; sana zulmedenlere inat varız, kutlu davanın aşkına varız. Biz Nurlarına muhtacız, susamışız üstadım! Mevlâ’ya susayan ben, susuzluğumu gideren sen. Aziz üstadım! “Din de neymiş” diyenler vardı, on yılda on beş milyon genç yaratanlar vardı, sefahati kutsayıp ahlâksızlığa methiye düzenler vardı, “istibdad-ı mutlak”a cumhuriyet adını verip “irtidad-ı mutlak”ı rejim altına alanlar vardı, “tek bir medeniyet vardır, o da Batı medeniyetidir” deyip sefaheti işaret edenler ve bununla övünenler vardı, “Kâbe Arabın olsun, Çankaya bize yeter” diyenler vardı. Yalnız başlarını yemediler, bizi bize yedirdiler. Eşikte kaldık üstadım, Niyazi-i Mısrî gibi söyleşir olduk. “Derman arardım derdime, derdim bana derman imiş/Bürhan sorardım aslıma, aslım bana bürhan imiş.” Derdime derman arayan ben, dermanı sunan sen; aslıma delil arayan ben, Tevhid’i gösteren sen. Eşikte kalan ben, yolumu tarif eden sen. Aziz üstadım! Seni başkalarının andığı gibi anmayacağım. Sana methiyeler düzüp sonra işime bakmayacağım. Yolunu kaybedenler yol arıyorlar, adını unutanlar ad bekliyorlar, yitik nesiller ruhlarını soruyorlar. Sensizliğinin ellinci yılında, sana muhtaç gönüllere Risâle-i Nurlarla koşacağım. Açılımlara Risâle-i Nur hakikatlerini yazdıracağım, adınla yaşayacağım. Kim bilir, belki beni de, hiç olmazsa dostluğuna kabul edersin.
30.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Kürtler, iftirakı asla istemezler… (Belâ zihniyet… (5) |
Gerçek şu ki Said Nursî, hayatının başından sonuna kadar her vesileyle “Kürdistan” düşüncesini reddetmiş. Meşrutiyet yıllarından gazetelere yazdığı makalelerden Şark’ta aşiretlere verdiği “Meşrutiyet ve hürriyet dersleri”ne, İstanbul’daki hitap ve nutuklarından, mahkeme müdafaalarından te’lif ettiği risalelere ve lâhika mektuplarına kadar bütün beyânlarında ve yazılarında vatanın ve milletin birliğini esas almıştır. Bundan 90 yıl önce Kürt Şerif Paşa’nın Ermeni Boğos Nubar Paşa ile 20 Aralık 1920’de Paris’te Osmanlı’ya karşı ecnebilerin uhdesinde Kürdistan ve Ermenistan kurulmasına dair “muhtıra”ya şiddetle karşı çıkmış. Sadât-ı Berzenciye’den Dâvâ Vekili Ahmet Ârif, Hizan Sadât-ı Kirâmından İhtiyat Binbaşısı Muhammed Sıddık’la birlikte 7 Mart 1920 tarihli ve 8273 sayılı İkdam Gazetesine “Kürt efkâr-ı umûmiyesi” adına “Kürdler ve Osmanlılık” başlıklı bir tavzih göndermiş; kargaşa içinde Kürtlerin ırkî emellere, tefrika fitnesine âlet edilmesini önlemeye çalışmıştır. “Dört buçuk asırdan beri vahdet-i İslâmiyenin (İslâm birliğinin) fedakâr ve cesur hizmetkârları ve taraftarları olarak yaşamış ve dinî an’ânesine sadâkati gâyeyi hayat bilmiş Kürtler”in, beş yüz bine varan şühedâsının kanı kurumadan, şişlere geçirilen yetimlerinin, gözleri oyulan ihtiyarlarının hâtıralarını teessürlerle anarken, İslâmiyet zararına olarak, tarihî ve hayatî düşmanlarıyla anlaşma akdedemeyeceklerini bildirmiş. “Kürtler, dinî salâbetleri hilâfında iftirak-cûyane (ayrılıkçı) âmâl (emeller) tâkib edemezler” ihtarını iletmiştir. Ardından 17 Mart 1920’de 461 sayılı Sebilürreşâd’da yazdığı “Kürdler ve İslâmiyet” başlıklı makalede, bu “muhtıra”nın menhus maksadına da dikkat çekmiş. (Eski Said Dönemi Eserleri, 106-110, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2009)
“KÜRTLÜK DÂVÂSI PEK MÂNÂSIZ BİR İDDİADIR” İslâmiyet nâm ve şerefi için beş yüz bin kişi fedâ eden Kürtlerin İslâm câmiasından ayrılmaya asla tahammüllerinin olmadığını ve bu maksatla hareket edenlerin Kürtlük nâmına söz söylemeye selâhiyettar olmadıklarını belirtmiş. Kürtlerin bu “muhtıra”ya yalnız sözle değil, bilfiil muhalif olduklarını ifâdeyle, Kürd aşiretleri reisleri tarafından İstanbul’a çekilen telgrafları dinî ve millî birlik ve bütünlük belgesi olarak nazara vermiştir. Şarkî Anadolu’daki “iftirak (ayrılıkçı) projeleri”nin arka plânındaki komployu nazara vermiş; ta o zamandan bu desisenin Kürtleri bir “millet-i tâbie” dediği ecnebilerin sömürgesi haline getirmek olduğunu deşifre etmiştir. Ve yapılması gerekenin, “Kürtlerin serbesti-i inkişâfı” dediği maddî ve mânevî kalkınmanın yollarının açılması, demokrasi ve özgürlüklerin geliştirilmesi olduğunu kamuoyuna ısrarla anlatmıştır. “Kürtlük dâvâsı pek mânâsız bir iddiadır, çünkü her şeyden önce Müslümandırlar” diyen Bediüzzaman, “Kürdistan’a verilecek muhtariyetten bahsediliyor, Kürtler ecnebî himâyesinde bir muhtariyeti kabul etmektense ölümü tercih ederler” ifâdesiyle, muhtariyetin (özerkliğin) ayrılığı ve bölünüp parçalanmayı getireceği ikazında bulunmuştur. (Eski Said Dönemi Eserleri, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2009, s.105-109) Keza yine daha o dönemde Prens Sabahattin’in “adem-i merkeziyet”le Osmanlı’yı bölgelere ve kavimlere göre “özerk idâreler”e ayırma önerisini uygun bulmamış; bunun Osmanlılığı ve meşrutiyetteki hürriyet perdesini yırtıp “muhtariyet”e, sonra “istiklâliyet” görüntüsünde bağımsızlığa ve peşinden de “tavâif-i mülûk”la ülkenin küçük devletçiklere parçalanması fitnesine sebebiyet vereceğini açıklamıştır. “Adem-i merkeziyet”e mukabil, “hayat ittihattadır” temel tesbitiyle, maddî ve mânevî dengeli kalkınma için “usûl-ü merkeziye” dediği demokratik hürriyetlerle “merkezî sistem” bütünlüğünü esas almıştır. (a.g.e., 183,184)
İSNADLAR, İFSAD ODAKLARININ İŞİ… Bediüzzaman’ın menfi cereyanlarla alâkasının olmadığı ve Nur Risalelerinin Müslümanların İslâm kardeşliğini ve hürriyetini müdafaa ettiği, esaslı delilleriyle ortada. Bediüzzaman, “Ben felillâhilhamd Müslümanım. Her zamanda kudsî milletimin üç yüz elli milyon efradı vardır. Böyle ebedî bir uhuvveti (kardeşliği) tesis eden ve duâlarıyla bana yardım eden ve içinde Kürtlerin ekseriyet-i mutlakası bulunan üç yüz elli milyon kardeşi, unsuriyet (ırkçılık) ve menfi milliyet fikrine feda etmek ve o mübârek hadsiz kardeşlere bedel, Kürt nâmını taşıyan ve Kürt unsurundan addedilen mahdut birkaç dinsiz veya mezhepsiz bir mesleğe girenleri kazanmaktan yüz bin defa istiâze ediyorum (sakınıyorum)” der. Asılsız iddialarla Bediüzzaman’ı Kürdistan Telâli Cemiyeti’yle ilişkili göstermek ve “Kürtçülük”-“Kürdistan kurmak” iftirasında bulunmak, yine Bediüzzaman’ın nitelemesiyle, olsa olsa “Türkçülük perdesi altına giren ve hakikaten Türk düşmanı olan hamiyetfuruş (milliyetçilik taslayan) mülhidlerin (dinsizlerin) işi” olabilir. Bu durum, benzerî bühtanlarda, Bediüzzaman’ın tâbiriyle “Şeytanın telkiniyle ve ehl-i dalâletin ilkaâtıyla (şaşırtmasıyla) yapılan propagandalar” olduğu her haliyle sırıtmakta. “Din-i İslâmiyet milliyetiyle ebedî ve hakikî bir uhuvvet (kardeşlik) ile Türk denilen bu vatan ehl-i imanıyla şiddetli ve pek hakikî alâkadarım”; “Türklere hizmet ettim ve yüzde doksan dokuz menfaatli hizmetim Türklere olmuş ve en çok hayatım Türkler içinde geçmiş ve en sâdık ve en halis kardeşlerim Türklerden çıkmış” diyen; Türk milletini “İslâmiyet ordularının en kahramanı” olarak tavsif eden Bediüzzaman’ın beyânlarının aksine iddialarla karalamaya yeltenmek, ifsad odaklarına dalkavuklukla zındıkların maşası olmaktır. (Mektûbat, 407-412; Barla Lâhikası, 149-150) Sonuçta sözkonusu iddialar ayaklarına dolanmakta. Son isnatta olduğu gibi…
30.03.2010 E-Posta: [email protected] |
H.İbrahim CAN |
|
Yirmi birinci yüzyılın kent bölgeleri ve İstanbul |
Yirmi birinci yüzyıl şehirler asrı. Halen dünya nüfusunun yarısı şehirlerde yaşıyor. Gelecek yirmi yıl içinde bu oranın yüzde 60’a çıkacağı tahmin ediliyor. Daha da ilginci artık birkaç şehri kapsayan kent bölgelerinin oluşmaya başlaması. Tekirdağ-İstanbul-İzmit-Adapazarı şehirleri de Türkiye’nin kent bölgesine dönüşüyor. İşte bu yeni fenomen Birleşmiş Milletler İnsan Yerleşimleri Programı UN-HABITAT’ın yeni raporunda ele alınıyor: Dünya Şehirlerinin Durumu 2008/2009-Uyumlu Kentler. Uyumlu kentler aslında bir arzunun ifadesi. Zira milyonlarca insanın kendi yurtlarından kopup geldikleri bu mega kentlerde, uyumun sağlanması söylendiği kadar kolay değil. Göç nüfus artışını, nüfus artışı sağlıksız yapılaşmayı, sağlıksız yapılaşma sağlıksız hayat alanlarını, sağlıksız hayat alanları sağlıksız nesilleri sonuç veriyor. Yeni oluşan bu kent bölgelerinde her şey sorun. Su, kanalizasyon, çöp toplama, yeşil alan sağlama çevresel açıdan çok büyük sorun. Sıkışan yapılar, artan araçlar, yetmeyen otoparklar ve yollar bu mega kentleri uyumsuz hale getiren bir diğer faktör. Bu rapora göre yeni mega kentler ya da kent bölgelerinin ruhunu kültürel miras, yere aidiyet hissi, kolektif hafıza ve karmaşık sosyal ve sembolik ilişkiler ağı oluşturuyor. Peki, bu ruhu kimler yaşayabiliyor? Kente sonradan göç etmiş, gecekondu bölgelerine yerleşmiş, iş ve aş derdini çözememiş, çocukları kalabalık ve çift eğitimli sınıflara doluşmuş sonradan olma kentlilerin, o şehrin tarihi ve kültürel dokusunu yaşama, şehre rengini veren sanat ve kültür etkinliklerine katılma fırsatı var mı? Geniş araştırmalara göre kentleşme özellikle gelişmekte olan ülkelerin sorunu. Her ay 5 milyon kişi daha kent hayatına katılıyor. Gelişmekte olan ülkelerin kentleri her yıl yüzde 2,5 oranında büyüyor. 2050 yılına gelindiğinde gelişmekte olan ülkelerin kentsel nüfusu 5,3 milyarı bulacak. Rapora göre; bu gelişmeler ülke hükümetlerini hemen harekete geçmeye zorluyor. Türkiye de bu akımdan uzak kalamıyor. Yapılan bir araştırmaya göre yalnızca geçen yıl 5,5 milyon kişi doğu ve güneydoğudan batı illerine göç etmiş. Halen İstanbul nüfusunun işsiz olan yüzde 13,7’sinin en önemli kısmı bu sonradan göç edenler. Peki, ne olacak? BM Raporu yoksulları öne çıkaran, ayrımcılığı önlemeyi amaçlayan, bölgesel farklılıkları azaltan politikalarla bu yeni doğan kent bölgeleri fenomeni ile başa çıkılabileceğini söylüyor. Ama bunun için öncelikle de siyasî iradenin olmasını şart koşuyor. Peki, Türkiye’nin kent bölgesi İstanbul bu tespitin neresinde? Yetersiz altyapıları, yüzde yetmişten fazlası kaçak binaları, kenti çevreleyen gecekondu semtleri, devam eden göçleri ile İstanbul için geç kalınmak üzere. Eğer hükümet özel bir İstanbul politikasını bir an önce uygulamaya koymazsa, yirmi yıl sonrası susuz, trafiği kilitlenmiş, havası ve suyu kirlenmiş, dikey büyüyen bir yaşanmaz kentle karşı karşıya kalacağız. Beklenen İstanbul depremine hazırlık olarak bina stoğunu yenilemeyi bırakın, risk değerlendirmelerini bile henüz tamamlamamış, belediyeleri parasızlık içinde yüzen, yatırımları durmuş bir İstanbul, raporun öngördüğü “uyum”dan çok uzakta. Dört yılda iktidarı muhalefetinin uyumu içinde gerçekleştirilen dört bin imar planı değişikliğiyle, bunca yıldır hâlâ tamamlayamadığı bölge, nazım ve uygulama imar planlarıyla, yeni otoparklar yapmak yerine değnekçilerin işini elinden alıp resmî değnekçilik yapan belediye şirketleriyle İstanbul yerel yönetimleri hâlâ kendi dertlerinde. İstanbul da yaşayanlar mı? Onların zaten geçim derdinden kentin büyüdüğünü bile görme şansları yok. Umarız hükümet “İstanbul Açılımı” yapmaya karar verdiğinde çok geç olmaz.
30.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Said Nursî modeli |
Bediüzzaman’ın vefatının 50. yılına tekabül eden 5. Risale-i Nur Kongresinin ana konusunu “Çağımızın sorunlarına çözüm arayışları ve Said Nursî modeli” olarak belirleyip, masa çalışmalarına taksim edilen konu başlıklarını alabildiğine geniş tuttuğumuzda, “Acaba çerçeveyi bu kadar kapsamlı tutarsak, meselenin içinden çıkmakta zorlanmaz mıyız?” gibi bir endişe ve tereddüdümüz de olmadı değil. Din ve siyasetten demokrasi insan haklarına, Kürt sorununa, dünya ve bölge barışına, aile ve kadına, gençliğe, iman-insan ve ahlâka, sanat-kültür ve estetiğe uzanan bir skala içinde insanlığın temel problemlerini Risale-i Nur’daki tesbitler ışığında yorumlayıp somut neticeler çıkarabilecek kadroları bulup, aynı günlerde bir araya getirebilmek dahi başlı başına bir meseleydi. Ama diğer taraftan, 50. yılı, Üstadın bütün bu temel konulardaki esaslı ve ufuk açıcı mesajlarını ortak akıl ürünü çalışmalarla külliyattan çıkarıp derli toplu bir şekilde kamuoyuna deklare etme görev ve sorumluluğu, bu tereddütleri aşarak işin üzerine gitme kararlılığımızı kuvvetlendirdi. Ve çok şükür, birçok handikapa rağmen maksat hâsıl oldu. Belirlenen konu başlıkları, Türkiye’nin dört bir tarafından gelen ilim ve fikir erbabı tarafından saatlerce enine boyuna çalışılıp müzakere edilerek sonuç bildirileri hazırlandı. Evvelâ, kongrenin ikinci günü dar kapsamlı bir davetliler grubuna duyurulan bildiriler, bir hafta sonra gerçekleşen “Said Nursî ve demokratik açılım” paneli öncesinde kamuoyuna açıklandı. İlk olumlu yankı, panelistlerden Nazlı Ilıcak’ın “Ben Said Nursî’nin kitaplarını okuyamadım, ama sonuç bildirilerini dinleyince, fikirlerinin hâlâ taze ve güncel olduğunu, çare aranan temel sorunlar için geçerli çözümler getirdiğini gördüm” anlamındaki sözlerinde kendisini gösterdi. Demek ki, bu sonuç bildirilerinin, şu veya bu sebeple Risale-i Nur’u inceleme imkânı bulamamış aydınlara behemahal ulaştırılması gerekiyor. Milletin ve insanlığın temel problemlerine çözüm bulmak için kafa yoran iyiniyetli, vicdan ve sağduyu sahibi aydınlar, bu bildirilerde özet halinde sunulan mesajlara mutlaka ilgi duyacak ve bu mesajlara kaynak oluşturan eserleri de orijinalinden tetkik etme ihtiyacı hissedeceklerdir. Panelistlerden Prof. Dr. Doğu Ergil’in, “Cumhuriyeti kuran kadrolar, tarihi ve sosyolojisi olmayan bir toplum oluşturmaya çalıştılar” tesbitinden sonra bunun imkânsızlığını vurgulayıp, Said Nursî’nin bu husustaki ikazlarına dikkat çekerek belirttiği şu nokta bu gözlemi tamamlıyor: “Kendisi bir din adamı olduğu için çok fazla bilinmemiş. Çünkü din adamlarının söylemlerinin toplumca paylaşılmasına imkân verilmemiş.” Gelinen noktada, Üstadın vefatından tam 50 yıl sonra, bu çember yavaş yavaş kırılmaya başlıyor. Said Nursî’nin Kur’ânî mesajları, her türlü baskı, yasak, karşı propaganda, perdeleme, gizleme, sansür... engellerini aşıp aydınlara ulaşıyor. Bilgisizlikten kaynaklanan önyargılara dayalı mesnedsiz suçlamalar, yerini öğrenme ve anlama merakına terk ediyor. Nitekim 23 Mart’ta gazeteyle birlikte verdiğimiz ve ek talep üzerine tekrar bastığımız “Aydınların gözüyle Said Nursî” ilâvesindeki yorumlar bunun güzel örnekleri. Bunlar, 80 seneyi aşkın bir zamandır hakikat güneşini perdelemek için tezgâhlanan bilumum tertiplerin de artık sonuna gelinmekte olduğunu haber veren öncü işaretler. İnşaallah arkası gelir. Ve Prof. Dr. Mithat Sancar’ın ifade ettiği, ortak vicdana dayalı çözüm süreçleri, geçmiş dönemde her kesim için mağduriyet üreten haksız uygulamalardan hareketle rövanşist ve intikamcı arayışlara prim vermeden, âdil ve dengeli bir çizgide gelişerek devam eder ve ülkenin önü açılır. İşte böyle bir tarihî dönemeçte, dayatmacı ve ayrımcı politikaların simgesi olan Kemalist sistemin yol açtığı çok derin ve kronik tıkanmanın açılması için, Bediüzzaman modeli son derece hayatî bir misyon daha üstlenmenin eşiğinde...
30.03.2010 E-Posta: [email protected] |