Yasemin YAŞAR |
|
AMELLERİ KORUYAN İHLÂS |
İNSANI şeytanın desiselerine kapılıp, nefs-i emmâresinin peşinden koşturan şeylerin mâhiyetine bakıldığında az bir dünya menfaati, menhus bir lezzet, kederli, hodfüruşâne, sakîl, riyakârâne bazı süflî hislerin olduğu görülür. İnsan, az ve hazır menfaatleri, lezzetleri ilerideki ne çok hazinelere, müjdelere, saadetlere tercih etmektedir. İşte, özellikle ehl-i imanda bu yanlış tercihi yaptıran asıl mesele, ihlâs sırrını yakalayamamaktır. İhlâs Risâlesinin başında bir hadis-i şerif beni ciddî bir şekilde sarsmaktadır: “İnsanlar helâk olur, ancak bilenler hariç. Bilenler de helâk olur; ancak bildiklerini yaşayanlar hariç. Bildiklerini yaşayanlar da helâk olur; ancak ihlâslı olanlar hariç. İhlâslı olanlar da, her an onu kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyadır". Bu hadis-i şeriften yola çıkıldığında bizler bilmeyi, bildiğimiz hakikatleri yaşamayı kurtulmuşluk olarak addederken, hadisin ihtarı insanı daha bir teyakkuza sevk etmektedir ve neticede ihlâs olmadan bilmeklerin de yaşamaların da bir kurtuluş vesilesi olmayacağını ihtar etmektedir. O halde, amellerin çokluğu azlığı, keyfiyeti ve kemiyeti ihlâsla ortaya çıkmaktadır. Nice ameller yapılır, ama içinde ihlâs bulunmazsa, bir hiç hükmüne gelirken, bazı az ama ihlâslı amel, kurtuluşa sebep olabilir. Bu kadar önemli bir nokta, maalesef mü’minlerin gözünden kaçmakta ve böylelikle nice salih ameller bir çırpıda hebâ edilmektedir. Bediüzzaman’ın, talebelerine ısrarla, on beş günü geçirmeden “İhlâs Risâlesini okuyunuz” tavsiyesi bu meselenin önemine binaendir. Âlimler ihlâsı iki kısma ayırır. Birisi, amellerdeki ihlâs. İkincisi ise, yaptığı amele sevap istemede ihlâstır. Amellerde ihlâs, onunla Allah’a yaklaşmayı, O’nun emirlerini yüceltmeyi irade etmek ve istemektir. Bu ihlâsın zıddı nifak hastalığıdır. Sevap istemede ihlâs ise, yaptığı amel ile ahirette bir fayda görmeyi istemektir. Bunun zıddı ise, riyadır. Riya da, ahiret amelleri ile, dünya menfaati istemek anlamındadır. Özellikle ehl-i iman insanların düşebilecekleri tehlike bu ikinci kısım olan ihlâstır. Yani ehl-i iman, yaptığı hayır, hasenât, salih amel gibi emir ve teklifleri yaparken, bunların duyulmasını, bunlarla makam, şöhret kazanmayı ve dünyevî menfaatleri isterse, yaptığı amelleri zâyi olma tehlikesi ile karşı karşıyadır. İnsan şeytanın bu tuzaklarına karşı dikkatli olmazsa hayır yaparken şirke girebilir. Yaptığı her iyiliğin arkasından görünme arzusu ehl-i dünyanın bir hastalığıdır. Fakat ehl-i imanda da bu hastalığa düşme tehlikesi mevcuttur. Ecdat yaptığı eserlere imza atmayı bile ihlâssızlık saymış, derin bir mütevazilik sergilemiştir. Oysa asır insanı artık dindar olsun veya olmasın yaptıkları ile iştihar etme hastalığına yakalanmıştır. Anlık his tatminlerinin peşinde koşan insan, yaptığı amelin insanlar tarafından da hemen takdirle mukabele görmesini arzu etmektedir. Yani insan, O’nun dışında hiçbir şeyin fayda ve zarar vermeyeceğine, O’ndan başka İlâh ve O’ndan gayri Rab olmadığına inanır, fakat bunlara iman etmekle beraber, muamelelerinde ve kulluğunda yaptığını sırf Allah için yapmaz. Amellerinde Allah’a bir pay vardır, nefsine bir pay, hevâsına bir pay, şeytana ve insanlara da bir pay vardır. İşte bu hal, şirki doğurur. Resulullah (asm) şöyle buyurur: “Bu ümmette şirk karıncanın yürümesinden daha hafiftir.” İnsan, takdir görse ihlâsı kaybetme tehlikesi ile karşı karşıyadır. Takdir görmezse, bu amellerdeki niyeti hâsıl olmadığından dolayı, şevk kırılması ve hizmeti terk gibi iki vahim neticeye sürüklenebilmektedir. Yani, her iki halde de, insan kayıptadır ve zarardadır. Oysa, bütün insanların takdirini kazansa da, bu Allah’ın ve O’nun sayısız meleklerinin takdiri yanında bir hiçtir. Üstelik gadap ve şehvetle bulaşık olan insanların hepsinin de takdirini kazanmak mümkün değildir. Dolayısıyla bilinme, takdir edilme, şöhret peşine düşme, az kazandırır büyük kaybettirir. Risâle-i Nur satırlarında bu mesele Hücumat-ı Sitte Risâlesinde Ayasofya Camii örneğiyle anlatılmıştır. İnsanın takdir edilme, şöhret sahibi olma meylini bu dünyada dahi meşrû bir şekilde tatmin etmenin dersi verilen bu risâlede özetle şu tesbit yapılır: İnsan yaptığı amellerle ya cami dışındaki birkaç haylazı, ecnebîyi memnun eder; ya da cami içindeki hikmete ve edebe uygun tavrı ile ehl-i kemâl nurânî binlerce zatın takdirini kazanır. İşte her insan ergenlikle beraber o câmi-i kebîrin içine girer. Burada onu bir tercih bekler. Ya cami içindekilere uygun tarz-ı hareket, ya da dışarıdaki birkaç sahtekâra uygun hareket. Her insan hayatının anlarında bu tercihleri yapmaktadır. Eğer yaratılış hikmetine uygun hareket ederse, yine takdir kazanacaktır. Sadece dışarıdaki haylazlar bundan memnun olmayacaktır. Tersini yaptığında da yalancı bir takdir ve şöhret bulacak, ama mübarek cemiyetin tahkirini kazanacaktır. Bu dersten sonra, insanın aklına şöyle bir suâl gelebilir. Evet, ehl-i İslâmın içine dahil olduk, fakat onların nazar-ı dikkatlerini çekmek için, hayır duâlarını almak için yapılan hasenatlarda da riyakârlığa düşme tehlikesi mevcuttur. İşte bu yanılgıdan kurtaracak noktayı da yine Bediüzzaman, hangi amelin riya, hangisinin olmadığına dair tesbitleriyle ders verir. Hâsılı, bu hizmet-i Kur’âniye ihsan-ı İlâhî tarafından omuzlarımıza konmuştur. Bu daireden haberdar olmak ve Nurlarla az da olsa iştigal, bu vazife ile vazifeli olduğumuzun emareleridir. Bu yüzden hiç kimse, bu sorumluluktan kaçmamalı ve omuzunda taşıdığı hazinenin farkında olmalıdır. “Yılandan, akrepten çekindiğiniz gibi çekininiz” uyarısı, ihlâsı kıracak sebepler noktasında yapılmıştır. İşte bu çekinmenin olabilmesi için, sağlam bir nefis terbiyesi lâzımdır. En başta, nefsin emmâre olduğunu kabul etmek, arkasından hizmette önde, ücrette arka planda durma eğitimi vermek, daha sonra ise, kemâlini kemalsizlikte, zenginliğini acizlik ve fakirlikte bilmesini öğretmek, son olarak da, ademinde vücut nurları, vücudunda adem olduğunu kabul etmekle nefsi terbiye etmek gerekecektir. Aksi halde, ihlâsın önündeki en büyük engel, nefs-i emmaredir. Bu terbiye olmadan hakikî anlamda ihlâslı olmak mümkün değildir. İhlâslı olmadan da istikamet mümkün değildir.
27.03.2010 E-Posta: [email protected] |