Yasemin YAŞAR |
|
AMELLERİ KORUYAN İHLÂS |
İNSANI şeytanın desiselerine kapılıp, nefs-i emmâresinin peşinden koşturan şeylerin mâhiyetine bakıldığında az bir dünya menfaati, menhus bir lezzet, kederli, hodfüruşâne, sakîl, riyakârâne bazı süflî hislerin olduğu görülür. İnsan, az ve hazır menfaatleri, lezzetleri ilerideki ne çok hazinelere, müjdelere, saadetlere tercih etmektedir. İşte, özellikle ehl-i imanda bu yanlış tercihi yaptıran asıl mesele, ihlâs sırrını yakalayamamaktır. İhlâs Risâlesinin başında bir hadis-i şerif beni ciddî bir şekilde sarsmaktadır: “İnsanlar helâk olur, ancak bilenler hariç. Bilenler de helâk olur; ancak bildiklerini yaşayanlar hariç. Bildiklerini yaşayanlar da helâk olur; ancak ihlâslı olanlar hariç. İhlâslı olanlar da, her an onu kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyadır". Bu hadis-i şeriften yola çıkıldığında bizler bilmeyi, bildiğimiz hakikatleri yaşamayı kurtulmuşluk olarak addederken, hadisin ihtarı insanı daha bir teyakkuza sevk etmektedir ve neticede ihlâs olmadan bilmeklerin de yaşamaların da bir kurtuluş vesilesi olmayacağını ihtar etmektedir. O halde, amellerin çokluğu azlığı, keyfiyeti ve kemiyeti ihlâsla ortaya çıkmaktadır. Nice ameller yapılır, ama içinde ihlâs bulunmazsa, bir hiç hükmüne gelirken, bazı az ama ihlâslı amel, kurtuluşa sebep olabilir. Bu kadar önemli bir nokta, maalesef mü’minlerin gözünden kaçmakta ve böylelikle nice salih ameller bir çırpıda hebâ edilmektedir. Bediüzzaman’ın, talebelerine ısrarla, on beş günü geçirmeden “İhlâs Risâlesini okuyunuz” tavsiyesi bu meselenin önemine binaendir. Âlimler ihlâsı iki kısma ayırır. Birisi, amellerdeki ihlâs. İkincisi ise, yaptığı amele sevap istemede ihlâstır. Amellerde ihlâs, onunla Allah’a yaklaşmayı, O’nun emirlerini yüceltmeyi irade etmek ve istemektir. Bu ihlâsın zıddı nifak hastalığıdır. Sevap istemede ihlâs ise, yaptığı amel ile ahirette bir fayda görmeyi istemektir. Bunun zıddı ise, riyadır. Riya da, ahiret amelleri ile, dünya menfaati istemek anlamındadır. Özellikle ehl-i iman insanların düşebilecekleri tehlike bu ikinci kısım olan ihlâstır. Yani ehl-i iman, yaptığı hayır, hasenât, salih amel gibi emir ve teklifleri yaparken, bunların duyulmasını, bunlarla makam, şöhret kazanmayı ve dünyevî menfaatleri isterse, yaptığı amelleri zâyi olma tehlikesi ile karşı karşıyadır. İnsan şeytanın bu tuzaklarına karşı dikkatli olmazsa hayır yaparken şirke girebilir. Yaptığı her iyiliğin arkasından görünme arzusu ehl-i dünyanın bir hastalığıdır. Fakat ehl-i imanda da bu hastalığa düşme tehlikesi mevcuttur. Ecdat yaptığı eserlere imza atmayı bile ihlâssızlık saymış, derin bir mütevazilik sergilemiştir. Oysa asır insanı artık dindar olsun veya olmasın yaptıkları ile iştihar etme hastalığına yakalanmıştır. Anlık his tatminlerinin peşinde koşan insan, yaptığı amelin insanlar tarafından da hemen takdirle mukabele görmesini arzu etmektedir. Yani insan, O’nun dışında hiçbir şeyin fayda ve zarar vermeyeceğine, O’ndan başka İlâh ve O’ndan gayri Rab olmadığına inanır, fakat bunlara iman etmekle beraber, muamelelerinde ve kulluğunda yaptığını sırf Allah için yapmaz. Amellerinde Allah’a bir pay vardır, nefsine bir pay, hevâsına bir pay, şeytana ve insanlara da bir pay vardır. İşte bu hal, şirki doğurur. Resulullah (asm) şöyle buyurur: “Bu ümmette şirk karıncanın yürümesinden daha hafiftir.” İnsan, takdir görse ihlâsı kaybetme tehlikesi ile karşı karşıyadır. Takdir görmezse, bu amellerdeki niyeti hâsıl olmadığından dolayı, şevk kırılması ve hizmeti terk gibi iki vahim neticeye sürüklenebilmektedir. Yani, her iki halde de, insan kayıptadır ve zarardadır. Oysa, bütün insanların takdirini kazansa da, bu Allah’ın ve O’nun sayısız meleklerinin takdiri yanında bir hiçtir. Üstelik gadap ve şehvetle bulaşık olan insanların hepsinin de takdirini kazanmak mümkün değildir. Dolayısıyla bilinme, takdir edilme, şöhret peşine düşme, az kazandırır büyük kaybettirir. Risâle-i Nur satırlarında bu mesele Hücumat-ı Sitte Risâlesinde Ayasofya Camii örneğiyle anlatılmıştır. İnsanın takdir edilme, şöhret sahibi olma meylini bu dünyada dahi meşrû bir şekilde tatmin etmenin dersi verilen bu risâlede özetle şu tesbit yapılır: İnsan yaptığı amellerle ya cami dışındaki birkaç haylazı, ecnebîyi memnun eder; ya da cami içindeki hikmete ve edebe uygun tavrı ile ehl-i kemâl nurânî binlerce zatın takdirini kazanır. İşte her insan ergenlikle beraber o câmi-i kebîrin içine girer. Burada onu bir tercih bekler. Ya cami içindekilere uygun tarz-ı hareket, ya da dışarıdaki birkaç sahtekâra uygun hareket. Her insan hayatının anlarında bu tercihleri yapmaktadır. Eğer yaratılış hikmetine uygun hareket ederse, yine takdir kazanacaktır. Sadece dışarıdaki haylazlar bundan memnun olmayacaktır. Tersini yaptığında da yalancı bir takdir ve şöhret bulacak, ama mübarek cemiyetin tahkirini kazanacaktır. Bu dersten sonra, insanın aklına şöyle bir suâl gelebilir. Evet, ehl-i İslâmın içine dahil olduk, fakat onların nazar-ı dikkatlerini çekmek için, hayır duâlarını almak için yapılan hasenatlarda da riyakârlığa düşme tehlikesi mevcuttur. İşte bu yanılgıdan kurtaracak noktayı da yine Bediüzzaman, hangi amelin riya, hangisinin olmadığına dair tesbitleriyle ders verir. Hâsılı, bu hizmet-i Kur’âniye ihsan-ı İlâhî tarafından omuzlarımıza konmuştur. Bu daireden haberdar olmak ve Nurlarla az da olsa iştigal, bu vazife ile vazifeli olduğumuzun emareleridir. Bu yüzden hiç kimse, bu sorumluluktan kaçmamalı ve omuzunda taşıdığı hazinenin farkında olmalıdır. “Yılandan, akrepten çekindiğiniz gibi çekininiz” uyarısı, ihlâsı kıracak sebepler noktasında yapılmıştır. İşte bu çekinmenin olabilmesi için, sağlam bir nefis terbiyesi lâzımdır. En başta, nefsin emmâre olduğunu kabul etmek, arkasından hizmette önde, ücrette arka planda durma eğitimi vermek, daha sonra ise, kemâlini kemalsizlikte, zenginliğini acizlik ve fakirlikte bilmesini öğretmek, son olarak da, ademinde vücut nurları, vücudunda adem olduğunu kabul etmekle nefsi terbiye etmek gerekecektir. Aksi halde, ihlâsın önündeki en büyük engel, nefs-i emmaredir. Bu terbiye olmadan hakikî anlamda ihlâslı olmak mümkün değildir. İhlâslı olmadan da istikamet mümkün değildir.
27.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Gladstone da mağlûp oldu |
Üstad Bediüzzaman’ın vefat yıldönümü sebebiyle yapılan yayınlarda, bir çok yeni bilgi ve belgeyle daha karşılaştık. 23 ve 24 Mart tarihli Yeni Asya bu anlamda ‘arşiv’lik nüshalar oldu. Bediüzzaman’ın vefat yıldönümünde aydınların yaptığı değerlendirmeler [Aydınların Gözüyle Said Nursî broşürü] ve uzun yıllar Said Nursî Hazretlerinin hizmetinde bulunan talebelerinin yaptığı açıklamalar müjdelerle doluydu. Aynı şekilde, Bediüzzaman’ın vefatı öncesi ve sonrasında İngiliz “The Times” gazetesinde yayınlanan haber kupürlerinin tercümeleriyle birlikte gazetemizde yayınlanması da ayrıca dikkate değer çalışmalar oldu. Dikkat çeken başka bir belge de, dönemin İngiliz Sömürgeler Bakanı Gladstone’un torunu ve biyografisini yazan ‘uzman’la yapılan bir görüşmenin ayrıntılarının Türkiye’de ilk defa Yeni Asya’da yer almasıydı. Bazen aksatmakla birlikte gazetemize haftada bir “Amerika Mektubu” yazan Said Hafızoğlu, yine bir İngliz kuruluşu olan ‘BBC Radio4’de yayınlanan sohbetin kayıtlarına ulaştı. Aslında bu röportaj çok yeni değil, ama bugüne kadar Türkiye kamuoyu bundan haberdar olamamıştı. 22 Ocak 2009 tarihinde BBC Radio4’de yayınlanan ve Gladstone’un üçüncü kuşaktan torunu ve yine Gladstone’un biyografisini yazan profesörün anlattıkları, Risale-i Nur okuyanlar için ‘önemli bir haber’ değeri taşıyor. Hatırlanacağı üzere Gladstone’a Risale-i Nur’da atıf yapılmaktadır. Bediüzzaman’ın hayatının anlatıldığı “Tarihçe-i Hayat”da, Gladstone’un Kur’ân’ı eline alıp İngiliz vekillere “Bu Kur’ân Müslümanların elinde kaldıkça, biz onlara hakiki hâkim olamayız. Ya Kur’ân’ı ortadan kaldırmalıyız veya onları Kur’ân’dan soğutmalıyız” dediği anlatılır. BBC Radio4’deki röportajdan anlıyoruz ki, dünün Kur’ân’ı ortadan kaldırmak isteyen bakanının evinde, kütüphanesinde artık bir “İslâmı okuma odası” açılmış durumda. Tek başına bu haber ve gelişme, Gladstone’un mağlup olduğunu göstermez mi? Gerçi BBC’ye açıklama yapan Gladstone’un torunu, dedesini ‘masum’ göstermeye çalışıyor, ama hakikat ortada. Velev ki Gladstone bu beyanlarını ‘şartlar gereği’ dile getirdi, netice yine değişmez: Gladstone de kendisinden önce Kur’ân’a dil uzatanlar gibi mağlup olmuştur! Gladstone’un torunu bir hakikati de dile getiriyor: “İnanıyoruz ki bu kütüphane, insanların, İslâmın ne olduğunu anlayacakları bir yer olacak. Çok büyük cahillik var bu konuda ve bu cahillikten üretilen birçok konuşma yapılıyor. Umarız ki bu kütüphane insanların ne hakkında konuştuklarını anlamaları için bir başlangıç olur.” (Said Hafızoğlu’nun yazısı, Yeni Asya, 24 Mart 2010) Başta Avrupa ve Amerika olmak üzere bütün dünya İslâm aleyhinde yapılan yayınlardan etkileniyor. Dolayısı ile “doğru İslâm”ı bilmiyor. Yaşadığı günlerde her ne sebeple olursa olsun “Kur’ân’ı ortadan kaldırmak”tan bahseden bir siyasetçinin ölümünün üzerinden yıllar geçtikten sonra kütüphanesinde “İslamı okuma odası/bölümü” açılıyorsa, inşaallah orada kitap okuyanlar “doğru İslâm”ı öğrenme imkânına sahip olur. Önümüzdeki yılların 23 Martlarında da yeni müjdeler duymak nasip olur inşaallah...
Not: BBC Radio4’deki röportaja “http://news.bbc.co.uk/today/hi/today/newsid-7846000/7846601.stm” adresinden ulaşılabilir.
27.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Mehmet KARA |
|
Çözümsüzlüğü kabullenmemek |
Türkiye anayasa değişikliği taslağına kilitlenmişken, başka sorunların konuşulması da gerekiyor. Elimde bir anket var. Anketteki bir soruda vatandaşlara “Türkiye’nin en önemli sorunları nelerdir?” diye sorulmuş. Varyans Araştırma Şirketinin Türkiye gündemi araştırmasında ortaya çıkan sorunları oy sıralamasına göre verelim: Geçim sıkıntısı, işsizlik, eğitim, hükümetin yönetim anlayışı, demokrasi, Kürt sorunu, eşitlik, emekli maaşlarının yetersizliği, sağlık sorunları, yargı, vergilerin çokluğu, ulaşım, başörtüsü, işlerin durgunluğu… Bütün bu sorunlara verilen oyların toplamı yüzde 88.5 olurken, “hiçbir sorun yaşamıyorum” diyenlerin oranı yüzde 11.5’de kalmış. Ankete katılanlar, Türkiye’nin bütün temel meselelerinin çok önemli olduğunu düşünüyor. Ankette ortaya çıkan neticeye göre yasaklar kaldırılmadan ‘anayasa değişikliği paketi’nin eksik kalacağını gösteriyor. Katsayı meselesi çözülmüş gibi gözükse de aslında adaletsizlik sona ermedi. Geçtiğimiz sene Devlet Bakanı Faruk Çelik, Kur’ân kurslarında yaş sınırlamasının kaldırılması için çalışma yaptıklarını söylemişti. Ancak çalışmanın akıbeti belli değil. Pek muhtemeldir ki, bu yaz da çocuklar yaş sınırlamasından dolayı Kur’ân öğrenmek için camilere gidemeyecekler. (Eğer mesele çözülürse buradan ilk tebrik eden biz oluruz.) Başörtüsü konusunda basına yansıyan bir olay da kanunsuz yasağın artık kalkması gerektiğini ortaya koyuyor. İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Hastanesi Çocuk Bölümü sorumlusu Prof. Dr. Halit Çam, başörtülü Sevda Akçay’a tesettüründen dolayı “Baksana kıyafetine, tabiî kalsiyum eksikliği olur. Sen hiç mayo giyip deniz kenarında güneşlenmedin mi?” diye sorması basına yansımıştı. Haber üzerine Çam’ın özür dilediği de haber oldu. Ancak meselenin özür dilemekle geçiştirilmemesi gerekiyor. Bu çirkin ve yakışıksız sözlerle ilgili soruşturma açıldığı söyleniyor ama neticesi ne olur bekleyip göreceğiz. Basına yansımayan yüzlerce, belki binlerce bu tür olaylar olduğu aşikâr. Bu yasak kaldırılmadığı sürece de bu tür olayların olması kaçınılmaz. Bir başka konu da eğitim alanında yaşanan sıkıntılar... Millî Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu geçtiğimiz günlerde meslek liseleri ile ilgili olarak, “Özellikle yüksek öğretime geçişte uygulanan ağır katsayı koşulları, meslekî eğitimin tercih edilmesinde maalesef olumsuz bir bariyer olarak gençlerimizin önünde duruyor” diye konuşmuştu. Aslında bariyer sadece meslek liselerinde değil, eğitimin bir çok alanında yaşanıyor. Millî Eğitim Bakanlığı bünyesindeki bir birim tarafından hazırlanan bir raporda bunu gösteriyor. İşte bir kaç kırık not… “2009 İç Denetim Faaliyet Raporu”nda öğretmen açığının 133 bin 317 olduğu, 26 bin 415 eğitim kurumuna hiç hizmetli atanmayarak, bu kurumların kaderlerine terk edildiği belirtilmiş. Kamuoyuna açıklanmayan rapor, MEB’in web sitesinde yayınlanınca haber oldu. Raporda pek çok sıkıntı yaşandığı vurgulanırken, Şırnak’ta asil müdürün neredeyse hiç olmadığını ortaya koydu. Okulların ödeneği olmadığı için velilerden değişik vesilelerle para istendiği, zamansız atamaların eğitimi aksattığı, ders kitaplarında hazırlanmasında yaşanan sıkıntılar gibi birçok sorun tek tek sıralanmış. ( Milliyet, 11.03.2010) Bütün bu sorunlar sıralanırken, bu meseleleri çözmesi gerekenlerin muhalefet partisi gibi konuşmalarının da yanlış olduğunu burada söylemek lâzım. “Şimdi bunlar nereden çıktı?” demeye kimsenin hakkı yok. İktidar partisinde çalışan bir danışman geçtiğimiz günlerde “Başörtüsü yasağını artık yazmayın. Herkes bir şekilde meseleyi halletti” demişti. “Ancak yazma demekle, görmemezlikten gelmekle mesele halledilmiyor ki… Meseleyi halledin bizde sizi tebrik edelim, yazmayalım” demiştim. Şu açıkça görülmeli ki, ülkenin sorunu sadece anayasa ile ilgili değil. Birazını bahsettiğimiz sorunlar da eş zamanlı olarak çözülmesi gereken konular. Şüphesiz, anayasa aciliyet gerektiren bir sorun. Ancak bu sorunların çözümünün de aciliyetinin olduğuna şüphe yok.
27.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Belâ zihniyet… (2) |
Said Nursî’ye “Bediüzzaman” ünvânı… “Belâ zihniyet”in karalamalarından biri de Said Nursî’nin “Bediüzzaman” lakâbıyla ilgili. Öncelikle şunu belirtelim ki “zamanın hârikası” ve “çağın eşsiz güzelliği” anlamına gelen bu lakâbı Said Nursî’nin kendisi veya daha sonra Nur Talebeleri vermiş değil; devrinin ilim adamları ve ilmî müesseseleri tarafından verilmiştir. Görünen o ki hareketli tahsil hayatında ve sonrasında devrin ulemasıyla çeşitli zeminlerde yaptığı hararetli ilmî münâzaralarla ilim dünyasının takdirini kazanmış; dinî ilimlerle çeşitli fenlerde yaptığı tetkiklerle müsbet ilimleri mezcettiren geniş birikimi ve ilmî üstünlüğünü ispat eden ilmî şahsiyetiyle “Bediüzzaman” ünvânını hak etmiştir. “Molla Said-i Meşhur” ünvânıyla tanındığı daha gençlik döneminde (1892) Siirt’te medresesine gittiği Molla Fethullah Efendi’nin medresesinde kendisinden ders alırken çeşitli kitaplardan sorduğu sorulara verdiği cevaplar üzerine, “Zekâ ve hıfzın (ezberin) ifrat derecesiyle bir adamda toplanması ender hâdiselerdendir” hayretiyle “Bediüzzamanlık ünvânı”nı verir. Bediüzzaman’ın 1946 yılında Emirdağı’nda talebesi Re’fet Bey’e yazdığı mektupta, “Meraklı kardeşimiz Re’fet Bey, Bediüzzaman’-ı Hemedânî’nin üçüncü asırda, vazife ve te’lifatı hakkında malûmat istiyor. Ben o zât hakkında yalnız hârika ve zekâveti ve kuvve-i hâfızası bulunduğunu biliyorum. Elli beş sene evvel, üstadlarımdan Siirt’li merhum Molla Fethullah eski Said’i ona benzeterek, onun o ismini ona vermiştir” diye bu hususu açıkça belirtir. (Abdulkadir Badıllı, Bediüzzaman Said-i Nursî Mufassal Tarihçe-i Hayatı, c.1, 109-110)
OSMANLI’DA “BEDİÜZZAMAN”… Keza İkinci Meşrûtiyet ve Hürriyetin ilânı esnasında Osmanlı’daki gelişmeleri yakından incelemek için İstanbul’a gelen dünyadaki siyasî ve fikrî akımları vukûfiyetiyle tanınan Mısır’ın meşhur âlimlerinden Ezher Üniversitesi reisi ve Şeyh Bahid Efendi de ilmî şöhretini duyduğu Said Nursî’yle ilmî sohbetler etmiş; aldığı veciz ve keskin cevaplar karşısında, “Ancak Bediüzzaman bu beyânda bulunur” takdirinde bulunmuştur. Peşinden 1926’da Said Nursî’nin Osmanlı ve Avrupa’nın geleceğine dair görüşlerini, nutuk ve makalelerini tâkip eden Batı felsefesine âşina Mısır’ın meşhur ulemasından Abdulaziz Çaviş’in ülkenin en büyük gazetelerinden “El Ahram”da “Fâtin’ul-asr Bediüzzaman” başlıklı seri makaleleri bunun bir başka delili. İstiklâl Marşı yazarı Mehmet Âkif Ersoy’un Mısır’da bulunduğu sırada Said Nursî’nin Osmanlı ve İslâm dünyasının mânevî ve maddî kurtuluşu ve istikbâli hakkındaki düşüncelerini sözkonusu “Bediüzzaman” başlıklı yazılarda okuduğunu Birinci Meclis’in ilk dönem Erzurum mebuslarından M. Salih Yeşiloğlu’na anlatmıştır. (a,g.e., 270-272) Bütün bunlar bir yana, diğer Osmanlı zâbitleriyle Gönüllü Alay Kumandanı olarak Kosturma’da bulunduğu esâretten firar edip Petesburg’a uğrayarak Varşova ve Viyana’ya varan ve “esir subay” olarak Almanlar tarafından Osmanlı Ordusu hesabına yazılan bir biletle tren yoluyla Sofya üzerinden İstanbul’a gelen Said Nursî’nin İstanbul gazeteleri tarafından duyuruluşu da “Bediüzzaman” ünvânıyladır. İstanbul’a geldiği 8 Temmuz 1918 tarihli Tanin gazetesinin, “Kürdistan ulemâsından olup, talebeleriyle beraber Kafkas cephesinde muhabereye iştirak eylemiş ve Ruslara esir düşmüş olan Bediüzzaman Said-i Kürdî Efendi âhiren şehrimize muvasalat eylemiştir (ulaşmıştır)” haberi bunun en bâriz belgesi. Dar’ül Hikmet’ül İslâmiye azâsı olarak Ordu Kumandanı Enver Paşa’nın takdirâtıyla kendisine Osmanlı’nın en yüksek ilmî pâyesi olan “mahreç pâyesi”nin verilmesi resmî devlet yazışmalarında da “Bediüzzaman” lâkabı zikredilir.
MECLİS’TE “BEDİÜZZAMAN” İSMİYLE HOŞÂMEDİ… Daha Osmanlı döneminde yazdığı makaleler “Bediüzzaman” imzasıyla gazetelerde yer almış. Örneğin, 19 Kasım 1908 tarihli Şurây-ı Ümmet Gazetesi 46. nüshasında neşredilen “Hamidiye Alaylarının lağvının değil, intizamının gerektiği ve bu intizamın zararı defedip büyük menfaati temin edeceği”ne dair “Hamidiye Alaylarına Dair Beyân-ı Hakikat” başlıklı makalesinin altında “Bediüzzaman” imzası var. Meselâ 1912’de ikinci tab’ı “Arabî Hutbe-i Şâmiye” eserinin ikinci zeyli olarak İstanbul Matba-i Ebuzziya’da bastırılan ve bilâhare 1920’de Evkâf-ı İslâmiye matbaasında tab’ edilen Sünûhat kitabının sonuna ilâve edilen “Devâ’ül Ye’s” kitabına “Bediüzzaman Said Nursî” imzası atılmış… Özetle “Eski Said” dediği Osmanlı’nın son döneminde te’lif ettiği “Muhâkemat” ve “Münâzarât”, “Sünûhat” gibi eserlerinin hem Türkçe asıllı Osmanlıca ve hem yeni yazı Türkçe baskıları “Bediüzzaman Said Nursî” imzasıyla yayınlanmıştır. Ayrıca Said Nursî’nin hayatına dair bütün tarihçelerde, mahkeme iddianâmelerinde, resmî ve gayr-ı resmî belgelerin önemli bir kısmında, “Bediüzzaman” ismi açıkça zikredilir. Bütün bunların yanı sıra, 9 Kasım 1922’de (9 Teşrin-i Sani 1338) çoğu İstanbul’daki Meclis-i Mebusan mensupları olan eski mücahid arkadaşlarının ısrarlı dâvetleri üzerine Ankara’ya gelip ziyâret ettiği Meclis’te, milletvekillerinin Meclis Başkanlığı’na sunduğu “beyân-ı hoşâmedi (hoşgeldin merâsimi)” teklifinde de Said Nursî “Bediüzzaman” ismiyle anılmakta. “Riyaset-i Celîleye, Vilâyât-ı Şarkiye ulema-yı benâmından (meşhur âlimlerinden) olup Anadolu gazilerini e Meclis-i âliyi zuyaret etmek üzere İstanbul’an buraya gelerek samiin (dinleyici) locasında bulunan Bediüzzaman Molla Said Efendi Hazretlerine hoşâmedi edilmesini teklif eyleriz” takriri (önergesi), Meclis zâbıtlarında açıkça yer alıyor. (Zâbıt Cerîdesi, c.24:457) Uslanmaz menhus “belâ zihniyet”, Bediüzzaman’a bulaştırmaya yeltendiği yalanların tek tek hesâbını verecek; bir defa daha rezil ve rüsvay olacaktır…
27.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
27 Mayıs’tan 12 Eylül’e |
Anayasanın değiştirilemez maddeleri, yaklaşık bir buçuk sene önce yine gündeme geldiğinde şunları yazmıştık: *** Değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez maddelerde TC’nin temel nitelikleri sıralanıyor: demokratik, laik, sosyal, hukuk devleti. (...) Topluma mal olan değerler için anayasaya, hiçbir demokraside benzeri olmayan “değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez” kayıtları koymanın hiçbir anlamı ve mantığı yok. Bu mantıksızlığın gerisinde ise, bu niteliklerin arasına “Atatürkçülük ve Atatürk milliyetçiliği” gibi kavramları sıkıştırma “kurnazlığı” yatıyor... (29.10.2008) *** Değiştirilemezlik hükmü ilk kez 1961 anayasasında sadece cumhuriyetle sınırlı olarak yer aldı. Gerçekten, o anayasaya bakıldığında görülür ki, bu konu, “devlet şeklinin değişmezliği” ara başlığı altındaki 9. maddeyle tanzim edilmiş: “Devlet şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki anayasa hükmü—‘Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir’ şeklindeki birinci madde—değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez.” Devletin niteliklerini “insan haklarına ve ‘başlangıç’ta belirtilen temel ilkelere dayanan, millî. demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti” olarak sıralayan ikinci madde için bu kayıt yok. (...) 12 Eylül ise anayasanın yine ikinci maddesinde cumhuriyetin niteliklerini sıralarken bazı değişiklikler yapmış ve evvelâ—ne işe yarayacaksa—“toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde” ibarelerini koymuş. Bizatihî ihtilâlin kendisi bu kavramların içerdiği mânâlarla tamamen çelişen bir tasallut olduğu halde. İhtilâl topluma hangi huzuru getirdi, hangi millî dayanışmayı sağladı, hangi adaleti hakim kıldı? Aksine, yol açtığı tablo bunların tam tersi. Aynı çelişki, temel nitelikler olarak sıralanan demokrasi, laiklik, hukuk ve sosyal devlet için de geçerli. Ve bu değerlerin tamamının canına okuyan bir ihtilâlin, hazırlattığı anayasada bunlardan dem vurması inanılmaz bir ikiyüzlülük. Geçelim... 27 Mayıs anayasası devletin insan haklarına “bağlı” olmasını öngörürken, 12 Eylül bu “bağlı” ifadesini “saygılı” olarak değiştirmiş. Uygulamaları arasında fark yok, ama iki darbenin insan haklarına bakışındaki farkı kâğıt üzerinde de olsa ortaya koyan önemli bir nüans. Bir diğer fark: 27 Mayıs TC’yi “millî devlet” olarak nitelerken 12 Eylül bu ibareyi kaldırmış ve yerine “Atatürk milliyetçiliğine bağlı” demiş. “Başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan” ifadesi her iki anayasada da mevcut. Ama tabiî, başlangıç metinleri farklı. Bütün bunların ardından gelen “demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti” kalıpları da 61 ve 82 anayasalarında aynı. 27 Mayıs sadece cumhuriyet olma niteliğini, 12 Eylül ise 2. madde ile, “devletin bütünlüğü, resmî dili, bayrağı, millî marşı ve başkenti” ara başlıklı 3. maddeyi de bu kapsama dahil ediyor. (...) 12 Eylül anayasasının “değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez” dediği 2. maddedeki atıfla dolaylı olarak bu kapsamda sayılması gereken başlangıç 1995 ve 2001’de iki defa değiştirildi. 95 ‘te, metnin 12 Eylül’e övgüler düzülen ikinci paragrafı çıkarılıp, Türk devleti için kullanılan “kutsal” sıfatı “yüce” şeklinde değiştirildi; 2001’de ise “Türk millî menfaatleri, Türk varlığının devleti ve ülkesiyle bölünmezliği, Türklüğün tarihî ve manevî değerleri, Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılâpları ve medeniyetçiliği karşısında” “hiçbir düşünce ve mülâhaza”nın “korunma göremeyeceği” ibaresindeki “hiçbir düşünce ve mülâhaza” kelimeleri yerine “hiçbir faaliyet” ifadesi konuldu. 95 değişikliği DYP-SHP koalisyonunun, 2001 değişikliği AB’nin zorlamasıyla mecbur kalan DSP-MHP-ANAP üçlüsünün imzasını taşıyor. (Şimdi) cevap bekleyen soru şu: AKP neden yapamıyor veya yaptırılmıyor? (27.11.2008)
27.03.2010 E-Posta: [email protected] |