Mikail YAPRAK |
|
Almanya’da bir okuma programı |
Çok okuyan bir millet olmadığımızı istatistikler gösteriyor. Japonya’da yılda her insan ortalama 60 kitap okurken, bizde yılda 5 insana 1 kitap düşüyormuş. Muhakkak ki bu istatistiklerde Kur’ân-ı Kerim okumaları nazara alınmıyor. Yoksa İslâm âleminde ve dünyanın birçok merkezinde gürül gürül okunan Kelâmullahın okunmasına ve ezberlenmesine hiçbir kitap yetişemez. Zira Kur'ân kalplere kuvvet ve gıda, ruhlara şifâdır. Gıdanın tekrarı kuvveti arttırdığı gibi, Kur’ân-ı Kerimin tekrarı da manevî gücümüzü arttırır. Türkiye’de bir de Risâle-i Nur gerçeği var ki; ilim, irfan ve kültür alanımızı güneş gibi aydınlatıyor. Kalplere iman, gönüllere huzur ve fikre istikamet veriyor. Sosyal hayatımızın vazgeçilmez gereklerinden olan karşılıklı merhameti, hürmeti ve güveni hayata geçiriyor. Haramdan el çektirip helâle yöneltiyor. Serseriliği bıraktırıp itaat ettiriyor. Risâleler, kendisine olan ihtiyacı hissettirip okutturuyor. Belli programlar çerçevesinde ders düzeninde okunmasına şahsî okumalar da dahil olunca okunma keyfiyeti zirvede seyrediyor. Çağımızı ve gelecek çağları aydınlatacak Kur’ân nurları olduğunu dünyaya ilân ediyor. İslâm âlimlerinden Ferid El-Ensari, Risâle-i Nur’u diğer tefsirlerden şöyle bir misalle ayırır: ”Bir kavanoz bal ve üzerinde balı tarif eden bir prospektüsü düşünün. Prospektüste balın bileşenleri yazılıdır. İşte diğer tefsirler âyette şu var, bu var diye prospektüs gibi âyetlerin muhtevasında ne olduğunu gösterir. Risâle-i Nur ise öyle yapmaz. Kavanozun kapağını açar, kaşığı alır, oradan bir kaşık bal ağzınıza verir ve der ki, ‘İşte bunun içinde bu var.’ Aradaki fark budur. Prospektüs ile bal arasındaki fark kadar fark vardır.” Geçen yıl vefat eden bu muhterem fıkıh âliminin tesbiti harika ve orijinaldir. Ama bazen “kuvve-i zaika” olan tad alma duyusundaki arıza ve hastalık, balın tadını kemaliyle tattırmadığı gibi, Kur’ân nurlarının aklımıza, kalbimize ve lâtifelerimize kemaliyle intikaline de birtakım haricî ve dahilî olumsuzluklar engel olabiliyor. Bilhassa televizyon ve internet ortamları, günlük hayatın dünyevî cazibesi manevî varlığımızı törpülüyor, insanî ilişkilerimizi erozyona uğratıyor. Tahribat ile tamir müsavi gitmiyor. Bu hal, okuma olgusuna da büyük ölçüde darbe vuruyor. Manevî tahribata karşı tamirle vazifeli olanlar, ister istemez telâşlanıp, hem kendilerinin, hem çocuklarının korunması adına yeni tedbirler ihdas etmeye çalışıyorlar. Haftalık periyodik derslere ve şahsî okumalara ilâveten belli süreli okuma programları da vazgeçilmez hale geliyor. Okuma programı, belli bir zaman diliminde başlar ve biter. Tıpkı 12-14 Mart tarihlerinde Almanya’da yaptığımız gibi.. Programlı okuma ise, bizim için hayatî bir mesele olup ömür boyu sürüp gider.
VE.. GECEMİ BÖLEN HABER Hayat serüveninde ve dünya literatüründe “acı” ve “kara” olarak tavsif edilen bir haber... Kader canibinden dünya cephesine bomba gibi düşen ve uzun emellerimizi bıçak gibi kesen bir haber... Okuma programımızın son gündüzüne bizi intikal ettirecek gecemizin ortalarında uykularımı bölen ve gecemi aydınlatan bir haber.. Bu “ölüm” haberi dünya gecesinde lambamı yaktırıp karanlık gecemi aydınlattığı gibi, ümit ve iman ederiz ki, mevtamızın kabri de iman ve Kur’ân nuruyla aydınlanmıştır. Hayırlı ve nurlu bir hatun olmalı ki, gürül gürül risâle okumalarıyla geçen gündüzümü karartmak yerine, teheccüde uyandırırcasına gecemi aydınlattı. Sabahında ise, ona ve bütün mevtalarımıza ayrılan bir bölüm ile Türkiye’den dâvetlimiz eğitimcinin küllî ve uzun hatim duasıyla hayırlara vesile oldu. *** Merhum ağabeyimin eşi Hanım yengem, on altı yıl aradan sonra merhume olup eşinin gittiği âleme yöneldi. Amansız hastalığına henüz teşhis konulmuş ve ilk terapiye başlanmıştı ki, kalbine inen kriz, imanlı hastamızı, ıztıraplı ve tereddütlü kanser tedavisine muhtaç etmedi. Böylece merhum eşiyle aynı akibeti paylaşmış oldu. Bir farkla ki, o kriz geçirdikten sonra Erzurum’a götürülmüş, gurbette ruhunu teslim edip cansız cenaze halinde sılaya ambulansla avdet etmişti, Hanım’ı ise tedavi için geldiği İstanbul’da ansızın yakalayan, ancak bir Kelime-i Şahadete izn-i İlâhî ile izin veren krizden sonra uçağın kuyruğunda tabut içinde sılaya uçuruldu. Her birisi birer Kur’ân fedaisi olan kızlarına ve damatlarına bağlılığıyla bilinen bu “hatun kişi” son sıhhatli aylarını Antalya’daki kızının yanında geçirmiş, Van’daki sevdiklerine, kızına ve oğullarına, annesine ve kardeşlerine hasta olarak dönmüştü. Kaderin derin sırlarına, güzel cilvelerine bakınız ki, otuz sene nazını çektiği annemi doksan yaşında berzaha uğurlayan bu hatun, yaşı neredeyse doksana varan annesi tarafından berzaha uğurlandı. *** Ey isminle, Hazret-i Üstâdın Hanım ismindeki kızkardeşini hatırlatan Hanım Ablam! Bir zamanlar ben henüz ortaokula başlayan bir çocuk iken, sen çiçeği burnunda bir gelin olarak katıldığın geniş ailemiz içinde bize bir anne ve abla şefkati gösterdin. Ve devam eden çileli, mücadeleli, fakat imanlı bir hayatta, hayatın yükünü omuzlayanların yanında yer aldın. Aynı yıllarda bir çocuk safiyeti içinde eve getirdiğim İttihad gazetesine ve sonraları o gazetenin bize tanıttığı Nurlara kulaklı muhatap oldun. Dahasında evimizi mektebe çeviren Yeni Asya Yayınları ve risâleler sayesinde Kur’ân hattını da öğrenip okuyanlar sınıfına dahil oldun. Ey Hanım sultan! Sen ki, öz kardeşin gibi sevdiğin bu âcize, yeri geldikçe sorardın, “Ben ölürsem, arkamdan yazacak mısın?” diye... Hiç unutur muyum bunu? Ve hiç yazmaz mıyım? Sen ki, son birkaç yılını âma olarak geçiren annemin bakımına âzamî itina gösterirdin. Hiç unutur muyum? İmsak vaktinde sabah namazına kalkmayı alışkanlık haline getiren annemin sıcak abdest suyunu zamanında hazırlayabilmek için, bazen başını onun yatağına koyup uyuyakaldığını hiç unutur muyum? Bir namazlık saltanatından sonra mekânın Cennet olsun, ey Hanım sultan!
18.03.2010 E-Posta: [email protected] |