M. Latif SALİHOĞLU |
|
Bediüzzaman konuşuluyor |
Bugünlerde Türkiye'nin hemen her yerinde yoğun şekilde Üstad Bediüzzaman konuşuluyor. Onun dâvâsı, düşüncesi, eserleri hakkında sohbetler yapılıyor, paneller düzenleniyor, seminerler, konferanslar veriliyor. Sadece Türkiye'de değil, dünyanın muhtelif merkezlerinde de benzer faaliyetler, genişleyerek devam ediyor. Böylelikle, Üstad Bediüzzaman ve eserleri olan Risâle–i Nur, dünyanın ve bütün insanlığın gündemine giriyor. Bu aziz zâta ve onun telifatına lâkayt durmak, ilgisiz kalmak, adeta imkânsız hale geliyor. Biz de, bu muazzam meselenin bir ucundan tutup, bugünlerde ne gibi hazırlıklar yapmamız gerektiğini düşünürken, birden emektar Ali Demirel Ağabeyi gördük karşımızda. Seksen yaşını geride bırakmış, çok ağır şartlar altında Nur'un kahramanları arasında bulunmuş olan Ali Ağabeyi gazetemizde gördüğümüze nihayet derecede sevindik. Zira, Yeni Asya'nın gerek kuruluş ve gerekse gelişme safhasında, mâaile pek mühim hizmetleri olmuştur. Ali Abi, kendisiyle uzun müddet komşuluk etmiş olan Recep Kardeşle birlikte geldiler, gazetemizin merkez binasına. Gazete mutfağında çalışan bütün arkadaşlarımızla birlikte kendisini hürmet ve muhabbetle karşıladık. Ali Ağabeyle, zaman zaman derslerde, sohbetlerde de karşılaşıyor, kendisinden Üstad Bediüzzaman'la ilgili hatıraları dinliyoruz. Hemen her defasında, sanki yeni anlatıyormuş gibi, hep aynı şevk, aynı heyecan, aynı ciddiyetle anlatıyor, yaşayıp gördüklerini... Son ziyaretinde, bir arkadaşımız Üstad'ın kıyafetini, bir başkası da göz rengini sordu. Şunları söyledi: "Son yıllarında, gördüğüm kadarıyla Üstad'ın kıyafeti hep aynıydı. Hiç değiştirmedi. Sarığıyla, cübbesiyle, ayakkabısıyla hep aynı kıyafet içinde gördüm onu... Gözlerinin içine bakmak ise, öyle kolay bir iş değildi. Heybetli bir bakışı vardı. Fakat, benim görüp tesbit edebildiğim kadarıyla, Hz. Üstad'ın göz rengi 'acı mavi' şeklindeydi." Bu "acı mavi" tâbirini de, böylelikle Ali Abiden duymuş olduk. Ali Demirel Ağabeyin şahit olduğu pek çok hatıra var. Onları da zaman içinde, çeşitli vesilelerle aktarmayı ümit ediyoruz. Kendisine, tekrar hürmetlerimizi arz ediyor, hayırlı uzun ömürler diliyoruz.
Tarihin yorumu 18 Mart 1915
Bile bile yalana tevessül
Bugün (18 Mart), tarihin kaydettiği en büyük kahramanlık destanlarından biri konuşulup tartışılacak Türkiye'de. Bu destan, bundan 95 sene evvel Çanakkale'de yazıldı. Dünyanın en güçlü donanmalarına karşı hayret ve hayranlık uyandıran bir direniş örneği sergileyen kahraman ordumuz, her saniyesi ölüm kusan çarpışmalar neticesinde, nihayet 18 Mart (1915) günü Çanakkale'nin geçilmez olduğunu bütün dünyaya ilân etti. Şayet o gün Çanakkale Boğazı geçilmiş olsaydı, çok kuvvetli bir ihtimalle İstanbul da, dolayısıyla Marmara Bölgesiyle birlikte bütün Anadolu da elden gitmiş olacaktı. Zaten, asıl hedef, asıl maksat da buydu: Anadolu ve Rumeli'yi Türklerden ve Müslümanlardan temizlemek, onları asırlar önce geldikleri yere göndermek... 18 Mart'ta Çanakkale'de kazanılan deniz zaferinin en kısa, en doğru ve en yalın şekilde izahı, yukarıda ifade edildiği gibidir. Ne var ki, yetmiş–seksen yıldır, bu doğruların yerini yalan ve yanlış şeyler almış durumda. Yani, Çanakkale'yi geçilmez yapan doğrular olduğu gibi anlatılmıyor, yalana ve yanlış bilgilere tevessül ediliyor. Göreceksiniz, bugün de benzer şeyler yapılacak. Yalan ve uydurma sokuşturmalarla kamuoyu enforme edilmeye çalışılacak. Meselâ, destanın yazıldığı ve zaferin kesinlik kazandığı 18 Mart 1915 tarihine kadar savaş mahallinde bulunmayan, harp sahasında esamisi dahi okunmayanlar, yalan yere oraya getirilmeye, mücadelenin içine sokulmaya çalışılacak. Dahası, yüz binlerce askerin canı ve kanı pahasına elde edilen o muazzam şeref, hiç ilgisiz şahıslara mal edilmesi cihetine gidilecek. Şehitlerimizin ve ecdadımızın ruhunu muazzeb eden bu haksızlığın en acı tarafı ise şudur: Böylesi kahredici bir yalan ve çarpıtma işi, bilmeyerek değil, bilerek ve kasten yapılıyor. Hem öyle kahrecidi bir durum ki, zaferin yıldönümlerinde doğru söyleyenin değil, yalan ve yanlış şeyleri dillerine dolayan çığırtkanların sesi daha yüksek çıkıyor, onlara daha çok itibar ediliyor. Üzüntüyü katmerleştiren en vahim vaziyet ise şudur: Resmî kurum ve ağızların dışında kalan, özerk olan ve özel diller ile konuşmak durumundaki çoğu gazete ve televizyon kanalları da—hiç gereği yokken ve hiçbir mecburiyeti yokken—kendini aynı yalan rüzgârına kaptırarak yayın yapıyor. Çanakkale'yi geçilmez yapan zaferin doğru, yalansız ve riyâsız şekilde anlatılacağı günleri görmek ümit ve temennisiyle...
18.03.2010 E-Posta: [email protected] |