18 Mart 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR Mobil İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Mikail YAPRAK

Almanya’da bir okuma programı


A+ | A-

Çok okuyan bir millet olmadığımızı istatistikler gösteriyor. Japonya’da yılda her insan ortalama 60 kitap okurken, bizde yılda 5 insana 1 kitap düşüyormuş. Muhakkak ki bu istatistiklerde Kur’ân-ı Kerim okumaları nazara alınmıyor. Yoksa İslâm âleminde ve dünyanın birçok merkezinde gürül gürül okunan Kelâmullahın okunmasına ve ezberlenmesine hiçbir kitap yetişemez. Zira Kur'ân kalplere kuvvet ve gıda, ruhlara şifâdır. Gıdanın tekrarı kuvveti arttırdığı gibi, Kur’ân-ı Kerimin tekrarı da manevî gücümüzü arttırır.

Türkiye’de bir de Risâle-i Nur gerçeği var ki; ilim, irfan ve kültür alanımızı güneş gibi aydınlatıyor. Kalplere iman, gönüllere huzur ve fikre istikamet veriyor. Sosyal hayatımızın vazgeçilmez gereklerinden olan karşılıklı merhameti, hürmeti ve güveni hayata geçiriyor. Haramdan el çektirip helâle yöneltiyor. Serseriliği bıraktırıp itaat ettiriyor. Risâleler, kendisine olan ihtiyacı hissettirip okutturuyor. Belli programlar çerçevesinde ders düzeninde okunmasına şahsî okumalar da dahil olunca okunma keyfiyeti zirvede seyrediyor. Çağımızı ve gelecek çağları aydınlatacak Kur’ân nurları olduğunu dünyaya ilân ediyor. İslâm âlimlerinden Ferid El-Ensari, Risâle-i Nur’u diğer tefsirlerden şöyle bir misalle ayırır:

”Bir kavanoz bal ve üzerinde balı tarif eden bir prospektüsü düşünün. Prospektüste balın bileşenleri yazılıdır. İşte diğer tefsirler âyette şu var, bu var diye prospektüs gibi âyetlerin muhtevasında ne olduğunu gösterir. Risâle-i Nur ise öyle yapmaz. Kavanozun kapağını açar, kaşığı alır, oradan bir kaşık bal ağzınıza verir ve der ki, ‘İşte bunun içinde bu var.’ Aradaki fark budur. Prospektüs ile bal arasındaki fark kadar fark vardır.”

Geçen yıl vefat eden bu muhterem fıkıh âliminin tesbiti harika ve orijinaldir. Ama bazen “kuvve-i zaika” olan tad alma duyusundaki arıza ve hastalık, balın tadını kemaliyle tattırmadığı gibi, Kur’ân nurlarının aklımıza, kalbimize ve lâtifelerimize kemaliyle intikaline de birtakım haricî ve dahilî olumsuzluklar engel olabiliyor. Bilhassa televizyon ve internet ortamları, günlük hayatın dünyevî cazibesi manevî varlığımızı törpülüyor, insanî ilişkilerimizi erozyona uğratıyor. Tahribat ile tamir müsavi gitmiyor. Bu hal, okuma olgusuna da büyük ölçüde darbe vuruyor. Manevî tahribata karşı tamirle vazifeli olanlar, ister istemez telâşlanıp, hem kendilerinin, hem çocuklarının korunması adına yeni tedbirler ihdas etmeye çalışıyorlar. Haftalık periyodik derslere ve şahsî okumalara ilâveten belli süreli okuma programları da vazgeçilmez hale geliyor.

Okuma programı, belli bir zaman diliminde başlar ve biter. Tıpkı 12-14 Mart tarihlerinde Almanya’da yaptığımız gibi.. Programlı okuma ise, bizim için hayatî bir mesele olup ömür boyu sürüp gider.

VE.. GECEMİ BÖLEN HABER

Hayat serüveninde ve dünya literatüründe “acı” ve “kara” olarak tavsif edilen bir haber... Kader canibinden dünya cephesine bomba gibi düşen ve uzun emellerimizi bıçak gibi kesen bir haber...

Okuma programımızın son gündüzüne bizi intikal ettirecek gecemizin ortalarında uykularımı bölen ve gecemi aydınlatan bir haber.. Bu “ölüm” haberi dünya gecesinde lambamı yaktırıp karanlık gecemi aydınlattığı gibi, ümit ve iman ederiz ki, mevtamızın kabri de iman ve Kur’ân nuruyla aydınlanmıştır. Hayırlı ve nurlu bir hatun olmalı ki, gürül gürül risâle okumalarıyla geçen gündüzümü karartmak yerine, teheccüde uyandırırcasına gecemi aydınlattı. Sabahında ise, ona ve bütün mevtalarımıza ayrılan bir bölüm ile Türkiye’den dâvetlimiz eğitimcinin küllî ve uzun hatim duasıyla hayırlara vesile oldu.

***

Merhum ağabeyimin eşi Hanım yengem, on altı yıl aradan sonra merhume olup eşinin gittiği âleme yöneldi. Amansız hastalığına henüz teşhis konulmuş ve ilk terapiye başlanmıştı ki, kalbine inen kriz, imanlı hastamızı, ıztıraplı ve tereddütlü kanser tedavisine muhtaç etmedi. Böylece merhum eşiyle aynı akibeti paylaşmış oldu. Bir farkla ki, o kriz geçirdikten sonra Erzurum’a götürülmüş, gurbette ruhunu teslim edip cansız cenaze halinde sılaya ambulansla avdet etmişti, Hanım’ı ise tedavi için geldiği İstanbul’da ansızın yakalayan, ancak bir Kelime-i Şahadete izn-i İlâhî ile izin veren krizden sonra uçağın kuyruğunda tabut içinde sılaya uçuruldu. Her birisi birer Kur’ân fedaisi olan kızlarına ve damatlarına bağlılığıyla bilinen bu “hatun kişi” son sıhhatli aylarını Antalya’daki kızının yanında geçirmiş, Van’daki sevdiklerine, kızına ve oğullarına, annesine ve kardeşlerine hasta olarak dönmüştü. Kaderin derin sırlarına, güzel cilvelerine bakınız ki, otuz sene nazını çektiği annemi doksan yaşında berzaha uğurlayan bu hatun, yaşı neredeyse doksana varan annesi tarafından berzaha uğurlandı.

***

Ey isminle, Hazret-i Üstâdın Hanım ismindeki kızkardeşini hatırlatan Hanım Ablam! Bir zamanlar ben henüz ortaokula başlayan bir çocuk iken, sen çiçeği burnunda bir gelin olarak katıldığın geniş ailemiz içinde bize bir anne ve abla şefkati gösterdin. Ve devam eden çileli, mücadeleli, fakat imanlı bir hayatta, hayatın yükünü omuzlayanların yanında yer aldın. Aynı yıllarda bir çocuk safiyeti içinde eve getirdiğim İttihad gazetesine ve sonraları o gazetenin bize tanıttığı Nurlara kulaklı muhatap oldun. Dahasında evimizi mektebe çeviren Yeni Asya Yayınları ve risâleler sayesinde Kur’ân hattını da öğrenip okuyanlar sınıfına dahil oldun.

Ey Hanım sultan! Sen ki, öz kardeşin gibi sevdiğin bu âcize, yeri geldikçe sorardın, “Ben ölürsem, arkamdan yazacak mısın?” diye... Hiç unutur muyum bunu? Ve hiç yazmaz mıyım? Sen ki, son birkaç yılını âma olarak geçiren annemin bakımına âzamî itina gösterirdin. Hiç unutur muyum? İmsak vaktinde sabah namazına kalkmayı alışkanlık haline getiren annemin sıcak abdest suyunu zamanında hazırlayabilmek için, bazen başını onun yatağına koyup uyuyakaldığını hiç unutur muyum?

Bir namazlık saltanatından sonra mekânın Cennet olsun, ey Hanım sultan!




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

18.03.2010

E-Posta: [email protected]



Ali OKTAY

Çanakkale Destanı


A+ | A-

Mart ayı içerisinde birer hafta arayla arka arkaya gelen iki önemli tarihsel olaydan biri geçtiğimiz hafta törenlerle andığımız İstiklâl Marşı’nın kabulü idi. Diğeri ise binlerce şehidimizin kanları ile yazılan Çanakkale Zaferi’dir.

Millî duyguları en güzel biçimde terennüm eden, onları işleyip şiir diye bizlere sunan Mehmet Âkif’in, Çanakkale Şehitlerine şiirini okuyup da hislenmemek ne mümkün. Zira Çanakkale, yazılan bir destandır. Şiir ne ki. İlkokul öğrencisi iken henüz okul korosunda öğretmenlerimizin bize ilk öğrettikleri türküydü o meşhur “Çanakkale İçinde Aynalı Çarşı” türküsü.

“Çanakkale içinde Aynalı Çarşı

Anne ben gidiyom düşmana karşı

Of gençliğim eyvah.

Çanakkale içinde bir uzun selvi

Kimimiz nişanlı kimimiz evli

Of gençliğim eyvah.

Çanakkale içinde vurdular beni

Ölmeden mezara koydular beni

Of gençliğim eyvah.”

Maalesef kısmet olmadı hâlâ Çanakkale’ye gidip o mekânları görmek. Ama Âkif’in “şüheda fışkıracak, toprağı sıksan şüheda” diye tarif ettiği o yerleri gören herkesin söylediği tek şey “muhakkak gidip görmek lâzım.” Bu destanı yazan aziz şehidlerimize Rabbimizden rahmet ve mağfiret niyaz ediyorum. Mekânları cennet olsun.

Uluslararası Mevlânâ ve Tasavvuf

Geleneği Sempozyumu düzenlenecek

GEÇENLERDE Manisa MEDAR (Mevlâna Düşüncesi Araştırmalar Derneği) Başkanı öğretim görevlisi Mehmet Veysî Dörtbudak’tan bir elektronik posta aldım. Buna göre, MEDAR tarafından 9–10 Ekim 2010 tarihlerinde gerçekleştirilecek “Uluslararası Mevlânâ ve Tasavvuf Geleneği Sempozyumu” Hz. Mevlâna, Mesnevî, mevlevîhâneler, mevlevî kültürü, Türk tasavvuf geleneğini oluşturan diğer ekoller, temsilcileri ve meydana getirdikleri maddî, manevî kültür unsurları konularını kapsayacak. Çoğunluğu profesör düzeyinde olmak üzere, 40 kadar öğretim üyesinin danışma ve bilim kurulunu oluşturduğu organizasyona sunulmak istenen bilimsel çalışmalar, koordinatör öğretim görevlisi Mehmet Veysî Dörtbudak’a gönderilebilir. Başvuru belgesi, kısa özgeçmiş ve bildiri özetinin gönderilmesi için son tarih 7 Haziran 2010. (İletişim: Tel. 505-2654255, [email protected], [email protected], www.medar.org.tr)

TARİHTEN YAPRAKLAR

Viyana’da küşat edilen tiyatro ve muzıka sergisi

VİYANA’DA küşat edilmiş olan tiyatro ve muzıka sergisinden bahseden ve muzıka dairelerinin edvar-ı musikîyyenin her nevini ihtiva eden en meşhur musikîşinasların ta’limleri meyanında şair-i meşhur Gota ile Avusturyalıların yegâne medarı iftiharı olan musikîşinas Şovan‘ın heykelleri bulunan serginin muzıka kısmının en büyük ve şayanı dikkat dairelerinden birinin Müzik-hal denilen daire olduğunu burada haftada bir, dört defa konserto verileceğini ve zamanımızın en meşhur muzıkacılarından 5-6 san'atkârın nezaretleri altında icrayı ahenk edileceğini, iş bu muzikalin 2400 kişilik sandalya ve kanepeleri istiap edecek derecede büyük olduğunu, kısaca 1889 senesinde Paris’de küşat edilen sergiyi umumînin bir şubesi telâkki olunursa da a’sarı mimarîyece ba’zı aksamındaki nezaket ve zarafetin Paris sergisinde bulunmadığını belirtmektedirler.

(Resimli Gazete, sayı: 62, 14 Mayıs 1308)

Biliyor muydunuz…

MUSIKÎMİZDE tarih boyunca icad edilmiş 600’e yakın makam ve bu makamlarda da 40 bin civarında eser bestelenmiştir. En az bir beste örneği ile günümüze ulaşabilen makamlar 300 civarında, bugün kullandıklarımız ise 70-80 kadardır. Bugün radyo ve televizyonlarda kullanılan toplam beste sayısı ise 4 bin civarındadır. İşte makam adlarından bazıları: Nihavend, Uşşak, Hüseyni, Saba, Muhayyer Kürdi, Rast, Hicaz, Rahatülervah, Ferahfeza, Ferahnak…

Nurdan Damlalar

“İŞTE, küçücük bir insan, icadsız, sırf surî bir san’atçığıyla, bir fonoğrafın güzel işlemesiyle böyle memnun olsa, acaba bir Sâni-i Zülcelâl, koca kâinatı bir musikî, bir fonoğraf hükmünde icad ettiği gibi, zemini ve zemin içindeki bütün zîhayatı ve bilhassa zîhayat içinde insanın başını öyle bir fonoğraf-ı Rabbânî ve bir musika-i İlâhî tarzında yapmış ki, hikmet-i beşer, o san’at karşısında hayretinden parmağını ısırıyor.”

Sözler, Otuz İkinci Söz, s. 284




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

18.03.2010

E-Posta: alioktay@alioktay. net



Raşit YÜCEL

Akıl nimeti


A+ | A-

Efendim akıl büyük bir nimettir. Onsuz bir vücudun diğer canlılardan bir farkı olmaz. Tam zihinsel özürlüler vardır, az özürlüler ve tedavi olabilen özürlüler vardır.

Akıl hastaneleri bunun içindir.

Geçmiş asırlarda Avrupa’da zihinsel özürlüler zararlı cinler zannedilerek ateşte yakılırmış.

Osmanlı’da ise, imparatorluğun muhtelif bölgelerinde akıl hastaneleri vardı.

Bu hastalar buralarda tedavi edilirdi.

Çeşitli yöntemler kullanılırdı.

Özellikle Kur’ân tilâveti hastalara rûhî rahatlık veriyordu.

Ve musikî aynı anlamda bu hastaları rahatlatıyordu.

Bu hastanenin birisini Edirne’de askerlik yaptığım mahalde görmüştüm.

Daha sonra burasını fakülte restore etti ve müze hâline getirdi.

Efendim, deliler kendi aralarında anlaşmışlar ve hastaneden kaçmaya karar vermişler.

Elebaşları gizlice içeriye bir ağaç tomruğu almış.

Gece el-ayak çekilince deliler toplanmış ve kapıları bir bir kırarak son kapıya gelince bakmışlar ki dış kapı açık.

Elebaşları demiş:

“Plan bozulduuuu, tekrar içeriiii”

Akıl işte böyle efendim.

Tam kaçacak fırsat varken tekrar yataklarına dönmüşler.

Yine şöyle bir olay yaşanmış:

Adam nerede bir tavuk ve horoz görse çıldırıyormuş.

Kendisini “darı”, yani tavuğun yiyeceği bir yem zannediyormuş.

Artık bu hâlle baş edemeyenler, adamı akıl hastanesine götürmüşler.

Belirli tedavilerden sonra doktorlar bunu haftada bir belirli testlerden geçiriyorlarmış.

Yine böyle haftalık testlerin birinde doktorun birisi sormuş:

“Tahir efendi sen şimdi kendinin darı olmadığına inanmaya başladın mı, ne dersin?”

Tahir efendi kemal-i ciddiyetle:

“Tabib efendi, ben darı olmadığıma inandım. Ama asıl mesele acaba bu tavuk ve horozlar da bunu öğrendiler mi?”

Ve doktorlar hastanın tam anlamı ile daha tedavi olmadığına kanaat getirerek Tahir efendiyi tekrar odasına göndermişler.

İşte akıl böyle bir nimettir efendim.

Cenâb-ı Hak akıl sahiplerini sorumlu kılmıştır.

Eskiler derlerdi:

“Ölüsü olan bir gün ağlar, delisi olan her gün ağlar“ demişlerdir.

Zordur efendim.

Başına gelmeyen bilemez.

Ama onları muhafaza etmek ve ihtiyaçlarını karşılamak büyük bir sevaptır.

Taşkınlıklarını frenlemek, yemek ve içmelerine yardımcı olmak insanî bir görevdir.

Bunlar bir ibret ve imtihan vesilesidir.

Akıl tek başına bir değer değildir.

Onu kullanmak önemlidir.

Doğru yönlendirmek ve insanlığa ve kendisine yararlı bir şekilde kullanmaktır.

Akıl ucu açık bir mekanizmadır.

İnsanı alır cehennemin tâ dibine kadar götürebilir.

Aynı akıl insanı cennetin en zirvesine çıkarır.

Hayatta iken bunun kıymeti bilinmelidir.

Yoksa insan akılsız insanların durumundan daha feci bir duruma düşer.

Onların ahirette belli bir yerleri vardır.

Sorumlu olmadıkları için.

Ama akıllı insan sorumludur.

İnsan mesuldür.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

18.03.2010

E-Posta: [email protected]



Ali Rıza AYDIN

Hamd etmenin böylesi!


A+ | A-

Pırıl pırıl gençlerin geldiğini sezince, devir, bu şekilde olgunluğa erince; ben de bütün ruhumla dedim, Elhamdülillah.

“Elif”imizin 37. sayısında şiirleşmiş bir “hamd”i görünce, alkışladı gözüme sızarak, gönlüm.

En içten duygularımla dedim, Elhamdülillah.

Kim’ini, kimliğini bilmediğim, fakat bir ucunun Nûr’un Konya fedakârlarından merhum Mustafa Özsoy Ağabeye dayandığını tahmin ettiğim Beyza Özsoy kardeşimizin “Elhamdülillah” başlıklı şiiri beni çok duygulandırdı.

Orada, bir “mü’minin sabahı” çok güzel sahnelenmiş. Çok samimî bir duyuş.

Her gün doğan bir günle insana yeni bir hayatı, taze bir ömrü, yepyeni bir dünyayı ihsan eden Allah’a hamd etmek böyle olur.

Yeni bir günle, yeni bir ömrün nasıl başladığını; dolayısıyla, nasıl başlaması gerektiğini anlatıyor bu şiir.

Demek ki, her hâlimiz; demek her ahvalimiz ne çok şükre muhtaçmış!

Günümüz dünyasında ne çok meşgul insanlar. Bedenler yorgun, zihinler fülu. Bir de tv konulunca üstüne, sızmaması mümkün değil âdemin! Akşamı, kıyamet saysak, her sabah bir haşirdir; bir ömür tekrarlanan.

Ölümün kardeşi olan uykudan “Essalâtü hayrun mine’n-nevm”, yani “Namaz uykudan hayırlıdır” çağrısına kulak verip doğrulmak, kalkmak; hayra dair ne varsa bunları tamamlamak “sabah”la kazanılan uhrevî bir ticaret, “kul”luğun sergilenişi.

Tebrikler kardeşimiz, tebrikler.

Yazacaksın İnşaallah daha nice şiirler…

Sene 1976 ya da 1977.

Mustafa Özsoy Ağabey Konya’da, medrese-i Yusufiye’de.

Ankara’dan yola çıktık, üç kafadar birlikte; merhum Refik Koçak Ağabey, Osman Zengin kardeşimiz ve bendeniz.

Osman Zengin, yolumuzun mihmandarı; taze bir delikanlı!

Ömrümce unutmadım, o gün, orada gördüğüm tebessümü. Parmaklıklar ardındaki merhum Özsoy, öyle soylu göründü, öyle mutlu idi ki, silâh-süngü görevdeki bir neferin edası! Gözlerine koşulmuş tebessümlü dudaktan, kadifemsi cümleler ard arda döküldüler; sıcak, yumuşak, okşayıcı.

Bugün, ukbâ âleminden izliyordur neslini.

“Elhamdülillah” başlıklı şiiri okuduktan sonra, uzun uzun düşündüm; kirpiklerim ıslandı.

“Eğer o, ‘o’ ise, öylesi bir ‘Özsoy’dan böylesi bir ‘soy’ gelmiş” dedim durdum, tekrarla.

Maşaallah!

Böyle güzide gençleri insanlığa bahş eden Rabbime, sayısız “Elhamdülillah”.

Ceddine, cedlerine rahmet olur, İnşaallah…




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

18.03.2010

E-Posta: [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Bediüzzaman konuşuluyor


A+ | A-

Bugünlerde Türkiye'nin hemen her yerinde yoğun şekilde Üstad Bediüzzaman konuşuluyor.

Onun dâvâsı, düşüncesi, eserleri hakkında sohbetler yapılıyor, paneller düzenleniyor, seminerler, konferanslar veriliyor.

Sadece Türkiye'de değil, dünyanın muhtelif merkezlerinde de benzer faaliyetler, genişleyerek devam ediyor.

Böylelikle, Üstad Bediüzzaman ve eserleri olan Risâle–i Nur, dünyanın ve bütün insanlığın gündemine giriyor.

Bu aziz zâta ve onun telifatına lâkayt durmak, ilgisiz kalmak, adeta imkânsız hale geliyor.

Biz de, bu muazzam meselenin bir ucundan tutup, bugünlerde ne gibi hazırlıklar yapmamız gerektiğini düşünürken, birden emektar Ali Demirel Ağabeyi gördük karşımızda.

Seksen yaşını geride bırakmış, çok ağır şartlar altında Nur'un kahramanları arasında bulunmuş olan Ali Ağabeyi gazetemizde gördüğümüze nihayet derecede sevindik.

Zira, Yeni Asya'nın gerek kuruluş ve gerekse gelişme safhasında, mâaile pek mühim hizmetleri olmuştur.

Ali Abi, kendisiyle uzun müddet komşuluk etmiş olan Recep Kardeşle birlikte geldiler, gazetemizin merkez binasına.

Gazete mutfağında çalışan bütün arkadaşlarımızla birlikte kendisini hürmet ve muhabbetle karşıladık.

Ali Ağabeyle, zaman zaman derslerde, sohbetlerde de karşılaşıyor, kendisinden Üstad Bediüzzaman'la ilgili hatıraları dinliyoruz.

Hemen her defasında, sanki yeni anlatıyormuş gibi, hep aynı şevk, aynı heyecan, aynı ciddiyetle anlatıyor, yaşayıp gördüklerini...

Son ziyaretinde, bir arkadaşımız Üstad'ın kıyafetini, bir başkası da göz rengini sordu.

Şunları söyledi: "Son yıllarında, gördüğüm kadarıyla Üstad'ın kıyafeti hep aynıydı. Hiç değiştirmedi. Sarığıyla, cübbesiyle, ayakkabısıyla hep aynı kıyafet içinde gördüm onu... Gözlerinin içine bakmak ise, öyle kolay bir iş değildi. Heybetli bir bakışı vardı. Fakat, benim görüp tesbit edebildiğim kadarıyla, Hz. Üstad'ın göz rengi 'acı mavi' şeklindeydi."

Bu "acı mavi" tâbirini de, böylelikle Ali Abiden duymuş olduk.

Ali Demirel Ağabeyin şahit olduğu pek çok hatıra var. Onları da zaman içinde, çeşitli vesilelerle aktarmayı ümit ediyoruz.

Kendisine, tekrar hürmetlerimizi arz ediyor, hayırlı uzun ömürler diliyoruz.

Tarihin yorumu 18 Mart 1915

Bile bile yalana tevessül

Bugün (18 Mart), tarihin kaydettiği en büyük kahramanlık destanlarından biri konuşulup tartışılacak Türkiye'de. Bu destan, bundan 95 sene evvel Çanakkale'de yazıldı.

Dünyanın en güçlü donanmalarına karşı hayret ve hayranlık uyandıran bir direniş örneği sergileyen kahraman ordumuz, her saniyesi ölüm kusan çarpışmalar neticesinde, nihayet 18 Mart (1915) günü Çanakkale'nin geçilmez olduğunu bütün dünyaya ilân etti.

Şayet o gün Çanakkale Boğazı geçilmiş olsaydı, çok kuvvetli bir ihtimalle İstanbul da, dolayısıyla Marmara Bölgesiyle birlikte bütün Anadolu da elden gitmiş olacaktı.

Zaten, asıl hedef, asıl maksat da buydu: Anadolu ve Rumeli'yi Türklerden ve Müslümanlardan temizlemek, onları asırlar önce geldikleri yere göndermek...

18 Mart'ta Çanakkale'de kazanılan deniz zaferinin en kısa, en doğru ve en yalın şekilde izahı, yukarıda ifade edildiği gibidir.

Ne var ki, yetmiş–seksen yıldır, bu doğruların yerini yalan ve yanlış şeyler almış durumda.

Yani, Çanakkale'yi geçilmez yapan doğrular olduğu gibi anlatılmıyor, yalana ve yanlış bilgilere tevessül ediliyor.

Göreceksiniz, bugün de benzer şeyler yapılacak. Yalan ve uydurma sokuşturmalarla kamuoyu enforme edilmeye çalışılacak.

Meselâ, destanın yazıldığı ve zaferin kesinlik kazandığı 18 Mart 1915 tarihine kadar savaş mahallinde bulunmayan, harp sahasında esamisi dahi okunmayanlar, yalan yere oraya getirilmeye, mücadelenin içine sokulmaya çalışılacak.

Dahası, yüz binlerce askerin canı ve kanı pahasına elde edilen o muazzam şeref, hiç ilgisiz şahıslara mal edilmesi cihetine gidilecek.

Şehitlerimizin ve ecdadımızın ruhunu muazzeb eden bu haksızlığın en acı tarafı ise şudur: Böylesi kahredici bir yalan ve çarpıtma işi, bilmeyerek değil, bilerek ve kasten yapılıyor.

Hem öyle kahrecidi bir durum ki, zaferin yıldönümlerinde doğru söyleyenin değil, yalan ve yanlış şeyleri dillerine dolayan çığırtkanların sesi daha yüksek çıkıyor, onlara daha çok itibar ediliyor.

Üzüntüyü katmerleştiren en vahim vaziyet ise şudur: Resmî kurum ve ağızların dışında kalan, özerk olan ve özel diller ile konuşmak durumundaki çoğu gazete ve televizyon kanalları da—hiç gereği yokken ve hiçbir mecburiyeti yokken—kendini aynı yalan rüzgârına kaptırarak yayın yapıyor.

Çanakkale'yi geçilmez yapan zaferin doğru, yalansız ve riyâsız şekilde anlatılacağı günleri görmek ümit ve temennisiyle...




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

18.03.2010

E-Posta: [email protected]



Ahmet DURSUN

www.risaleinurkongresi.org


A+ | A-

Birkaç yıl önce Köprü’nün “Anarşi” sayısı için röportaj teklif ettiğim sosyoloji profesörü bir hocamız, “Her konuda bir sayınız var. Bediüzzaman her şeyi biliyor mu yani?” gibilerinden bir şeyler söylemiş, Bediüzzaman’ın anarşi gibi sosyolojik bir kavram hakkında fazla bir bilgisinin olamayacağını ima etmişti. Sonra kendisine Bediüzzaman’ın anarşi konusunda da modern sosyolojinin argümanlarını kullanarak fikirler ürettiğini aktarınca şaşırmıştı. Şüphesiz Bediüzzaman, anarşi konusunda olduğu gibi, insanlığı sarsan birçok probleme çözümler üretmiştir.

Asr-ı Saadet Müslümanlığını 21. yüzyıla taşıyan Bediüzzaman Said Nursî’ye olan ilgi ve ihtiyaç her geçen gün artmaktadır. Risale-i Nur Enstitüsü’nün Bediüzzaman Haftası faaliyetleri kapsamında düzenlediği V. Ulusal Risale-i Nur Kongresi bu hafta sonu gerçekleştirilecek. “Çağımız Sorunlarına Çözüm Arayışları ve Said Nursî Modeli” başlıklı kongre, bugün dünyada ve Türkiye’de insanımızı tehdit eden problemlere Bediüzzaman’ın fikirleri eşliğinde çözüm üretmeye çalışacak. Din ve Siyaset, Demokrasi ve İnsan Hakları, Kürt Sorunu, Dünya Barışı, Kadın ve Aile, Eğitim, Kültür ve Sanat, İnsan-İman-Ahlâk ve Gençlik masalarında yer alacak fikir adamları, Said Nursî’siz bir Türkiye’nin içinde bulunduğu belâ girdabına dikkat çekeceklerdir.

Şüphesiz, insanlık tarihinin en buhranlı dönemlerinden birini yaşadığımız pek çok düşünür tarafından dile getirilmektedir. İnsanlık; ideolojilerin, bütün boyutlarıyla hayatı etkileyen otoriter görüşlerin, aymazlıkların, laçkalıkların 21. yüzyılda da kendisini perişan etmesine izin verecek midir? İnsanlık iki cihan saadetini tehlikeye atmaya devam edecek midir? Bütün mesele budur.

Bugün, insanlığın en büyük iç çatışmalarını yaşadığı dünyamız, kendisine iç huzuru sağlayacak ve varlığını anlamlı kılacak arayışların eşiğindedir. Risâle-i Nur bu arayışların adresidir. Risâle-i Nur Kongresi, bu arayışlarda adresin kolayca bulunabilmesini hedeflemektedir.

Çağımız hızlı değişimlerin yaşandığı bir çağdır. Sosyal boyutu ile düşünüldüğünde bilgi ve iletişimin öneminin artmasıyla birlikte, insan hakları, hukuk devleti, demokratikleşme ve hürriyet kavramları insanlığın birinci derecede gündemine yerleşmiştir. Geçen yüzyıllara hâkim olan devlet merkezli görüşler zayıflarken ferdin hayat alanını genişletmeyi hedefleyen görüşler güçlenmiştir. Ancak, meşrûtiyetin yüzüncü yılını geçirmiş olan ülkemizde hâlâ hürriyetçi, çağdaş bir demokrasinin özlemi çekilmektedir. Bu yönüyle Bediüzzaman’ın ortaya koyduğu ilkeler insanımızı rahatlatacak düzeydedir ve iliklerinde hissettiği hürriyet özlemini dindirecek niteliktedir. Ülkemiz açısından değerlendirildiğinde, insanımızın da birçok problemle karşı karşıya olduğu görülür. İmparatorluktan Cumhuriyete geçiş sürecinde hâkim olan devlet merkezli kodların bugün de belirleyici unsurlar olması, otoriter eğilimlerin terk edilemeyişi, bireysel hak ve hürriyetlerin sürekli ötelenmesi, Bediüzzaman’ın yüz yıl öncesinden dikkat çekmeye çalıştığı Güneydoğu sorununun giderek derinleşmesi, henüz Bediüzzaman tecrübesinden yararlanamadığımızı göstermektedir. Risale-i Nur Kongresi Bediüzzaman tecrübesini gözler önüne serecek niteliğe sahiptir. Bugün ülkemizde pek çok alanda yaşanan çeşitli problemler, yeni açılımlar eşliğinde çözülmeyi beklemektedir. Görülen odur ki, Said Nursî’siz bir açılım akim kalacaktır.

Bu bağlamda, Risale-i Nur Enstitüsü, herkes için hayırlara vesile olabilecek bir çalışma başlatmıştır. Ben de, Bediüzzaman Said Nursî’nin insanlığı tarumar eden problemler karşısındaki çözüm tekliflerini dikkate alan bu kıymetli çabaların Kur’ân’ın sunduğu insan ve medeniyet modelinin nasıl görünür kılınacağını anlamamıza katkı sağlayacağını düşünüyorum.

Bütün dünyayı saran bu problemler yumağı karşısında, Bediüzzaman’ın müjdelerini verdiği şekilde, beşerin saadetine yol açan hakikatlerin zemin bulacağı; ahlâk, fazilet ve adalete dayalı bir dünyayı doğuracağı ümidiyle, V. Ulusal Risale-i Nur Kongresi’nin hayırlara vesile olması temenni eder, kongreye katılacak değerli ilim adamlarına çalışmalarında başarılar dilerim.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

18.03.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

Ankara hâlâ heceliyor; A-B… (2)


A+ | A-

Avrupa Komisyonu Genişlemeden Sorumlu Üyesi Stefan Füle, Türkiye’nin taahhüd ettiği şartları yerine getirmesinin gereğini belirtiyor.

Buna mukabil Başbakan’ın “reform paketi” olarak nitelediği ve iktidar partisinin uzun zamandır hazırladığı 10-12 maddelik “mini Anayasa değişikliği paketi”ne son şekli veriliyor. “Paket”in hükûmetin sekiz yıldır “Âcil Eylem Plânı”ndan “ulusal program”larda ve her yıl yayınlanan “ilerleme raporları”nda AB’ye vaadettiği demokratikleşme reformlarında kifâyetsiz kaldığı daha ilk bakışta ortaya çıkıyor.

Tesbit şu ki Türkiye’nin AB müzâkere süreci, içte ve dışta AB içindeki “Türkiye ve AB karşıtları”nın engellemelerine, Ankara’nın “model ortak” ABD’nin bölgesel ve küresel güvenlik ve terör odaklı işbirliği politikalarına takılıyor.

Bundandır ki “Kıbrıs konusu”, “Annan plânı”na “hayır” diyen “Rumların insafı”na indirgenip KKTC ve Türkiye’nin aleyhine istimal ediliyor. “Soykırım iddiası”, Amerikan Kongresi Dış ilişkiler Komitesi’nin ardından AB dönem Başkanı İsveç Parlamentosu’nun son “soykırım kararı”nda olduğu gibi Ermeni diasporasının propagandasına bırakılmış. Ankara’nın öncelikle Kıbrıs’ta ve Ermeni meselesinde temel tezini ve haklılığını güçlü bir politika ile ortaya koyması icâb ediyor. Müzâkere sürecinin Rumların ve Ermenilerin çarpıtmalarına bırakılmaması gerekiyor…

ÇARPITMALAR VE ŞAŞIRTMALAR…

Evvela, AB’nin “tüm bireylerin, herhangi bir ayırım yapılmaksızın dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî görüş ve felsefî inanç veya dinine bakılmaksızın tüm insan hakları ve temel özgürlüklerden tam olarak yararlandırılması; düşünce, vicdan, din ve ibâdet özgürlüklerinin sağlanması” perspektifinin uygulanmasında ciddî eksikler var.

Ankara “yol haritası”nda bunu öncelemeli. Her belgede atıfta bulunulan, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin (AİHS), “hiç kimse eğitim hakkından yoksun bırakılamaz; devlet, eğitim ve öğretim ile ilgili üzerine aldığı görevleri yerine getirirken, ebeveynlerin çocuklarına, kendi dinî ve felsefî inançlarına uygun olan bir eğitim ve öğretimin verilmesi isteme haklarına saygı gösterir” prensibini esas almalı. Anayasa’da devletin denetimi ve gözetimi altına alınan ve haftada iki saatle sınırlı “Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi dersleri”nin kaldırılmasının “AB’nin gereği” gibi lanse edilmesine son verilmeli. Müfredattaki din derslerinin muhtevası geliştirilmeli. Din eğitimi ve öğretimi, vatandaşların dinlerini öğrenmeleri ve yaşamaları, dinî özgürlükler kapsamında sağlanmalı.

Ne var ki AKP siyasî iktidarı, baştan beri bütün bunlara karşı AB’nin demokrasi ve özgürlükler standartlarında derin bir kırılma içinde.Şu çelişkilere bakınız; bir taraftan, AİHS’nin “eğitim hakkının engellenemeyeceği”ne dair insan haklarının ve temel özgürlüklerin başında sayılan “herkesin düşünce, vicdan ve din özgürlüğüne sahip olduğu” ve “bu hakkını açık veya özel bir biçimde ibadet, öğretim, uygulama ve tören yapmak suretiyle tek başına veya toplu olarak dinini ve inancını açıklama hürriyetini ihtiva ettiği” kabul edilecek. Diğer taraftan AKP hükûmeti, inanç ve ifâde özgürlüğünün teminatı olan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) ilettiği “savunma”da Türkiye Cumhuriyeti mevzuatında hakkında hiçbir madde bulunmayan kadınların kılık ve kıyafetine karışılmasını “uygun” görecek! Devletin din işleriyle yetkili anayasal bir kurumu olan Diyanet’in fetvalarıyla dinî bir vecîbe ve tesettürün bir parçası olan başörtüsünü, “siyasî simge”, “gerginlik sebebi” ve “laikliğe aykırı” olarak AİHM’e bildirip, yasadışı yasağı olmayan “mevzuata uygun” görecek! Yine bu dönemde yüzlerce âyete, Peygamberimizin hadislerine istinaden deprem gibi umumî bir musîbete “İlâhî ikaz” tefsirinin “suç” sayılıp yargılanması ve ceza alması hükûmetçe Strasbuorg’a gönderilen “savunma”da “gerekli” görülecek!

AB İLE STRATEJİK ORTAKLIK OLMALI

Keza Diyanet’e bağlı Kur’ân kurslarında ve camilerde demokrasiyi, hukuku ve insan haklarını kelepçeleyen 28 Şubat “postmodern darbe”den kalma dayatmalarla bin sene Kur’ân’a hizmet etmiş bu milletin çocuklarının Kur’ân-ı Kerimi okuyup öğrenmelerine “yaş yasağı”yla sınırlamalar getirilecek. Her yıl yüzbinlerce öğrencinin dinlerinin temel kitabını okumaları “resmen” engellenecek. İslâmın özünden olan Alevilik, İslâm dışı ayrı bir “din” gibi gösterilecek!Kısacası, demokrasiyi, hukukun üstünlüğünü, insan hak ve hürriyetlerini baştâcı eden “birinci Avrupa”, “ikinci Avrupa”nın kuşatması ve tehdidi altında. Ve çarpıtmalar gösteriyor ki Ankara, AB sürecinde “ikinci Avrupa”nın yanıltmalarına ve komplosuna geliyor. İsrail ziyaretlerinde övgülerle karşılanan ve İsrail Başbakanı Netenyahu’dan annesinin İkinci Dünya savaşı sırasında bir Yahudi kızı kurtardığını gözyaşları içinde dinleyen Bush hayranı Berluconi’den Türkiye’ye “AB üyeliği” yerine “imtiyazlı ortaklığı” öneren Merkel’e uzanan “AB içindeki ABD’ciler”in telkiniyle, Türkiye’nin AB demokrasi yolculuğunun önüne takozlar konuluyor…Ve “model ortak” ABD-İngiltere stratejik eksenine saplanan Ankara, artık AB ile kapsamlı stratejik diyalog kurmalı; göz göre göre tarihin siyasallaştırılmasına göz yummamalı, çarpıtmalara ve şaşırtmalara seyirci kalmamalı.Her fırsatta AB’ye “rest” çekmekten vazgeçmeli; demokratikleşmede samimi olmalı ve Birliğin şaşırtılmasına karşı haklılığını izâh ve ikna etmeli…




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

18.03.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

‘Hiç’ olduğumuzu bilelim


A+ | A-

Herkesin bildiği, Nasreddin Hoca’nın meşhur fıkralarından birini hatırlatarak başlayalım isterseniz: Nasreddin Hoca bir gün zenginliğiyle ve sahip olduğu dünyevî makamıyla övünen birine ders vermek istemiş. Adam sayıp duruyormuş, “Şöyle olacağım, böyle olacağım, kaymakam olacağım, vali olacağım...” diye. Övünmekten vakit bulamayan kişiye hoca sormuş: “Sonra ne olacaksın?” “Övünen adam” bir anlık şaşkınlıktan sonra “Hiç” demiş. Hoca da tam bu esnada dersini vermiş: “Ben şimdiden ‘hiç’im. Sen yıllar sonra ancak ‘hiç’ olacaksın? Bir ‘hiç’ olmak için bunca yıl çalışmaya, çabalamaya, kavgaya, gürültüye ihtiyaç var mı?”

Tabiî ki ‘fıkra’ değişik şekillerde anlatılmış olabilir. Ama ortada bir gerçek var: Ölümlü insanın dünyada ‘hava’ atmasının hiçbir anlamı yok.

Beşiktaş’ın Brezilyalı oyuncusu Marcio Nobre’nin eşi de yaşadığı bir hadise sonrası bunu tesbit etmiş. Nobre’nin eşi Priscilla, “Hayatımın en kötü gölgeleriydi” dediği hadiseyi şöyle anlatmış: “28 yaşındayım, ilk defa böyle birşey yaşıyorum. Çünkü 1 gün önce Nicolas [oğlu] çok çok iyiydi. Cuma sabahına karşı midesinden şikâyet etti. Biraz ateşi vardı. Sabah uyandı. ‘Çok iyiyim’ dedi. Ama çok yorgun ve bitkin gözüküyordu. (...) Ama doktordan döndükten yarım saat sonra, inanılmaz terlemeye başladı ve birden kendini kaybetti.

“Gözleri bir yana kaydı, terler akıyor her yerinden, nöbet geçirir gibi kasıldı ve bilinci kapandı. ‘Nicolas, Nicolas’ diye bağırdım, sarstım, duymuyordu beni. Gözleri açıktı, ama beni algılamıyordu, bilinci tamamen gitmişti. Hemen Marcio’yu [Nobre] aradım, ‘Çocuğum ölüyor, koş’ dedim. (...) Nicolas iyice kötüleşti bu arada. Tüm vücudu kasıldı. Eli, yüzü, gözü kaydı. Çocuğumun kollarımda öldüğünü düşündüm. Doktora gittik, ama öyle bakakaldılar. Yapacak birşey yoktu. Acile girdiğimiz anda çok iyi karşıladılar, hemen Nicholas’ı aldılar, doktorlar geldi. Kendimi güvende hissettim. Ve Nicolas’ı yoğun bakıma koydular. Çok zor oldu benim için. Sağlıklı bir çocuğum var, 1 gün önce oynuyorduk beraber, 1 gün sonra kollarımda öleceğini zannettim. Allah’tan hiçbir zaman umudumu kesmedim. Tek aklıma gelen şey Allah’a sığınmak ve onun beni yalnız bırakmayacağına olan inancım. Hep yanımda olmuştu, yine yanımda olacak diyordum. Çocuğumun iyileşeceğini biliyordum, umudumu hiç kaybetmedim.” (Vatan, 17 Mart 2010)

Çocuğunun hastalanması üzerine yaşadıklarını anlatmaya devam eden bayan Priscilla, eşi Nobre’nin de adeta yıkıldığını söylüyor. Baba Nobre’nin hastanede yatan çocuğunun yatağının kenarına diz çöküp ağlayarak dua ettiği sahnenin gözünün önünden hiç gitmediğini söyleyen anne Priscilla, şöyle devam ediyor: “Hâlâ korku hissediyorum. Çünkü bir hiç olduğumu anladım. Herşey bir anda değişebilir. Hiçbir şeyin yönetimi bizlerde değil. Bu beni korkuttu, düşündürdü. Evlâdım için hiçbir şey yapamamayı yaşadım. Çocuğun için herşeyi yapıyorsun, ama an geliyor hiçbir şeysin. Böyle bir olayda bütün hayatını gözden geçiriyorsun. Ama içimdeki ses herşeyin düzeleceğini, Tanrı’nın oğlumun yanında olduğunu söylüyordu sürekli. Tanrı yanımdaydı hiç umudumu kesmedim. Hiç. Çok iyi hastanede çok çok iyi doktorların elinde olabilirsin, ama Tanrı yoksa hiçbir şey olmaz. Öğrendim ki sadece Tanrı var. Hiçbir şeyin önemli olmadığını anlıyorsun. Paranın bile.”

Benzer hadiseler hepimizin başından geçebilir. Hayat kadar gerçek olan “ölüm” karşısında bir “hiç” olduğumuzu anlamak için böyle ağır imtihanlardan geçmek mi gerekir?




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

18.03.2010

E-Posta: [email protected]



H.İbrahim CAN

Birinci yılı tamamlarken


A+ | A-

Bugün bu köşede yazmaya başlayışımızın birinci yıl dönümü. İnsanların kişisel tarihlerinde, sayılı ömürdeki kilometre taşları olan bu tür yıl dönümleri önemlidir. Bu vesile ile geçen bir yılın kısa bir muhasebesini yapalım istedik.

Geçen bir yıl dış politika önemli olaylara sahne oldu. Önce komşularımızı ilgilendiren olaylara bakalım. Ermenistan’la imzalanan iki protokolle başlayan ve Türkiye’nin Azerbaycan’ın göstereceği tepkileri hesaba katmadan başlattığı açılım, mümkün olan her türlü engel çıktığı için çıkmaza girdi. Türkiye, protokollerde olmadığı halde Azerîlerin tepkisi üzerine Yukarı Karabağ’ın işgalinin sona erdirilmesini ön şart olarak koydu. Ermenistan Anayasa Mahkemesi, protokolleri, özünü değiştirecek şekilde onayladı. Böylelikle Kars Antlaşmasını tanımamayı ve 1915 olaylarına ilişkin Ermeni iddialarının tartışılmamasını mahkeme kararı haline getirdi. Ermenistan Parlamentosu Cumhurbaşkanına anlaşmadaki imzayı çekme yetkisi verdi.

Bu da yetmedi önce ABD Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesi, ardından İsveç Parlamentosu sözde soykırımını tanıyan kararları onayladılar. Böylelikle Diasporanın istediği oldu ve Ermeni açılımı kapandı.

Bir diğer komşumuz Suriye ile ilişkilerimizde tam bir bahar havası yaşandı. Vize zorunluluğunun kaldırılması ve sıcak ilişkilerin kurulması, iki ülke vatandaşlarının gidiş gelişlerini hızlandırdı ve dış politikada, ‘sınırda paşa gezdirmekten’ mayınların temizlenmesine, iki ülke vatandaşlarının oluk oluk karşılıklı ziyaretlerine gelindi. Şam ziyaretleri vatandaşlarımızın en gözde dış seyahatleri arasındaki yerini aldı.

Irak ise geçen bir yılı çalkantılar içinde geçirdi. İntihar bombaları, hükümet binalarına yönelik büyük çaplı bombalı saldırılar, Sünnî, Şiî, Arap, Kürt gruplar arasındaki çatışmalar yıla damgasını vurdu. Amerikan ordusu bir türlü ülkeden çıkamadı. ‘Biz gidersek kaos olur’ teorisini işlemeye devam etti Amerikalılar. Bu arada insanlar onların savaşta kullandığı kimyasal bombalar yüzünden ölmeye devam etti. Irak’ta en son 7 Mart’ta yapılan seçimlerin oy sayımları hâlâ sürüyor. Görünen o ki; istikrardan çok hassas dengelere dayalı koalisyon başlıyor. Kuzeyde ise Kuzey Irak Kürt Yönetimi Kerkük ve Musul üzerindeki iddialarını sürdürürken, alt yapı yatırımları ve ticaret yoluyla kalkınmasını hızla tamamlıyor. Bütün yatırımlar adeta özerk bir Kürt yönetimine göre yapılıyor. Türkiye de, Amerika’nın baskısı ile bu durumu kabullenmiş ve fırsata çevirmeye çalışır görünüyor. Bu arada Amerika bizim Kuzey Irak’a hamiliğimizi garantilemek üzere, PKK’nın tasfiyesi projesini ortaya attı. Hükümetin demokratik açılım olarak adlandırdığı bu proje, iyi planlanmamış ve Habur’dan gövde gösterisine dönüşen PKK’lı girişleri yüzünden durma noktasına geldi. Hükümet ise san'atçılarla toplantılarla açılımın devam ettiği izlenimini vermeye çalışıyor.

Bir başka komşumuz Yunanistan ise batmanın eşiğinde. Ülkede hesapsız harcama ve hesapları gizlemeye dayanan, uluslar arası spekülatörlerin de karıştığı bir kaos yaşanıyor. Avrupa Birliği’nin el uzatması ve Yunanistan’ı kurtarması beklenirken, Almanya’da vatandaşlar, ‘bizim alınterimizi tembel Yunanlılara vermeyin’ çığlıkları atıyor. Ücretleri azaltılan bütün kesimler sokaklarda.

Kuzeydoğu komşumuz Gürcistan, hâlâ Rusya ile savaşın şokunu atlatamamış görünüyor. Rusların yeniden saldırdığına ilişkin bir yalan haber bile ülkeyi karıştırmaya yetebiliyor.

İran bir yandan geçirdiği sancılı seçimlerin izlerini silmeye çalışırken, öbür yandan Amerika ve müttefikleri ile nükleer program konusundaki satrancını sürdürüyor. Türkiye’nin bu konudaki arabuluculuk girişimleri ise, henüz bir sonuç vermiş değil. Amerika, Güvenlik Konseyi’nden yaptırım kararı çıkarmayı başaramıyor. Etraftaki ülkelere füze savunma sistemleri kurarak İran’ı baskı altına alma planları yapıyor.

Bulgaristan ise Avrupa Birliği’ne adapte olmaya, ‘Alamancı komşu’lardan rüşvet almaktan nasıl vazgeçeceğini bulmaya, eski Sovyet uyduluğundan bağımsız ve demokratik ülke zihniyetine geçmeye çalışıyor.

Yalnızca komşularımızla ilgili bir yıllık değerlendirme bile, yılın ne kadar hareketli geçtiğini gösteriyor.

Nadir de olsa e-postalarıyla destek ve eleştirilerini ileten okuyucu dostlarımıza teşekkürlerimizi iletiyor; ikinci yılımızın dış politikada daha güzel gelişmelere sahne olmasını temenni ediyoruz.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

18.03.2010

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

İsrail tuzağı


A+ | A-

Genelkurmay Başkanının gerek bazı gazetelere verdiği özel beyanatlar, gerek terör sempozyumunda yaptığı konuşma, gerekse resepsiyon sohbetleri arasında kaynayıp giden çok ilginç ve önemli bir gelişme vardı:

İsrail Genelkurmay Başkanının ziyareti.

General Aşkenazi, Anıtkabir özel defterine İbranice “İsrail Savunma Kuvvetleri adına Atatürk’ü anmak gurur verici” diye yazdıktan sonra, İsrail ve Türk orduları arasındaki ilişkilerin mükemmel olduğunu ifade eden açıklamalar yaptı.

Ve bu ziyaret, İsrail gazetesi Haaretz’le, bizdeki Milliyet gazetesine “İsrail’le Türkiye arasındaki buzları asker eritiyor” gibi başlıklarla yansıdı.

Ziyaretten bir gün önce, Tel Aviv’deki “alçak koltuk” aşağılamasının “mağdur”u olup Türkiye’ye dönen, ama bilâhare tekrar işbaşı yapan İsrail Büyükelçimizin, İsrailli vekillere verdiği yemekte, “Önümüzdeki haftalarda ilişkilerde önemli gelişmeler olacak” dediği haberi çıkmıştı.

Ve haftaları beklemeye gerek kalmadan, hemen bir gün sonra İsrail Genelkurmay Başkanı Türkiye ziyaretini gerçekleştirdi. Bakalım, bunun arkasından hangi “önemli gelişmeler” gelecek?

Hatırlanacağı gibi, geçen yıl iki ülke orduları arasında da krize yol açan gelişmeler olmuştu.

Bunlardan biri, Başbakanın Davos’taki “one minute” çıkışı sonrasında İsrail Kara Kuvvetleri Komutanının, “Erdoğan bizi suçlamadan önce aynaya baksın” deyip, Türkleri “Ermeni ve Kürtleri katliâmı yapmak”la suçlaması idi. Bizim Genelkurmay’ın bu sözlere gösterdiği tepki, İsrail tarafının, önce “Kişisel görüşüdür, orduyu bağlamaz” açıklaması ve bunun bizim cenahta yeterli bulunmaması üzerine, “Komutan uyarıldı” mesajıyla yatıştırılmış, sonra hadise kapatılmıştı.

Geçtiğimiz Ekim ayında da, Konya semalarında yapılagelen ve öteden beri yoğun tepki alan ortak hava tatbikatı son dakikada iptal edilmişti.

Ama İsrail de, ABD de bunu sorun yapmadı.

Ayrıca, diğer ortak tatbikatlar devam etti.

Ve şimdi Aşkenazi, Konya tatbikatlarının bundan sonra da katılımlarıyla süreceğini belirtiyor.

Öte yandan, askerî anlaşma ve ihaleler devam ediyor. Modernizasyon için yüz milyonlarca dolar karşılığı İsrail’e gönderilen M60 tanklarında, aşırı gecikmeli teslimatlar sonrası ortaya çıkan arızalarla ilgili sıkıntının ne şekilde aşılacağı, daha doğrusu aşılıp aşılamayacağı ise meçhul.

Bu arada, İsrail Genelkurmay Başkanının yaptığı ziyaretin zamanlaması da çok dikkat çekici.

Mâlûm, şu günlerde Obama yönetimiyle İsrail arasında ciddî bir gerginlik yaşanıyor. ABD’nin dolaylı barış görüşmelerini başlatmak üzere olduğu bir aşamada İsrail hükümetinin Doğu Kudüs’te 1600 konutluk yeni bir inşaata izin vermesi üzerine patlak veren kriz giderek büyüyor.

Öyle ki, İsrail’in ABD Büyükelçisi, gerginliği son 35 yılın en ciddî krizi olarak vasıflandırıyor.

İşin arkaplanında bunun yeni bir “kayıkçı kavgası” olma ihtimali de yok değil; ama Obama’nın başa geçtiğinden bu yana İslâm ülkelerine yakınlaşma mesajları vermesi ve başlatılmak istenen barış görüşmelerinde ABD’nin tavrı için İsrail’in “Filistinlilere daha yakın” tesbiti yapması, durumun pek öyle olmayabileceğini düşündürüyor.

(Afganistan’daki sıkıntılı gelişmelerin, Obama’nın mesajlarıyla örtüşmemesi ayrı bir konu.)

ABD ile ilişkilerinin böylesine gerildiği bir ortamda İsrail’in Türkiye’ye yakınlaşma sinyalleri vermesinde bir gariplik yok mu? İlâveten, önce Ermeni tasarısı, sonra Obama’nın Papandreu’yu ağırlarken yaptığı konuşma kullanılarak, aynı gerginliği ABD-Türkiye ilişkilerine de taşıma girişimlerinin gündeme gelmesi tesadüf olabilir mi?

Acaba Ermeni tasarılarını gerekçe göstererek ABD ve İsveç Büyükelçilerini çeken, ama İsrail Büyükelçisine Tel Aviv’de tekrar işbaşı yaptıran Türkiye, göz göre göre yine tuzağa mı düşüyor?

Beş buçuk yıldır AB’ye koyduğu mesafeyi her geçen gün daha da derinleştiren ve Obama’ya da posta koyan politikalar bizi nerelere götürüyor?




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

18.03.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim oktay usta yemek tarifleri Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl