Şükrü BULUT |
|
Kadına dair... |
8 Mart’ın birilerince “kadınlar günü” olarak tahsisini, medyadaki yansımalardan öğrendim. Sakın geciktiğimizi imaya kalkışmayın, zira mevzu hâlâ gündemin önemli meselelerinden biri olarak bütün dünyada tartışılıyor. Sevdiklerimizi belli günlere mahkûm etmek, galiba bu asrın bir günahı olsa gerek. Hayatını yavrusuna adayan anneye yılın bir gününü vermek, kucak dolusu hediye ve öpücüklerle de olsa onu mutlu edebilir mi? Ya sabahın ilk ışıklarıyla, evdeki çocuklarını mahzun bırakmamak için yollara düşmüş babayı küçücük bir hediye ile teskine kalkışmak... Ne kadar hazin, garip ve trajik bir hal değil mi? Sonra eş midir, yavrularının annesi veya babası mı veya şehevanî arzuları tatmin amacı mıdır belli olmayan “sevgiliye ayrılan günü” düşündükçe, tereddînin dehşeti ürkütüyor bizi. Hadiseye sadece “tüketim yobazlığı” adesesinden bakamayız. Mukaddes insanî mânâların yüklendiği kelimelerin içini boşaltmaya çalışan “insaniyet karşıtlarının” global ortak çalışmalarının neticesine benziyor bu “belli günler.” Anne, baba, sevgili, eş ve kadın gibi mânâların yüceliğine karşın medyadaki pespaye yansımalar, ruhları incitici düzeye gelmiş. Her gün dünyamızda ve her an en derin duygularla kendileriyle alâkadar olduğumuz o aziz şahsiyetleri “belli günler”e hapsetmek elbette hakaret sayılır. Bir başka yazıya konu olacak bu bahsi, şimdilik açmayalım. Aktüalitenin zirvesindeki kadını konuşalım.
BATIDAKİ KADIN ESİR Teceddüd zihinlerde başlamalı. Teknoloji ve medeniyetin getirdiği şekil ve kutucuklara cismen yerleşip, ruhen vahşet ve bedeviliği yaşamak mümkün olmaz mı acaba? Metrûk kilisenin beton kaldırımlarında sızıp kalmış kadının görüntüsünü bırakıp, eşi ve çocuklarıyla çalıştığı tarladan evine sırtındaki eşyasıyla evine dönerken “modern kameraya” yakalanmış kadına koşan medyanın hali azıcık da olsa “modern kadının” perişanlığını unutturabilir. 8 Mart’ta çıkan renkli gazetelerde “Asya kadınının dramı” çizilmişti. Bu çizgiler meşhur 11 Eylül öncesinde Avrupa basınında çıkan burkalı Afgan, Basra ve Tahran kadınlarının resimlerine de benziyordu. Modernitesini Bağdat’ta bir buçuk milyon, Kabil’de beş yüz bin masumu katlederek gösteren dinsiz komiteler, burka ve çarşafa mağlûp oldular. 8 Mart’ta kadını savunan medyadaki resimlere sizler de arşivlerden bakabilirsiniz. Kadının vicdansızlarca sinsi bir şekilde istismar edildiğine ve kadını kullanarak toplumun dengesini bozmak isteyen kişi ve kuruluşlara siz de şahit olacaksınız. Haksızlığa, şiddete ve yoksulluğa maruz kalan kadına sahip çıkmak ve onun hukukunu savunmak İslâm şeriatının en önemli meselelerinden biridir. İslâm tarihini incelediğimizde, bu hususun nasıl pratize edildiğini ayrıntılarıyla öğreniyoruz. Feminizm denilen mantıksız hareketin İslâm dünyasında olmayışının sebebi de budur. Adalet terazisi doğrultulmadığı zaman, elbette ki zulüm ortaya çıkacaktır. Kadınlar gününü ihdas eden Avrupalıların niyeti samimî olabilir. Fakat ellerinde yaratılışa uygun ölçüler bulunmadığından, adalet terazisini doğru tutamıyorlar. Kadını yaratılışa uygun tanımadan, dünyasını keşfetmeden ve ihtiyaçlarını tesbit etmeden, ona yine şikâyet ettiğimiz erkeğin penceresinden bakmak, onu mutlu etmiyor. Onun tesettürlü halini, hürriyetini ters gören ve onu ezilmiş, hor görülmüş, mutfağa ve çocuğa mahkûm edilmiş olarak gösteren medyadaki “kadın çizgilerini” incelediğinizde; onun maddîleştirilerek belki de erkeğin süflî zevklerine göre dizayn edildiğini görüyorsunuz. Hatta “kadına hürriyet!” sloganının tanımında, onu annelikten, prenseslikten, kardeşlik ve iffetli bir hayat arkadaşlığından koparma harekâtıyla karşılaşıyorsunuz. Fıtraten güzel ve güzele düşkün ve güzelliğini karşı cinse teşhire meyilli kadının bu duygusundan istifade edenlerin dünyasındaki “kadın hürriyetlerinin” karşılığı sefahettir. Pozitif hürriyetin adaletle çelişmemesi gerekiyor. Feminizmin arkasına sığınmış “hürriyet”çilerin çalışmaları, Avrupa’da “beyaz kadın” ticaretini doğurmuştur. Zira feminizm kadını da sığınağından koparıyor ve korumasız bırakıyor. Kadın hürriyetlerini bayraklaştıranların çoğu semavî dinlere inanmazlar. Belki de tabiata tapıyorlar. Halbuki tabiatı akıllıca incelediklerinde, bütün dişilerin kendi türündeki erkeklerce korunduklarını göreceklerdir. Ama feministlerin koruma ve himaye kelimelerinden dahi rahatsız olduğunu düşünüyoruz. Kadın meselesine bakışta, Müslümanlar ile semavî dinlere inanmayanlar farklı pencereleri kullanıyorlar. Kur’ân kadına da adaleti hedefleyerek merhametle bakarken, felsefe onu menfaat penceresinden ve materyal olarak değerlendiriyor. Avrupalı kadınların çok şikâyet ettikleri “kas kuvveti” felsefenin taptığı kuvvete aittir. Kadını biyolojik olarak erkekle yarıştıran dinsiz felsefenin kadınlar için güreş takımları, futbol müsabakaları ve diğer kas kuvvetine dayanan faaliyetler tertiplediğini unutmamak lâzım. Asya’da din dışı gelenek ve cehaletin, Avrupa’da materyalizmin kadına yaptığı zulmü durduracak adaletin temininde, her iki kültürün bir dilde anlaşması gerekiyor. Felsefenin “bireyciliği” kadını mutlu etmedi, kimsesizleştirdi. Nikâhı tahrip eden Freud çizgisinin, gerek Avrupa’da ve gerekse eski Sovyet Rusya’da kadına yaptığı kötülükler ortada iken; Türkiye, Afganistan, İran ve Arabistan’daki kadını tenkit etmek, bilimsellikten de, insaftan da uzak bir davranıştır. Modernitesiyle övünen Avrupa’da kadınlar arasındaki bir araştırma, bu meseleyi daha da netleştirecektir. Avrupa veya Amerika metropollerinde oturanların; Kandahar, Karaçi, Tahran ve Anadolu’daki kadını; kendisi gibi giyinmediği ve yaşamadığı için hürriyetsizlikle suçlaması ya cehaletin veyahut kötü niyetin neticesidir. Ancak insaniyet ve fıtrat çizgisindeki yakınlaşmalar arttıkça, aradaki uçurumların kapanacağına inanıyoruz.
15.03.2010 E-Posta: [email protected] |