Ali OKTAY |
|
İstiklâl Marşı nasıl bestelendi? |
12 Mart 1921, İstiklâl Marşımızın kabul edildiği tarihtir. 724 eser arasından seçilen Mehmed Âkif ‘in yazdığı şiir, bu tarihten itibaren Millî Marşımız olarak söylenegelmiştir. Bu yazıda ise zaten pek çoğumuzun gayet iyi bildiği o marşın nasıl birinci seçildiğine dair tarihi süreci anlatmayacağız. Ama bir çok kimsenin merak ettiğini düşündüğüm, İstiklâl Marşı’nın nasıl bestelendiği, hangi yarışma sürecinden geçtiği konusunu paylaşmak istiyorum. Millî mücadelenin bütün hızıyla sürdüğü o yıllarda marşın şiiri seçildikten sonra bunun bestelenmesi de gerekmiştir. Maarif Vekâleti İstanbul Maarif Müdürlüğü’nden bir beste yarışması açılmasını ister. Kurulan komisyona 55 marş bestesi katılır. İşte bu isimlerden bazıları: Ali Rıfat Çağatay, Giriftzen Asım Bey, Hasan Basri Çantay, Hüseyin Sadeddin Arel—ki Türk Müziği’nin ses sisteminin kurucularındandır—, İsmail Hakkı Bey, Lem’i Atlı, Mustafa Sunar, Rauf Yekta Bey, Hafız Sâdeddin Kaynak—kendisi için 20. yüzyılın en büyük bestekârıdır denebilir—, Zati Arca, Zeki Üngör, Bimen Şen—ki kendisi Ermeni gayrimüslim vatandaşı meşhur bir bestekârımızdır—Suphi Ezgi, Santuri Ethem Efendi, Leyla Saz Hanımefendi ve hatta şaşıracaksınız belki biraz, ama Doğu Orduları Komutanı Kâzım Karabekir Paşa. İşte böyle değerli isimler ve önemli bestekârların katıldığı yarışmanın sonucunda Ali Rıfat Çağatay’ın bestesi birinci seçilir. Seçilir seçilmesine, ama bu durum beraberinde bazı tartışmaları da getirir. Kazanlar kaynamaya başlatılır. Onlara göre Ali Rıfat Bey, Türk Müzikçisidir ve Batı müziğini bilmez. Dolayısıyla marş batı formlarında olmalıdır. Tartışmalar uzayınca komisyon marşı yabancı bestecilere bile yaptırmayı düşününce başta Kâzım Karabekir Paşa olmak üzere, bir çok milletvekili karşı çıkar ve bu girişim yarıda kalır. Ancak karmaşa da devam etmektedir. Şöyle ki; o sıralarda Edirne’de müzik öğretmenliği yapan Ahmet Yekta Madran Edirne, İzmir’de müzik öğretmenliği yapan İsmail Zühdü Bey İzmir ve Eskişehir’de kendi bestelerini yaymaya çalışıyordu. İstanbul’da ise Zati Arca ve Ali Rıfat Bey’in bestesi çalınıyordu. Nihayet bu karmaşaya son vermek için Maarif Vekâleti 1924’te Ankara’da bir komisyon kurarak Ali Rıfat Beyin bestesini millî marş olarak kabul edecektir. Bu tartışmaların hüküm sürdüğü dönemde henüz ilkokul çağında bir çocuk olan, aynı zamanda İstanbul Üniversitesi Türk müziği Korosu’nun şefi hocam Süheyla Atmışdört, bir koro çalışması sırasında, çocukluğunda okula giderken Ali Rıfat Beyin bestelediği marşı okullarda söylediklerini anlatmıştı bir gün bize. 1930 yılına kadar bu marş çalınmakla birlikte, o yıl ne olduysa Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası Şefi Osman Zeki Üngör’ün bestesi marş olarak çalınmaya başlar.
Peki bu marş nasıl bestelenmişti? Kaynakların yazdığına göre Millî Mücadele sırasında Mızıka-yı Hümayun’da görev yapan Zeki Üngör, Şişli’deki evinde Türk ordusunun İzmir’e girdiğini duyunca kalkar ve büyük bir heyecanla içine doğan melodileri piyanoya döker. İki gün çalıştığı bu besteyi arkadaşları da çok beğenince Viyana Konservatuvarı direktörüne gönderilir. 10 gün sonra gelen cevapta eserin çok beğenildiği ifade edilir. Daha sonra millî marş yarışması açıldığında Zeki Bey bu bestesini Âkif’in şiirine uyarlamış ve yarışmaya böylece katılmıştır. Birinci seçilmemesine rağmen 6 yıl sonra ne olduysa bestesi millî marş olarak kullanılmaya başlar. Bu dönemden beri müzisyenler, müzikologlar besteyi sürekli eleştirmişlerdir. Bu eleştiriler halen de sürmektedir. Yapılan eleştirilerin başında eserin bazı bölümlerinin Carmen Silva adlı operetten alındığı, bize ait çizgiler taşımadığı, prozodi—uyum—hataları taşıdığı yönündedir. Yine merhum Yıldırım Gürses’in 1998 yılında bir gazeteye verdiği beyanattaki tabir, aslında çok güzel özetliyordu bu durumu. Diyordu ki merhum Gürses, “Marşın melodik yapısı, sanki tipik bir Osmanlı beyefendisiyle Batı kültürünü temsil eden bir bayanın izdivacı gibidir.” Aslında çok da haksız sayılmaz bu eleştiriler. İlkokuldan beri büyük bir istekle coşkuyla söylediğimiz millî marşımızı topluluk halinde doğru dürüst söylemeyi bir türlü başaramadığımız bir gerçek. Bakınız millî maçlardan önce, okullarda, törenlerde eseri söylerken çoğu defa nefes alma ihtiyacı duyuyor, bir çok kelimeyi alâkasız yerlerinden bölmek zorunda kalıyoruz. Meselâ öğrencilik yıllarımızda toplu olarak İstiklâl Marşını okuduğumuzda tek bir ağızdan ve tek bir ses olarak okuduğumuzu hiç hatırlamam. Bir dalga halinde bir grup hızlı, diğer grup daha yavaş söyleyip tam bir uyumsuzluk örneği sergilerdi. Bugün de çok farklı değil aslında. İşte bu durum, söz ile beste arasındaki uyumsuzluğun en güzel bir örneğidir.
NURDAN DAMLALAR
“Hem …merhum Mehmed Âkif gibi insaflı, Risâle-i Nur’u fevkalâde takdir ve tahsin eden o muhterem ve merhum zatların hatırı için biz İstanbul hocalarına dostuz, onlardan gücenmeyiz…” Said Nursî Emirdağ Lâhikası s. 144 .
11.03.2010 E-Posta: alioktay@alioktay. net |