Ahmet DURSUN |
|
Ölümüne fakirlik |
Bu gece şehirde bir tevekkül var,/Can alış verişte her taraf pazar,/Ayaklar altında sabaha kadar,/Kubbeler hûû çeker kullar sallanır... Bu nasıl ibadet kimin çağrısı,/Bütün bakışlarda safran sarısı,/Evler secde etmiş gece yarısı,/Odalar hûû çeker holler sallanır... Nedir topraktaki bu iniş kalkış,/Bir tarafta ecel bir tarafta kış,/Bütün bahçelerde ayin başlamış,/Ağaçlar hûû çeker dallar sallanır... Bekir Sıtkı Erdoğan’ın ağzından bir deprem sonrası dökülen mısralar… Zelzele… Kıyametin küçük kardeşi… Ölümün habercisi ve kulluğun dayanılmaz cazibesi… Memleketimin acıları biter mi? Mütevekkil insanım Allah’a dayanmakla dindirir acısını. Zulmün kol gezdiği vadilerde başka çare var mı? Doğu’nun bitmeyen acılarına bir yenisini daha ekleyen Elazığ merkezli depremi, bir de mütevekkil insanımın dilinden dinlemek gerekir. Koklamaya doyamadığı on beş günlük yavrusu Helin’ini kurtarmak için canından geçen şefkat kahramanı bir anne… Ayaklarının altına cennet serilen bu kahraman annenin geride bıraktığı yetime sarılarak ağlayan bir baba: “Canımız emanettir, emaneti veren aldı. Bu dünya geçici, bu dünya boş, öbür tarafa hazırlık yapmak lâzım” diyordu; kendisinden feryatlar uman, şikâyetler, isyanlar, küfürler duymak isteyen muhabiri şaşırtırcasına… Yine de bir şeyler söylemeli değil mi eyeri kopmuşların çivisi çıkmış dünyası üzerine. Acıyla sarsılan Elazığ’ı vuran deprem sadece 6.0 büyüklüğündeydi. Orta şiddetli, normal şartlarda can kaybının olmaması gereken bir depremdi. Depremin en fazla hasar verdiği Okçular, Demirci, Gökdere ve Yukarı Kanatlı Köylerinde yitirdiğimiz 51 can, 8.8’lik Şili depremi düşünüldüğünde çok düşündürücü ve acıydı; kahrediciydi. Deprem sonrası ortaya çıkan manzara ise can kayıplarının sebebini gözler önüne seriyordu. Milattan önce rastlayabileceğimiz kerpiçten evler felâketin neden bu kadar ağır olduğunu açıklıyordu. “Deprem kuşağında olduğunuz halde neden tedbir almadınız, neden böylesine dayanıksız yapılarda yaşıyorsunuz?” soruları, bir depremzedenin “Biz evimize akşam nasıl bir ekmek götüreceğiz, onun derdindeyiz, paramız olsa villada yaşarız” sözüyle havada kalıyordu. Ölümüne bir fakirlikti bu. Yıllarca terörü, geri kalmışlığı, cehaleti başımıza musallat eden, hep çektiren, hep süründüren, hep öldüren bir fakirlik… “Cehalet, zaruret, ihtilâf…” Kadim düşmanlarımız… Ortaya çıkan manzara, fakirliğin ne kadar tehlikeli ve yok edici olduğunu kör gözlerimize sokuyordu. “Hel min mezid” dünyasının doymak bilmeyen uslanmaz çocukları, dünyalık metalarıyla oynaşmaya devam etsinler. Helinlerin geleceğini, on yıllardır üç yüz milyar dolarları dağa taşa saçarak heba edenler sırça köşklerinde oyalansınlar, bu sırça köşkleri için birbirlerini paralamaya devam etsinler. Helinlere, Ceylanlara doymasınlar. “Yiyin efendiler yiyin! Bu hân-ı iştihâ sizin. Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin.” Bu depremi ibadet sayanlarla karşılaşırsınız elbet bir gün.
11.03.2010 E-Posta: [email protected] |