Süleyman KÖSMENE |
|
Bediüzzaman’ın kötülük problemine bakışı - 2 |
Bloomington’dan okuyucumuz: “Burada felsefe öğrencileri şu soruları soruyor: ‘Yaratıcı kendi elçilerine bile belâ vermiş, musîbet vermiş? Neden? Dünyada herkes çile çekiyor; masumu, mazlûmu, fakiri, suçsuzu, çoluğu, çocuğu, büyüğü, küçüğü. Şefkatli bildiğin ve herkesi seviyor dediğin Yaratıcın, bu çileleri neden çektiriyor? Bunu nasıl açıklıyorsunuz?”
(Dünden devam) 2- Bedîüzzaman’a göre, Yaratıcıdan gelen ve insanın hoşlanmadığı zarar ve kötülüklerde, hastalık ve musîbetlerde, insanın şikâyet etmeye üç açıdan hakkı yoktur: I) Cenâb-ı Hak insana giydirdiği vücut elbîsesini san'atına mazhar ediyor. İnsanı bir model yapmış, o vücud elbisesini o model üstünde keser, biçer, kısaltır, daraltır, büyütür, değiştirir; insanı hasta eder, derde uğratır, aç eder, tok eder, susuz eder; böylece her bir halde muhtelif isimlerinin cilvesini gösterir. İnsan hastalanmalı ki, Şâfî ismi elinden tutsun. İnsan acıkmalı ki, Rezzâk ismi kendisine türlü türlü rızıklar versin. İnsan darda ve zorda kalmalı ki, Rab isminden, Muîn isminden imdat istesin. İnsan sıkıntı çekmeli ki, Sabûr ismine sığınsın. Değişik ıztırap hallerinde Allah’a değişik isimleriyle sığınan ve Allah’tan yardım isteyen insan ne kadar sıkıntı çekiyor gibi gözükse de, Allah’ın özel yardım ve şefkatiyle kucaklanmıştır.1 Bir anne çocuğuna tokat vursa, bu onun şefkatsizliğini göstermediği gibi, bununla çocuk da annesine küsmez. Çünkü tek bir annesi vardır. Başka bir şefkat kaynağı yoktur. Çocuk bunu bilir. Annesinin sinesine daha fazla sokulur. Annesi de az önce tokat vurdum demez; sinesine sığınan biricik evlâdını daha fazla kucaklar, öper, korur, daldan budaktan esirger ve kötülüklere karşı himâye eder.2 II) Hayat musîbetlerle, sıkıntılarla, problemlerle, acı ve dertlerle, ıztırap ve hastalıklarla, gam ve gözyaşlarıyla sâfîleşir, arınır, olgunlaşır, kemâle erer, kuvvet bulur, terakkî eder, mükemmelleşir, yükselir, netice verir, hayatî vazîfesini yapar. Tek düze istirahat döşeğinde geçen bir hayat meyvesizdir, verimsizdir, hantaldır, neticesizdir. Böyle bir hayat aslında sağlıklı değildir; mutlak hayır olan vücuddan çok, mutlak şer ve kötülük olan yokluğa yakındır. Çünkü hareketsizliktir. Hayatı hastalıklar ve problemler harekete getirir ve gerek dünya hayatı lehine, gerekse ebedî âhiret hayat lehine olgunlaştırır, meyvedâr eder. Meselâ hep durağan yaşayan, hep hareketsiz kalan ve söz gelişi gece gündüz uyuyan bir kimse dâimâ uyuşuktur, hantaldır, dayanıksızdır, hayatîlik açısından verimsizdir. Ama hep hareket eden, hiç yerinde durmayan kimseler, söz gelişi bir sporcu dinamiktir, çeviktir, damarları ve kasları hayat doludur, hastalıklardan uzaktır. İnsan vücudu hayatîlik fonksiyonlarını çalışarak kazanır, yerinde durarak ise kaybeder. İşte kör felsefenin kötülük dediği acı, ıztırap ve musîbetler de insan hayatını arındıran, temizleyen, olgunlaştıran, verimli kılan, insana güç ve direnç kazandıran, insana yaşama gücü veren eylemlerdir. Kötülük değildir. Fazla ağır gelse Allah’a sığınılmalıdır.3 III) Dünya yurdu bir imtihan yeridir, bir hizmet evidir, bir ibâdet menzilidir; lezzet, ücret ve mükâfât yeri değildir. Madem dünyada hizmet ve ibâdet esastır; hastalıklar, acılar, ıztıraplar, keder ve dertler, sıkıntılar, musîbetler sabretmek şartıyla o hizmet ve ibâdete çok uygun düşüyor, kuvvet veriyor. Bir saatlik acı ve musîbet, bir gün ibâdet hükmüne geçiyor. Böylece acı ve ıztıraplarla az bir ömürde insan, çok yoğun biçimde ibâdet sevabı kazanabilecek bir hayat standardı yakalamış oluyor. Bedîüzzaman Hazretleri burada ibâdeti iki kısma ayırıyor: a) Müsbet ibâdetler: Bunlar namaz, niyaz, duâ, oruç, zekât, sadaka, hac gibi kulun kendi irâdesiyle yönelip yaptığı ibâdetlerdir. b) Menfî ibâdetler: Bunlar da felsefenin bilmeyerek kötülük dediği ve fakat aslında kula Allah katındaki makamını yükseltsin diye verilen hastalıklar, musîbetler, acılar, ıztıraplar, dertler ve sıkıntılardır. Kul böyle acı ve ıztıraplarla zaafını anlar, aczini hisseder, fahri, gururu, kibiri ve büyüklenmeyi bırakır, Allah’a riyâsız ve gurursuz biçimde sığınır, tam ihlâsla yönelir, yalnız Allah’ı düşünür, yalnız O’ndan yardım bekler, yalnız O’na yalvarır, yalnız O’na el açar. Böyle musîbete uğrayan birisi sabretse, musîbetin mükâfâtını düşünse, şükretse, o zaman derdine ve sabrına göre bazen bir saati, bazen bir dakikası, bazen bir ânı bir gün ibâdet hükmüne geçer. Böylece kısacık ömrünü uzun etmiş olur. Kısa bir ömürden uzun, çok ve yoğun meyveler, feyizler, bereketler ve sevaplar almış olur.4 3- Mülk Allah’ındır. İnsan Allah’ın hem mülküdür, hem de mülkü üzerinde işlemeye yetki verdiği kuludur. İnsan nasıl kendi mülkünde–zarar vermemek şartıyla—dilediği gibi işliyorsa, dilediği değişikliği ve onarımı yapıyorsa, dilediği şekillerde farklılaştırıyorsa; elbette Allah da kendi mülkünde dilediği gibi tasarruf eder, değiştirir, farklılaştırır, onarır, ıslâh eder, uyarır, ikaz eder, âhiret hesabına acı ve ıztırap verir. Bunun hesabını insan soramaz. Sorarsa edepsizlik etmiş olur. Allah’ın kuluna verdiği acı ve ıztıraplar, musîbet ve hastalıklar felsefenin zannettiği gibi zarar değildir, ziyan değildir, kötülük değildir; kuluna hediyesidir, iltifatıdır, rahmetidir. Çünkü perde arkası hiç ummadığı derecede güzeldir, lâtiftir, hoştur.5
İnşallah yarın devam edelim.
Dipnotlar:
1- Lem’alar, s. 16; Mektûbât, s. 48, 49; 2- Sözler, s. 322; 3- Lem’alar, s. 16; Mektûbât, s. 49; 4- Lem’alar, s. 16; 5- Lem’alar, s. 16; Mektûbât, s. 48; Lem’alar, s. 208.
11.03.2010 E-Posta: [email protected] |