Ali Rıza AYDIN |
|
Kazanmak gayretiyle |
Kişiler “lâdes” tutuşur, var gücüyle çabalar; dikkatleri bir noktaya toplarlar. Maksat: Muhtemel kazancını, tehlikeye sokmamak. Unutmamayı, âdeta ezber eder, her nefeste tekrarlar: Aklımda, aklımda, aklımda… Neticesi birkaç parça hediye! Ama, ne çok gayret gösterir, o şeyi kaybetmemek için. Akşam yatar, sabah kalkar lisanında bu sözler: Aklımda, aklımda aklımda… Başka şeyler acep akla gelmez mi? Âhireti kazanmak neden hiç düşünülmez ki? Bugünün de, yarının da sahibi biz değiliz. Esasen, “Benim” dediğimiz şeyin, ne kadarı bizimdir? Sevdiğimiz nesneler bizleri terk edecek. Hayran olduğumuz bağ’lar bir gün solup gidecek. Bitmez zannedilen tatlar elbet bir gün bitecek. Bizi buna bağlayan “tevehhüm-i ebediyet!” Yani, kuruntu; devam eder zannetmek. “Süleyman”a kalmayan sana mı kalacak sanki! / Seni, hangi şey kurtarır, hangi şey, hangi?” Böyle olunca: Masalardan, kasalardan vefâ ummak beyhude! Çünkü, bunların hiçbiri bize temlik değil ki! Yani, hiçbir şey bize bitmemecesine, gitmemecesine verilmiş mülk değil ki! Esas, akla konacak olan, hayatın faniliği. Bunu hiç unutmamak; “Aklımda” söyler gibi sıkça tekrarlayarak, zihne nakş eylemeli; bir gün gidileceğini… İnsanın başında, âhiret gâilesi varken, mevhum bir kazanç için nefesi tüketmemeli. Başımıza açılan cihanşümul dâvâyı mümkünse kaybetmemeli. Perestiş etmemeli ona, buna, şuna! “Mal da yalan, mülk de yalan.” Bunları taşımaktır âhirete, asl olan. Onun için, “lâdes” tutuşmalı nefisle, makbereye varmadan. Aklımda, aklımda, aklımda demeli hep, durmadan. Günah-sevap, helâl-haram, doğru-yanlış farkını hiçbir an unutmadan; akıldan çıkarmadan. Dünya denen şu handan, bir gün çıkarılmadan! Çantayı etmeli hazır, Emre olmalı muntazır. Kazanmak ümidiyle…
11.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Baki ÇİMİÇ |
|
İnsana verilen iştahlı mideler |
Zât-ı Hayy-ı Kayyûm (Varlığı ve dirliği her an için olup gökleri ve yerleri her an için tutan, her şeye, her hususta iktidârı ve gücü yeten Allah), bu kâinatta gizli hazinelerini izhâr etmek, görmek ve görünüp bilinmek için insanı irâde etmiş ve kâinatı insan için yaratmıştır. Elbette ki insanlar içinde “Habibim” dediği Resul-i Ekrem Hz. Muhammed (asm) Efendimizi ilk murad etmiş ve kâinatın sebeb-i vücudu Efendimiz (asm) olmuştur. Çünkü insan, tam ve mükemmel bir bütünlük içinde câmiiyet-i tâmme ile Allah’ın güzel isimleri olan esmâ-i ilâhiyeye câmi bir âyine ve o isimleri anlayıp ve zevk edebilecek isti’dadda yaratılmış bir mu'cize-i kudrettir. İnsan, Rabbi tarafından kendisine sunulan rızıklardaki zevk cihetiyle pek çok esmâ-i hüsnâyı anlama kabiliyetindedir. İnsandan başka yaratılan melâikeler ve cinler rızıktaki maddî ve mânevî zevkleri tam idrâk edememektedir. Yüce Allah insana meleklerden de üstün bir idrâk ve zevk alma isti’dadını vermiş ve insanı meleklerden de üstün seviyeye çıkabilecek donanımda yaratmıştır. İşte böyle mû'cîzevârî bir şekilde yaratılan ve sınırsız duygularla donatılan insan, Allah’ın envâ-i çeşit mat’umâtını tartacak, anlayacak, zevk edecek mâhiyettedir. Mânevî olarak hamd ve şükredecek şekilde yaratılan insana, Allah (cc) mâddî ve mânevî mideler vermiş ve o midelerin âzâlarına ve ellerine lâyık nimetler sunmuştur. Bedîüzzamân Hazretleri buna şöyle işaret etmektedir: ”İşte, insanın bu ehemmiyetli câmiiyetidir ki, Zât-ı Hayy-ı Kayyûm, insana, bütün esmâsını ihsâs etmek ve bütün envâ-ı ihsânâtını tattırmak için öyle iştahlı bir mide vermiş ki, o midenin geniş sofrasını hadsiz envâ-ı mat’umâtıyla kerîmâne doldurmuş.”1 Zât-ı Hayy-ı Kayyûm, insana, bütün güzel isimlerini hissettirmek ve bütün iyiliklerinin çeşitleri olan envâ-i ihsânâtını tattırmak ve tanıttırmak için öyle bir iştihâlı mide vermiş ki, o midenin ihtiyacı olan geniş sofrasını sınırsız yiyeceklerin çeşitleri olan envâ-i mat’umâtı ile cömert ve ikram etmeye müştak olana yakışana lâyık olarak ve kerîmâne doldurmuştur. İnsanın midesi hangi rızka muhtaç ve neyi arzu ediyorsa envâ-i çeşit rızıklar ile o midenin sesi işitilmiş ve o sese cevap verilmiştir. Demek ki midenin sesini ihmal etmeyen Yüce Allah o sesin ihtiyacını karşılayarak mat’umât adedince yiyecek ve içeceklerle esmâsını ihsas ettirmek ve kendimi tanıttırmak istemiştir. İnsan, midesi ve kuvve-i zâikası ile kendisine ikram edilen nimetleri tatmak, tartmak, nimetlerin sahibini tanımak ve O’na (cc) hamd edip şükretmek için yaratılmıştır. Midenin sesini ve arzusunu ihmâl etmeyen Allah (cc) ebetteki insanın en büyük arzusu olan kalbî ebed arzusunu da ihmal etmeyecek “Eğer vermek istemeseydi, istemek vermezdi” sırrıyla kalbinin ebed duygusunu da verecektir. “Hem bu maddî mide gibi hayatı da bir mide yapmış. O hayat midesine duygular, eller hükmünde gayet geniş bir sofra-i nimet açmış. O hayat ise, duyguları vasıtasıyla, o sofra-i nimetten her çeşit istifâdelerle, teşekkürâtın her nev’ini yapar.”2 Demek ki maddî mide gibi yüce Allah, hayatı da bir mide yapmıştır. O hayat midesine duygular ve eller hükmünde gayet geniş bir nimet sofrası açmıştır. Hayat ise, sınırsız duyguları ve vasıtaları ile kendisine izhar edilen nimet sofralarının her çeşitinden istifâde ederek şükrünün nev’îlerini her bir duygunun lisânı ile yapmaktadır. Allah kâinatın merkezine insanı koymuştur. Her şeyi insana göre ayarlamış ve insana izhâr etmiştir. Bütün kâinat heyet-i mecmuası ile insana musahhar kılınmıştır. Böylece insan eşref-i mahlûkat unvanına lâyık konumda yaratılmıştır. Cenâb-ı Hak, bizleri kâinatın yaratılışının sırlarını, insanın hilkatinin muammasını, namazın hikmetlerinin remizlerini anlayan ve idrâk eden kullarından eylesin. Âmin. Böylece hayat midesinin hikmetlerini anlamış ve hakîkî vazîfesini ifâ etmiş oluruz inşâallah. ”Ve bu hayat midesinden sonra, bir insaniyet midesini vermiş ki, o mide, hayattan dahâ geniş bir dairede rızık ve nimet ister. Akıl ve fikir ve hayal, o midenin elleri hükmünde, semâvât ve zemin genişliğinde o sofra-i rahmetten istifâde edip şükreder.”3 Zat-ı Hayy-ı kayyum, hayat midesinden sonra bir insâniyet midesi dahâ vermiş ki, o mide, hayattan dahâ geniş yani hayatın ihtiyacı olan mat’umattan daha geniş bir dairede rızık ve nimet istemektedir. İnsaniyet midesinin elleri hükmünde olan “akıl, fikir ve hayali” o mideye takmıştır. Akıl, fikir ve hayal, insâniyet midesinin elleri hükmünde olup, semâvât ve zemin genişliğinde rahmet sofralarından istifâde edip şükretmektedir. İnsan akıl, fikir ve hayal cihetiyle bütün mahlûkatın üzerinde bir mevkî almıştır. Akıl hazine-i ilâhiyenin definelerini açmak için bir anahtar hükmündedir. Fikir ise idrâk merkezi olup “Cenâb-ı Hakk’ın cemî masnuatından ve mecmu-i âsârından ve bütün ef’âlinden tahassul ve tecellî eden mânâlara bir cihetle bakabilir”4 bir konumdadır. Bu iki insâniyet midesinin duygusu ve elleri elbette ki Cenâb-ı Hakk’ın gizli ve açık hazineleri keşfetmek ve çok geniş saltanat dairelerini fehmetmek ve tefekkür etmekle gıdalarını almak ve sonra da şükrünü edâ etmek durumundadır. Akıl ve fikir cihâzâtlarının gıdaları tefekkür etmekle Rabbini tanımaktır ki işte bu tanıma akıl ve fikrin mânevî şükürleri olacaktır. Hayal ise “Hattâ hayal nereye gitse, ihtiyaç dairesi dahi oraya gider; orada da hâcet vardır. Belki, her ne ki elde yok, ihtiyaçta vardır. Elde olmayan ihtiyaçta vardır; elde bulunmayan ise hadsizdir”5 hakîkati ile hayal dairesi insanda en geniş dairedir. Hayal dairesi ihtiyaç dairesine göre genişler. Allah insanın mâhiyetine öyle sınırsız ihtiyaçlar derc etmiştir ki, o ihtiyaçlara ise hemen hayal dairesi ile cevap vermekte ve o hayal cihâzâtının gıdasını da ihsas ettirmektedir. İnsan hayal ile sür'atle ihtiyaç dairesine kadar uzanmakta ve Allah o ihtiyacı muvakkaten hayalle tatmin etmekte ve o ihtiyaçların sonsuz bir âlemde var olduğunun numûnesini de böylece insana göstermektedir. Demek ki insanın elinde bulunmayan, fıtratına yerleştirilen ihtiyacında vardır. O elde bulunmayan hadsiz ihtiyaçlar öncelikle hayal ile karşılanmaktadır. “Ve insaniyet midesinden sonra, hadsiz geniş diğer bir sofra-i nimet açmak için, İslâmiyet ve imân akîdelerini, çok rızık ister bir mânevî mide hükmüne getirip, onun rızık sofrasının dairesini mümkinat dairesinin haricinde genişletip, esmâ-i İlâhiyeyi de içine alır kılmıştır ki, o mide ile ism-i Rahmânı ve ism-i Hakîmi en büyük bir zevk-i rızkî ile hisseder, ‘Elhamdü lillâhi alâ Rahmâniyyetihî ve alâ hakîmiyyetihî’ der. Ve hâkezâ, bu mânevî mide-i kübrâ ile hadsiz nimet-i İlâhiyeden istifâde edebilir. Ve bilhassa o midedeki muhabbet-i İlâhiye zevkinin dahâ başka bir dairesi var.”6 İnsaniyet midesinden sonra, sınırsız ve geniş bir nimet sofrası açmak için Rabbimiz İslâmiyet ve imân akîdeleri midesini vermiştir. Bu mideyi çok rızıklar ister mânevî bir mide hükmüne getirerek bunların rızık sofrasının dairesini ise var veya yok olması eşit olup, varlığı ve yokluğu için Allah’ın tercihine muhtaç olan şeyler, Allah’ın dışındaki bütün varlıklar olan “mümkinât” dairesinin haricinde genişlendirip, esmâ-i İlâhiyeyi de içine alacak şekilde kılmıştır. O İslâmiyet ve imân akîdeleri midesi ile Allah, Rahmân ve Hakîm isimlerinin en büyük bir rızık ve nimetteki zevk ve lezzeti hissettirerek ve “rahmâniyet ve hâkimiyetinden dolayı Allah’a hamd olsun” dedirtmektedir. İnsan, bu mânevî büyük mide ile sınırsız İlâhî nimetlerden istifâde edebilir. Özellikle o midedeki muhabbet-i İlâhiye zevkinin dahâ başka bir dairesine ulaşır. İnsandaki İslâmiyet ve imân akîdesi midesi mümkinât dairesinin haricine hamletmekte ve âhiret âlemlerine yönelmekte ve cennete müştak olarak veya zevklerin en zirvesini teşkil eden Rü’yet-i Cemâlullaha müteveccihen İslâmiyet ve imân ile mümkinât dairesinden çıkarak ebedî lezzetlerin en sâfîsine, muhabbetlerin en zirvesine odaklamaktadır. İşte bu sır lezzet-i rûhâniye ile ta’rif edilebilir. Rûh hakîkî lezzeti Rü’yet-i Cemâlullah ile yaşayacaktır. İşte İslâmiyet ve imân akîdeleri midesi insanı bu vecihlere sevk etmekte ve insâniyetin hakîkî mâhiyetine münâsip muhabbeti insana yaşatmaktadır.
Dipnotlar:
1- Lem’alar, 2005, s. 957. 2- Lem’alar, 2005, s. 957. 3- Lem’alar, 2005, s. 957. 4- İşârâtü’l-İ’câz, 2006, s. 127. 5- Sözler, 2004, s. 340. 6- Lem’alar, 2005, s. 957.
11.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Mikail YAPRAK |
|
Muhaberenin sürekliliği |
Muhabere kelimesinin “muharebe” ile karıştırılması çok olur. Ama bu sürç-ü lisan hiç de yadırganmaz. Zira kelime olarak mânânın değişmesi, iki harfin biribiriyle yer değiştirmesi kadar basittir. Hakikaten yer değiştirmesi ise, biribirinden çok uzak birer kavram olmasına rağmen, biri diğerinin alternatifi olarak yakın bir mesafede her an beklemededir. Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı.. Şahıslar, kurumlar ve devletler arası muhaberelerde yapılan bir hata, bazen muharebeye sebep olabilir, biribirleriyle çatışmalarına yol açabilir. En azından küskünlüğe ve kırgınlığa sebep olabilir. Kaldı ki, muharebenin kendisi bile muhaberesiz olmaz. Muharebeler muhaberesiz olmaz, ama muhabereler muharebesiz olabilir.. Bazen muharebe, muhaberesizlikten, bazen de yanlış ve hatalı muhabereden doğabilir. Tarihte Timur ile Yıldırım Beyazıd arasında çıkan muharebeye, denilebilir ki, hatalı muhabere (mektuplaşma) sebep olmuştur. “Elçiye zeval olmaz,” ama elçi zevale sebep olabilir. Her elçi, Osmanlının pembe incili kaftanlı elçisi gibi olmayabilir. Bugün, Türkiye-Ermenistan münasebetlerinde, yakın tarihimizde yaşanan düşmanlıklara değil de, asırlar boyu yaşanan gerçek dostluklara bakılsa daha iyi olmaz mı? Evet, Amerika’daki Ermeni lobisini Türkiye aleyhine kışkırtanlar vardır. Bu kışkırtmalarda Amerikan menfaati söz konusudur. Türkiye’den bazı tavizler koparabilmek için “Ermeni meselesi” koz olarak kullanılmaktadır. Bunun, Ermenistan’ın da yararına olmadığı kesindir. Ne Türkiye, ne de Ermenistan bu oyunlara gelmemeli, bu kışkırtmalara kapılmamalıdır. Tarihî dostlukların ve yakın komşuluğun hatırını kollamalı ve gözetmelidir.
«««
Evet, muhabere sürekli ve de yürekli olmalıdır. “Yürekli” derken, fütursuzca, acımasızca ve cüretkâr olmasını kastetmiyoruz. Bilâkis kalbin ve vicdanın süzgecinden geçirilmesini hatırlatıyoruz. Doğruları aktarmada cesur olunmalı, ama doğruların aktarılması da doğruca ve hakça olmalı. Her söylenen doğru olsun, ama her doğru her yerde söylenmesin. Buyurun işte Elazığ depremi. Bir felâket, bir musîbet ki Allah beterinden saklasın. Elbette ki, bu haberi anında almamız, olumlu ve olması gereken bir hadisedir. Uzaklardan yardım elini uzatamazsak da, manevî yardımlarımızla, dualarımızla katılmış olduk. Ama ne yazık ki, Türkiye bir olgunluğa hâlâ ulaşamadı. Batı standartlarını hâlâ yakalayamadı. Türkiye’de felâket haberlerinin verilişi de başlı başına bir felâket.. Kanallar âdeta, “Hangimiz çok ceset göstereceğiz” yarışına girer.. Ceset üzerinden “rating” zihniyeti de bir felâkettir. Avrupa’da böyle mi ki... Daha geçen gün bir tren kazası oldu. Avrupa kanallarında çarpışan trenlerin enkazı gösterildi, ama bir ceset gösterilmedi. Yapılan yardımlar ile anında müdahaleler gösterildi, kazadan kurtulanlar konuşturuldu. (Bu arada, Elazığ depreminde vefa edenlere Cenâb-ı Hak’tan rahmet, geride kalanlara sabır ve yaralılara şifalar diliyoruz.)
«««
Ve Yeni Asya Medya Grubumuz.. Gazetesiyle, dergileriyle, radyosuyla, yayın hayatına kazandırdığı kitaplarıyla ve bilhassa yeni format içinde insanların istifadesine sunduğu Risâle-i Nur eserleriyle doğru yayında, doğru çizgide ve doğru haberde öncülük hizmetini sürdürüyor. Ağır adımlarla sağlam ilerliyor. Göze batmadan, ürkütmeden büyüyor. Hedef, insanların ahiretine, imana ve Kur’ân’a hizmet. Bin bu kadar büyüsek de, bütün dünyalıklarımızı halletmiş olsak da, hedefimizden şaşmaz, dünya hırsına kapılmayız. Zira Üstâd Bediüzzaman der ki: “Madem bu zamanda herşeyin fevkinde hizmet-i imaniye bir kudsî vazifedir; hem kemiyet, keyfiyete nisbeten ehemmiyeti azdır; hem muvakkat ve mütehavvil siyaset daireleri ebedî, daimî, sabit hizmet-i imaniyeye nisbeten ehemmiyetsizdir, mikyas olmaz. Risâle-i Nur’un talimatı dairesinde bize bahşettiği feyizli makamlara kanaat etmeliyiz. Haddimden fazla fevkalâde hüsn-ü zan ile müfritane âlî makam vermek yerine, fevkalâde sadakat ve sebat ve müfritane irtibat ve ihlâs lâzımdır. Onda terakki etmeliyiz.” İçimizdeki muhaberenin adı “müfritane irtibat”tır. En üst çalışanından en ücra köşedeki okuyucusuna kadar herkes direkt veya endirekt bu muhabere ağının içindedir. Hem de sadece iletişim vasıtaları aracılığıyla değil, çoğu zaman yüz yüze canlı olarak... Geçen hafta sonu Avrupa’da buluştuğumuz Yönetim Kurulu üyelerimizle olduğu gibi...
11.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali OKTAY |
|
İstiklâl Marşı nasıl bestelendi? |
12 Mart 1921, İstiklâl Marşımızın kabul edildiği tarihtir. 724 eser arasından seçilen Mehmed Âkif ‘in yazdığı şiir, bu tarihten itibaren Millî Marşımız olarak söylenegelmiştir. Bu yazıda ise zaten pek çoğumuzun gayet iyi bildiği o marşın nasıl birinci seçildiğine dair tarihi süreci anlatmayacağız. Ama bir çok kimsenin merak ettiğini düşündüğüm, İstiklâl Marşı’nın nasıl bestelendiği, hangi yarışma sürecinden geçtiği konusunu paylaşmak istiyorum. Millî mücadelenin bütün hızıyla sürdüğü o yıllarda marşın şiiri seçildikten sonra bunun bestelenmesi de gerekmiştir. Maarif Vekâleti İstanbul Maarif Müdürlüğü’nden bir beste yarışması açılmasını ister. Kurulan komisyona 55 marş bestesi katılır. İşte bu isimlerden bazıları: Ali Rıfat Çağatay, Giriftzen Asım Bey, Hasan Basri Çantay, Hüseyin Sadeddin Arel—ki Türk Müziği’nin ses sisteminin kurucularındandır—, İsmail Hakkı Bey, Lem’i Atlı, Mustafa Sunar, Rauf Yekta Bey, Hafız Sâdeddin Kaynak—kendisi için 20. yüzyılın en büyük bestekârıdır denebilir—, Zati Arca, Zeki Üngör, Bimen Şen—ki kendisi Ermeni gayrimüslim vatandaşı meşhur bir bestekârımızdır—Suphi Ezgi, Santuri Ethem Efendi, Leyla Saz Hanımefendi ve hatta şaşıracaksınız belki biraz, ama Doğu Orduları Komutanı Kâzım Karabekir Paşa. İşte böyle değerli isimler ve önemli bestekârların katıldığı yarışmanın sonucunda Ali Rıfat Çağatay’ın bestesi birinci seçilir. Seçilir seçilmesine, ama bu durum beraberinde bazı tartışmaları da getirir. Kazanlar kaynamaya başlatılır. Onlara göre Ali Rıfat Bey, Türk Müzikçisidir ve Batı müziğini bilmez. Dolayısıyla marş batı formlarında olmalıdır. Tartışmalar uzayınca komisyon marşı yabancı bestecilere bile yaptırmayı düşününce başta Kâzım Karabekir Paşa olmak üzere, bir çok milletvekili karşı çıkar ve bu girişim yarıda kalır. Ancak karmaşa da devam etmektedir. Şöyle ki; o sıralarda Edirne’de müzik öğretmenliği yapan Ahmet Yekta Madran Edirne, İzmir’de müzik öğretmenliği yapan İsmail Zühdü Bey İzmir ve Eskişehir’de kendi bestelerini yaymaya çalışıyordu. İstanbul’da ise Zati Arca ve Ali Rıfat Bey’in bestesi çalınıyordu. Nihayet bu karmaşaya son vermek için Maarif Vekâleti 1924’te Ankara’da bir komisyon kurarak Ali Rıfat Beyin bestesini millî marş olarak kabul edecektir. Bu tartışmaların hüküm sürdüğü dönemde henüz ilkokul çağında bir çocuk olan, aynı zamanda İstanbul Üniversitesi Türk müziği Korosu’nun şefi hocam Süheyla Atmışdört, bir koro çalışması sırasında, çocukluğunda okula giderken Ali Rıfat Beyin bestelediği marşı okullarda söylediklerini anlatmıştı bir gün bize. 1930 yılına kadar bu marş çalınmakla birlikte, o yıl ne olduysa Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası Şefi Osman Zeki Üngör’ün bestesi marş olarak çalınmaya başlar.
Peki bu marş nasıl bestelenmişti? Kaynakların yazdığına göre Millî Mücadele sırasında Mızıka-yı Hümayun’da görev yapan Zeki Üngör, Şişli’deki evinde Türk ordusunun İzmir’e girdiğini duyunca kalkar ve büyük bir heyecanla içine doğan melodileri piyanoya döker. İki gün çalıştığı bu besteyi arkadaşları da çok beğenince Viyana Konservatuvarı direktörüne gönderilir. 10 gün sonra gelen cevapta eserin çok beğenildiği ifade edilir. Daha sonra millî marş yarışması açıldığında Zeki Bey bu bestesini Âkif’in şiirine uyarlamış ve yarışmaya böylece katılmıştır. Birinci seçilmemesine rağmen 6 yıl sonra ne olduysa bestesi millî marş olarak kullanılmaya başlar. Bu dönemden beri müzisyenler, müzikologlar besteyi sürekli eleştirmişlerdir. Bu eleştiriler halen de sürmektedir. Yapılan eleştirilerin başında eserin bazı bölümlerinin Carmen Silva adlı operetten alındığı, bize ait çizgiler taşımadığı, prozodi—uyum—hataları taşıdığı yönündedir. Yine merhum Yıldırım Gürses’in 1998 yılında bir gazeteye verdiği beyanattaki tabir, aslında çok güzel özetliyordu bu durumu. Diyordu ki merhum Gürses, “Marşın melodik yapısı, sanki tipik bir Osmanlı beyefendisiyle Batı kültürünü temsil eden bir bayanın izdivacı gibidir.” Aslında çok da haksız sayılmaz bu eleştiriler. İlkokuldan beri büyük bir istekle coşkuyla söylediğimiz millî marşımızı topluluk halinde doğru dürüst söylemeyi bir türlü başaramadığımız bir gerçek. Bakınız millî maçlardan önce, okullarda, törenlerde eseri söylerken çoğu defa nefes alma ihtiyacı duyuyor, bir çok kelimeyi alâkasız yerlerinden bölmek zorunda kalıyoruz. Meselâ öğrencilik yıllarımızda toplu olarak İstiklâl Marşını okuduğumuzda tek bir ağızdan ve tek bir ses olarak okuduğumuzu hiç hatırlamam. Bir dalga halinde bir grup hızlı, diğer grup daha yavaş söyleyip tam bir uyumsuzluk örneği sergilerdi. Bugün de çok farklı değil aslında. İşte bu durum, söz ile beste arasındaki uyumsuzluğun en güzel bir örneğidir.
NURDAN DAMLALAR
“Hem …merhum Mehmed Âkif gibi insaflı, Risâle-i Nur’u fevkalâde takdir ve tahsin eden o muhterem ve merhum zatların hatırı için biz İstanbul hocalarına dostuz, onlardan gücenmeyiz…” Said Nursî Emirdağ Lâhikası s. 144 .
11.03.2010 E-Posta: alioktay@alioktay. net |
Raşit YÜCEL |
|
İdealler ve gerçekler |
Tarih boyunca birçok mefkûre hayat bulmuştur. Ve bir çok fedai yetişmiştir. Bu fedailer kimi zaman dünyayı ateşe vermiş, Kimi ise saadetine vesile olmuştur. İnsanlık bu iki silsile üzerine şekillenmiştir. İnsanlığın hayrına fedailik yapanların başını peygamberler silsilesi çekmiştir. İnsan kuldur. Bir rehber ve yol göstericiye ihtiyacı vardır. Hayvanlarda bu böyle değildir. Doğar doğmaz hayat şartlarına adapte olurlar. İnsan ise, bir kaç yılda ancak ayağa kalkar. Yirmi yaşına kadar zarar ve menfaatini fark edemez. Belki hayatının sonuna kadar hayat dersleri alır. İşte yüz yirmi dört bin peygamber bu amaçla Cenâb-ı Hak tarafından gönderilmiştir. İnsanlar hayat şartlarını bu şekilde istikamet üzerine devam ettirmişlerdir. İnananlar başarılı olmuşlardır. Hem dünya, hem de ahiret hayatını kazanmışlardır. İnanmayanlar ise hem dünyada, hem de ahirette berbat olmuşlardır. İdealler işte bu iki şekil üzerinde cereyan etmiştir. Gerçekler hiçbir asırda değişmemiştir. İnsanların acizliği, insanların fakirliği, insanların maddî ve manevî ihtiyaçları hep devam etmiştir. Her bir peygamber bir san'atta pir olarak gönderilmiştir. Âdem Aleyhisselâm çiftçilerin, Davud Aleyhisselâm demircilerin, İsa Aleyhisselâm hekimlerin, Nuh Aleyhisselâm gemicilerin, Yusuf Aleyhisselâm saatçilerin, Süleyman Aleyhisselâm cinlerin, İdris Aleyhisselâm terzilerin, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm her sahada insanlığın hayat yolunda öncüsü olmuşlardır. Bu silsileyi müceddidler takip etmiştir. Her yüz yılda gelen bu önderler ümmete yol göstermişlerdir. İşte “idealler ve gerçekler” bu istikamet üzerinde şekillenmiştir. Bu anlamda hayatını dâvâsına adayan insanlar baş göstermiştir. Neticesiz meşakkatler ve semeresiz hayatlar bir ot kadar hayata ve insanlığa faydası olmamıştır. Dünya halen bu iki silsilenin serüvenini yaşıyor. Zaman değişebilir, asır başkalaşabilir. İnsanlığın ulaştığı imkânlar zirveye yükselmiş olabilir. Ve öyledir de. Ama ideal ve hakikî dâvâ sahiplerine her zamandan çok bu zamanda ihtiyaç vardır. “Zaman İslâmiyet fedaisi olmak zamanıdır” tesbitinde bulunan Said Nursî Hazretleri bunu yaşadığı ideal dolu hayatla dost ve düşmana göstermiştir. Gerisi angaryadır.
11.03.2010 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Anadolu'nun sıcak rengi |
Elması kırmızı tonlu olmasına rağmen, Amasya'nın hakim rengi yeşildir. Etrafı yeşil, köyleri, dağları yeşil; üstelik, kültürel rengi de yeşil olan bu cennetmisâl şehrin tam ortasından "Yeşil–ırmak" geçiyor. Kuş bakışı bir nazarla şehrin ihtişamını temaşa edebilmek için, vadinin yamaçlarına doğru beş dakikalık bir tırmanış süresi yetiyor. Otur bir mekâna, kurul bir terasa, yudumla sıcak çayını ve huzur içinde seyret boydan boya güzelim Amasya'yı. Bir büyüleyici boğaz güzelliğini hafızalara nakşeden bu şehzâdeler şehrinin huzur veren bir başka güzelliği ise, insanlarının samimane sıcaklığı ve cana yakınlığı teşkil ediyor. Bütün bu maddî ve mânevî güzelliği yakından müşahade ettiğinizde, içinizden "Mümkün olsa da, vaktimi burada ve ömrümü bu candan insanların arasında geçirsem..." diyorsunuz. * * * Geçtiğimiz hafta sonu günlerini Amasya ve Çorum havalisinde geçirdik. Merzifon'dan Amasya'ya, oradan da Çorum'a geçtik. Amasya gibi Çorum'un da hayranlık uyandıran güzellikleri var. Yüz yıllar öncesinden günümüze yüklü bir miras taşıyan camiler, türbeler, medreseler, çeşmeler ve sair ecdat yadigârı eserler, şehrin dört yanını kaplamış durumda. Bunlar, hakikaten bu aziz vatanın mânevî tapu senetleridir. İşte, bu mânevî ve kültürel miras hamulesi, Amasya gibi Çorum'da da göz kamaştıran, duyguları hoşnût eden kalbe huzur ve huşû veren nadide mekânlar olarak karşınıza çıkıyor bir, bir... * * * Amasya'nın yağmurlarla ıslanan yeşiline doyamadan, program gereği Çorum'un başak rengini andıran sıcak ve sarıcı atmosferine geçtik. Orada da bizi içtenlikle karşılayan dostlarla buluştuk. Saatler süren seminer ve sohbet seanslarıyla gece yarısını boyladık. Ertesi gün, bölge temsilcilerimiz Çorum'da toplandı. Onlarla da topluca görüşüp muhabbetleştik. Ardından, on iki sene evvel kısmen gördüğümüz, şehrin tarihî ve turistik mekânlarını ziyaret ederek, İstanbul'a müteveccihen yine Merzifon Havaalanına geldik. * * * Daha evvelki seyahat notlarımızda da kısmen bahsetmiştik: Anadolu ve Rumeli topraklarında hakikaten huzur var, huşû var, tevazu ve mahviyet var, halâvet var, ihlâs ve gayret var, coşku ve heyecan var... Gidip bu imrenilecek meziyetlerle yüklü insanları yakından görünce, onlara hizmet sunmak için çektiğiniz zahmet ve meşakkatleri unutuyor, sıkıntı ve ıztırapları hiç hükmünde görmeye başlıyorsunuz. Yorgunluğunuz geçiyor, az bir uykuya kanaat ediyorsunuz. Bu ihlâs ve sadâkat timsâli insanlarla paylaştığınız her şeyden ayrı bir lezzet ve haz almaya başlıyorsunuz. Gördüğünüz, yaşadığınız herşey, bir başka güzelliğe bürünüyor. Bunları şimdi bir kez daha yakînen görüp yaşayınca, dokuz–on yıl müddetle (1998–2008) Anadolu ziyaretlerini yapmadığıma, yapamadığıma o derece hayıflandım ki, anlatamam... Anadolu'daki hizmet mahallerine doğru yaptığımız her bir seyahat, ruhen ve bedenen tam bir sıhhat hükmüne geçiyor. Ziyaretler vesilesiyle, aklen, kalben, ruhen ve bedenen adeta bir terapiden geçmiş gibi oluyoruz. Rabbimden niyazımız odur ki, bizleri âhir ömre kadar bu kemâl–i ihlâs ve gayret ile hizmette koşturan insanlardan ayırmasın ve aynı iştirak–ı a'mâl içinde hizmetimizi daim eylesin.
Tarihin yorumu 11 Mart 1985
Rusya'da Gorbaçov dönemi
Rusya, son çeyrek asırda baş döndürücü bir gelişim ve dönüşüm süreci yaşadı. Kısa aralıklarla vuku bulan devlet başkanlarının ölümü, Rusya'yı bekleyen gelişmelerin kaderî işareti gibiydi. Son olarak Konstantin Çernenko'nun ölümüyle boşalan devlet başkanlığına “Glasnost ve Perestroyka” politikalarına damgasını vuracak olan Mihail Gorbaçov getirildi. (11 Mart 1985) "Açıklık/şeffaflık" anlayışı üzerine "yeniden yapılanma" sürecini bina eden Gorbaçov, 1991'e kadar "Devlet Başkanı" sıfatıyla SSCB'yi yönetti. Yeni reform hareketleriyle, Rusya'da hem Komünist Partisinin dikta rejimini sonlandıran Gorbaçov, aynı zamanda 70 yıllık Sovyet Sosyalist Rusya'nın sonunu da getirmiş oldu. Yetmiş yıllık komünist rejim, koca Rusya'yı siyasî, askerî, iktisadî ve hatta ahlâkî yönden tüketmiş, iflâsın eşiğine getirmişti. “Glasnost ve Perestroyka” politikalarıyla yeniden toparlanma sürecine giren Rusya, aslında çok daha büyük bir çöküşün eşiğinden dönmüş oldu. * * * 1980'li yıllarda başlayan Rusya'daki değişim süreci, bütün hızıyla bugün de devam ediyor. Yüz milyonlarca insanların yaşadığı bu geniş ve renkli coğrafyada, İslâmlaşma ve İslâm dünyası ile yakınlaşma talebi, arzusu ve iştiyakı günden güne artarak devam ediyor.
11.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
İslâmiyet ırkçılığı şiddetle men eder |
Hâlıkımız, insanları farklı milletler olarak “tanışmamız, yardımlaşmamız ve sosyal hayattaki münâsebetlerimizi bilip ayarlayabilmemiz” için yarattığını; yoksa “birbirimizi inkâr etmemiz, üstünlük taslamamız ve düşmanlık beslememiz”1 için olmadığını buyurmuştur. Meselâ; ordunun “hava, kara, deniz” ve onların da kendi aralarında çeşitli bölüklere, alaylara ayrılmasının sebebi; düzen ve yardımlaşmanın sağlanması içindir. Yoksa, birbirine üstünlük taslayıp, hücûm etmek için değildir. Milliyetçilik/ırkçılık anlayışı, “diğerlerini inkâr etme, basit görme ve garaz” üzerine binâ edildiğinden; kardeşlik ve güç sahasını daraltır. Başkalarının düşmanlık, kin ve nefretini çeker. Osya biz, medenî ve sosyalleşmeye açık varlıklarız. Kültürel, psikolojik, inanç temelli, hattâ coğrafî şartların etkisiyle âile, cemaat, topluluk, millet etrafında kümeleniriz. Felsefe; gruplar/cemaatler, milletler arası bağ olarak menfî milliyet, ırk, soy sop, kan bağını kabul eder. İslâmiyet ise; “dinî, vatânî ve sınıfî”2 gibi bütün insanlığı kaplayan geniş bağları kabul eder. Ve çatışmaları asgarîye indirir. İslâmiyet milliyeti, milyarlarca kardeşi, kuvveti ve gücü mü’mine verir. Üstelik, bu kardeşlik, mezar kapısına kadar değil; sonsuza dek devam eder. Milliyetçilik/ırkçılık anlayışı, Türk’ün tarih boyunca hakikî milliyetinin (Müslümanlığının) sonucu olan iftihar vesilelerini unutturur. Görünüşte ve geçici bir kardeşlik, dayanışma ruhu verir. Üstelik, garazkâr bir anlayış aşılar. Avrupa; menfî milliyeti, yâni milliyetçiliği/ırkçılığı tahrik ederek Müslümanları, Osmanlı devletini parçalamış ve lokmalar hâlinde yutmuştur.3 Tarih şahittir ki, ne zaman Müslümanlar İslâm kardeşliği içinde birlikte hareket etmişler ve sâir insanlarla “vatânî ve sınıfî” bağlar kurmuşlarsa, İlâhî bir sır yakalanmış, büyük bir güç elde edilmiş; hem Müslümanlar hem de insanlık huzûr ve mutluluğu yakalamıştır. Şu da kesin bir sosyolojik gerçektir: Yeryüzünde saf ırk, millet kalmamıştır. Asırlar boyu süren göçler, evlilikler; milletleri, ırkları birbirine karıştırmıştır. Bir hafta denize gidenin; bir ay yaylaya çıkanın bile rengi, vücut şekli değişiyor. Elbette asırlarca başka coğrafyalara gidenler, hem iklimin, hem de kültürün etkisinde kalır; değişirler. Yâni, Türk diye lanse ettiklerimiz kimbilir belki Arap, belki Çerkes, belki Laz, belki Alman, belki Macar, belki başka bir ırktandır. Ete/kemiğe bürünüyor; hangi bölgede ise; ondan görünüyor, iklimin damgasını yiyor. Milletini gerçekten sevip müsbet milliyet duygusuyla hareket eden, milletinin yükselmesini, gelişmesini, tekâmülünü isteyen; sadece gençlerin hevesâtlarına, nefsî arzularına hitap etmez. Bir milleti oluşturan başka katmanlar, kesimler var. Onlar da, çocuklar, ihtiyarlar, hastalar, musîbete maruz kalmış olanlar, güçsüzler ve ciddî olarak âhiretini düşünenlerdir.4 Bunlara milliyetçiliğin, ırkçılığın şeytânî, nefsânî, zehirli balının ne faydası olur? Danışma, dayanışma, yardımlaşmaya yönelik milliyet anlayışı insanlığın rahat ve huzuruna hizmet eder. Üstünlük taslayan, kin, garaza dayalı, başkasını yutmakla beslenen bir milliyetçilik anlayışı adaleti bozar; huzûru asla temin edemez. Dolayısıyla İslâmiyet ırkçılığı şiddetle men eder.
Dipnotlar:
1- Kur’ân, Hucurât, 15; 2- Sözler, s. 122; 3- Mektûbât, s. 312; 4- Age, s. 314.
11.03.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Bediüzzaman’ın kötülük problemine bakışı - 2 |
Bloomington’dan okuyucumuz: “Burada felsefe öğrencileri şu soruları soruyor: ‘Yaratıcı kendi elçilerine bile belâ vermiş, musîbet vermiş? Neden? Dünyada herkes çile çekiyor; masumu, mazlûmu, fakiri, suçsuzu, çoluğu, çocuğu, büyüğü, küçüğü. Şefkatli bildiğin ve herkesi seviyor dediğin Yaratıcın, bu çileleri neden çektiriyor? Bunu nasıl açıklıyorsunuz?”
(Dünden devam) 2- Bedîüzzaman’a göre, Yaratıcıdan gelen ve insanın hoşlanmadığı zarar ve kötülüklerde, hastalık ve musîbetlerde, insanın şikâyet etmeye üç açıdan hakkı yoktur: I) Cenâb-ı Hak insana giydirdiği vücut elbîsesini san'atına mazhar ediyor. İnsanı bir model yapmış, o vücud elbisesini o model üstünde keser, biçer, kısaltır, daraltır, büyütür, değiştirir; insanı hasta eder, derde uğratır, aç eder, tok eder, susuz eder; böylece her bir halde muhtelif isimlerinin cilvesini gösterir. İnsan hastalanmalı ki, Şâfî ismi elinden tutsun. İnsan acıkmalı ki, Rezzâk ismi kendisine türlü türlü rızıklar versin. İnsan darda ve zorda kalmalı ki, Rab isminden, Muîn isminden imdat istesin. İnsan sıkıntı çekmeli ki, Sabûr ismine sığınsın. Değişik ıztırap hallerinde Allah’a değişik isimleriyle sığınan ve Allah’tan yardım isteyen insan ne kadar sıkıntı çekiyor gibi gözükse de, Allah’ın özel yardım ve şefkatiyle kucaklanmıştır.1 Bir anne çocuğuna tokat vursa, bu onun şefkatsizliğini göstermediği gibi, bununla çocuk da annesine küsmez. Çünkü tek bir annesi vardır. Başka bir şefkat kaynağı yoktur. Çocuk bunu bilir. Annesinin sinesine daha fazla sokulur. Annesi de az önce tokat vurdum demez; sinesine sığınan biricik evlâdını daha fazla kucaklar, öper, korur, daldan budaktan esirger ve kötülüklere karşı himâye eder.2 II) Hayat musîbetlerle, sıkıntılarla, problemlerle, acı ve dertlerle, ıztırap ve hastalıklarla, gam ve gözyaşlarıyla sâfîleşir, arınır, olgunlaşır, kemâle erer, kuvvet bulur, terakkî eder, mükemmelleşir, yükselir, netice verir, hayatî vazîfesini yapar. Tek düze istirahat döşeğinde geçen bir hayat meyvesizdir, verimsizdir, hantaldır, neticesizdir. Böyle bir hayat aslında sağlıklı değildir; mutlak hayır olan vücuddan çok, mutlak şer ve kötülük olan yokluğa yakındır. Çünkü hareketsizliktir. Hayatı hastalıklar ve problemler harekete getirir ve gerek dünya hayatı lehine, gerekse ebedî âhiret hayat lehine olgunlaştırır, meyvedâr eder. Meselâ hep durağan yaşayan, hep hareketsiz kalan ve söz gelişi gece gündüz uyuyan bir kimse dâimâ uyuşuktur, hantaldır, dayanıksızdır, hayatîlik açısından verimsizdir. Ama hep hareket eden, hiç yerinde durmayan kimseler, söz gelişi bir sporcu dinamiktir, çeviktir, damarları ve kasları hayat doludur, hastalıklardan uzaktır. İnsan vücudu hayatîlik fonksiyonlarını çalışarak kazanır, yerinde durarak ise kaybeder. İşte kör felsefenin kötülük dediği acı, ıztırap ve musîbetler de insan hayatını arındıran, temizleyen, olgunlaştıran, verimli kılan, insana güç ve direnç kazandıran, insana yaşama gücü veren eylemlerdir. Kötülük değildir. Fazla ağır gelse Allah’a sığınılmalıdır.3 III) Dünya yurdu bir imtihan yeridir, bir hizmet evidir, bir ibâdet menzilidir; lezzet, ücret ve mükâfât yeri değildir. Madem dünyada hizmet ve ibâdet esastır; hastalıklar, acılar, ıztıraplar, keder ve dertler, sıkıntılar, musîbetler sabretmek şartıyla o hizmet ve ibâdete çok uygun düşüyor, kuvvet veriyor. Bir saatlik acı ve musîbet, bir gün ibâdet hükmüne geçiyor. Böylece acı ve ıztıraplarla az bir ömürde insan, çok yoğun biçimde ibâdet sevabı kazanabilecek bir hayat standardı yakalamış oluyor. Bedîüzzaman Hazretleri burada ibâdeti iki kısma ayırıyor: a) Müsbet ibâdetler: Bunlar namaz, niyaz, duâ, oruç, zekât, sadaka, hac gibi kulun kendi irâdesiyle yönelip yaptığı ibâdetlerdir. b) Menfî ibâdetler: Bunlar da felsefenin bilmeyerek kötülük dediği ve fakat aslında kula Allah katındaki makamını yükseltsin diye verilen hastalıklar, musîbetler, acılar, ıztıraplar, dertler ve sıkıntılardır. Kul böyle acı ve ıztıraplarla zaafını anlar, aczini hisseder, fahri, gururu, kibiri ve büyüklenmeyi bırakır, Allah’a riyâsız ve gurursuz biçimde sığınır, tam ihlâsla yönelir, yalnız Allah’ı düşünür, yalnız O’ndan yardım bekler, yalnız O’na yalvarır, yalnız O’na el açar. Böyle musîbete uğrayan birisi sabretse, musîbetin mükâfâtını düşünse, şükretse, o zaman derdine ve sabrına göre bazen bir saati, bazen bir dakikası, bazen bir ânı bir gün ibâdet hükmüne geçer. Böylece kısacık ömrünü uzun etmiş olur. Kısa bir ömürden uzun, çok ve yoğun meyveler, feyizler, bereketler ve sevaplar almış olur.4 3- Mülk Allah’ındır. İnsan Allah’ın hem mülküdür, hem de mülkü üzerinde işlemeye yetki verdiği kuludur. İnsan nasıl kendi mülkünde–zarar vermemek şartıyla—dilediği gibi işliyorsa, dilediği değişikliği ve onarımı yapıyorsa, dilediği şekillerde farklılaştırıyorsa; elbette Allah da kendi mülkünde dilediği gibi tasarruf eder, değiştirir, farklılaştırır, onarır, ıslâh eder, uyarır, ikaz eder, âhiret hesabına acı ve ıztırap verir. Bunun hesabını insan soramaz. Sorarsa edepsizlik etmiş olur. Allah’ın kuluna verdiği acı ve ıztıraplar, musîbet ve hastalıklar felsefenin zannettiği gibi zarar değildir, ziyan değildir, kötülük değildir; kuluna hediyesidir, iltifatıdır, rahmetidir. Çünkü perde arkası hiç ummadığı derecede güzeldir, lâtiftir, hoştur.5
İnşallah yarın devam edelim.
Dipnotlar:
1- Lem’alar, s. 16; Mektûbât, s. 48, 49; 2- Sözler, s. 322; 3- Lem’alar, s. 16; Mektûbât, s. 49; 4- Lem’alar, s. 16; 5- Lem’alar, s. 16; Mektûbât, s. 48; Lem’alar, s. 208.
11.03.2010 E-Posta: [email protected] |
H.İbrahim CAN |
|
Romanlar |
Başbakan Erdoğan gelecek Pazar günü Roman vatandaşlarımızla bir araya geliyor. Roman Açılımı böylelikle bizzat Başbakan tarafından başlatılırken, biz de Avrupa’daki Romanların durumunu kısaca değerlendirmek istedik. Biraz araştırdığımızda Selendi’de yaşananlara denk olmasa da, Avrupa’daki Romanların özellikle Doğu Avrupa ülkelerinde ciddî düzeyde ayrımcılığa maruz kaldığını gördük. Hindistan kökenli olduğu ve 11. yüzyıldan itibaren Avrupa’ya yayıldığı bilinen Romanlar, aynı zamanda Batının en çok ayrımcılığa uğrayan milleti. Özgür ruhları, yerleşiklik ve düzenden olan nefretleri ve günübirlik hayatlarıyla hiçbir yere sığmamışlar tarih boyunca. Avrupa’da yapılan bir araştırmanın sonuçları bu ayrımcılığı çok net ortaya koyuyor. Avrupa Birliği Azınlıklar ve Ayrımcılık Anketine göre; her iki Romandan birisi son bir yıl içinde en az bir kez ayrımcılığa uğramış. Aslında bir kez değil ortalama onbir kez uğramışlar. Ama yüzde 92’si bunu şikâyet bile etmemişler. Çünkü etseler de bir sonuç çıkmayacağını düşünüyorlar. Ankete katılan her dört Romandan birisi geçen bir yıl içinde kişisel suça maruz kalmış. Ama bu suçları büyük çoğunluğu polise bildirmemiş. Zaten polisten de şikâyetçiler. Her üç Romandan birisi geçen yıl içinde polis tarafından sırf Roman olduğu için durdurulmuş. En fazla ayrımcılığa uğradıkları ülke Çek Cumhuriyeti. En az ise Romanya. Aynı zamanda yoksulluk sınırının altında yaşayan Romanların sayısı da hayli yüksek. Bu konuda da yine Balkan ülkeleri ilk sırayı alıyor. Romanya’daki Romanların yüzde 69’u, Sırbistan’dakilerin yüzde 61’i yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Aynı bölgedeki Romanlardan ortaöğretimi tamamlayanların oranı yüzde 1. Batı Avrupa’da da durum farklı değil aslında. Hepsinde de gecekondu bölgelerinde yaşıyorlar. İş bulamıyorlar. Eğitim düzeyleri düşük. Tam bir kısır döngü içindeler. Eğitimsiz ve mesleksiz oldukları için iş bulamıyorlar; iş bulamadıkları için yoksullar. Yoksul oldukları için çocuklarını okula gönderemiyorlar. İş bulamadıkları için suça yöneliyorlar. Ülkemizde ve Avrupa’daki Romanların günümüzdeki en önemli sorunu etnik milliyetçilikten kaynaklanan ayrımcılık. 2009 yılında Prag ve Bratislava’da şiddetli saldırılara uğradılar. Macaristan, Romanya, Sırbistan ve Bulgaristan’da Romanları protesto yürüyüşleri yapılıyor. Türkiye’de de durum farklı değil. Gerçi 1934 tarihli İskân Yasası’nın 4. maddesindeki “Türk kültürüne bağlı olmayanlar, anarşistler, göçebe Çingeneler, casuslar ve memleket dışına çıkartılmış olanlar, Türkiye’ye ‘muhacir’ göçmen olarak kabul edilemezler.” Hükmüne yansıyan anlayışın altından çok sular geçti. Ama Selendi olayı başka bir sıkıntılı noktaya gelindiğini gösteriyor. Bir çok şehirde ve kasabada Romanlar yerli halk ile kaynaşamıyor. İşsizlik ve eğitimsizlik sorunları halen sürüyor. Büyük şehirlerde ise suçla ilişkileri artarak devam ediyor. Kısacası; Romanların sorunları evrensel. Bu durumda Roman Açılımı ile hükümetin yapabileceği şeyler sınırlı. Eğitim, konut ve sağlık konularındaki sorunları kısmen çözülebilir. Kısmen dememizin sebebi; yerleşik hayatı benimsemekte zorlandıkları için konuta bağlı olarak düzenlenebilecek diğer hizmetlerden de istifadelerinin güç olmasıdır. Kışın şehir merkezindeki evlerinde, bahar gelince çadırlarda yaşayan çok sayıda Roman vatandaşımız var. Ancak kafalardaki önyargıları giderip, eşit istihdam imkânları sağlanabileceği şüpheli. Bütün insanları eşit görmenin en temel prensiplerden olduğu İslâm dini mensubu milletimizin bu konularda, kafalarındaki klişeleri kırıp, Romanlara kucak açması, toplumsal barış için de çok önemli. Artık Romanların şu haykırışları duyulmalı ve onlar da dinimizin bize öğrettiği hoşgörüden en bol şekilde nasibini almalı: “Bizlere dokunulmaz dediler. Korktular bizden. Farklıydık. Daha yoksulduk. Daha özgürdük. Ama insandık, tıpkı onlar gibi. Onlar bunun farkında değildi. Bizimle çalışmak, bizimle yaşamak, bizimle konuşmak istemediler…Evet biz farklıyız. Özgür, hırçın, güçlü, insancılız. Tarihin en barışçı insanlarıyız. Bu yüzden utanmam gerekmiyor. Ben olduğum şeyle gurur duyuyorum. Herkes bilsin: ben bir Çingeneyim!”
11.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
“Mini paket” yetersizliği… |
Ankara’da “Anayasa değişikliği paketi” belirsizliği devam ediyor. İktidar partisi sözcüleri hâlâ “taslağın hazırlandığını” bildiriyorlar; “mini paket”in muhtevası erteleniyor. Meclis’te grubu bulunan partilerin grup başkanvekilleri ziyâret eden ve kamuoyunda “taş atan çocuklar düzenlemesi” olarak bilinen Terörle Mücadele Kanunu ve “bazı kanunlarda değişiklik”le ilgili bilgi verdiklerini anlatan Adalet Bakanı’nın, Anayasa değişikliğinin gündeme gelip gelmediği sorusuna, “Sâdece bu tasarıyı değerlendirdikleri”ni söylemesi, bunun ifâdesi. Kısacası, muhalefete götürülen “dosya”ya dair geri bildirimlere göre bir “yol haritası”nın belirleneceğini belirtiliyor. Ancak, AKP’nin hazırladığı “Anayasa değişiklik taslağı”nın, “seçim” ve “referandum” gündemiyle tıkanıp âdeta unutulmaya terk edilen “Kürt açılımı” gibi yetersiz kaldığı, bir dizi handikap ve kısıtlamayla muallel olduğu kulislere sızan bilgiler arasında. Henüz netlik kazanmayan haliyle “yargı reformu”nu da içine alan ve toplam 12 maddeden oluşacağı söylenen ve “paket”te, öncelikle “kişisel verilerin korunması”, “insan haysiyeti”ne dair bazı düzenlemeler yapılacak. Anayasa’nın “temel hak ve hürriyetlerin niteliği” maddesine “insan haysiyetine dokunulamaz” hükmü eklenerek, yasalar ve idarenin eylemleri sınırlandırılacak.
“AB STANDARTLARI”NA GÖRE OLDUKÇA EKSİK… Ayrıca Anayasa’nın “hakların korunmasıyla” ilgili bölümüne “Kamu Denetçiliği Kurumu” konulup vatandaşlarla kamu kurumları arasındaki sorunlarda arabulucu rolünü üsteleyen “ombdusmanlık” getirilecek… Bunun yanısıra “kanun önünde eşitlik” maddesine “Kadınlar ve erkeklerin eşit haklara sahip olduğu ve devletin bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlü” olduğu yazılacak. “Kadına pozitif ayrımcılık”la yaşlılar, çocuklular ve özürlülerle ilgili fıkralar ilâve edilecek… Keza AB’ye taahhüd edilen düzenlemelerin başında gelen “yargı reformu”nun da kifâyetsiz kalacağı, açıklamalardan anlaşılıyor. Başta Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun (HSYK) ile Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) yapısının AB normlarına göre yapılandırılıp itiraz sisteminin getirilmesi, Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu esas unsurlardan. Yine memurlara sendikalaşma hakkı verilmesi, sivil yargı yolunu açılması, demokratikleşmenin en başta gelen olmazsa olmazlarından olan kamu çalışanlarının-memurların yargılanması ve Yüksek Askeri Şûra kararlarına yargı yolunun açılması da AB belgeleri ışığında demokratikleşmenin temel şartlarından… Ancak “yargı reformu”nun geniş tabanlı temsil esasına göre yeniden yapılandırılması yerine, HSYK’nin üye sayısının arttırılması ve AYM’e “kişisel başvuru hakkı”nın tanınmasıyla kalınması, yargının tarafsızlık, objektiflik, şeffaflık ilkeleri temelinde AB normlarına kavuşturulması konusunda oldukça eksik kalıyor. “AB standartlarına uygun hak ve özgürlükler” iddiasıyla hazırlanan “mini taslak”ta daha baştan TSK’nin Millî Savunma Bakanlığı’na bağlanmasından vazgeçilmesi bir tarafa… KISIRDÖNGÜDE BAŞA DÖNÜLÜYOR… En önemlisi, “darbe anayasası”nın değiştirilmesini askıya alan siyasî iktidarın hazırladığı “taslak”ta darbeleri ve darbecileri koruyup kollayan maddelere dokunulmaması, daha baştan demokratikleşme iddiasını berhava ediyor. Sonuçta Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın tesbitiyle, her fırsatta yargı, siyasî partiler seçim sistemi, özgürlükler ve demokratik alanın genişletilmesi gibi toplumun tüm kesimlerince talep edilen düzenlemelere dair gerekli adımlar atılmıyor… Görünen o ki Yüksek Seçim Kurulu’nun “seçime bir yıl kala referandum olmaz” kararına takılmazsa bile “Anayasa değişikliği mini paketi”, Meclis’in en az iki ayını alacak. Sonra büyük ihtimalle referandum süreci beklenecek. Bu arada başta “açılımlar” ve ekonomik kriz olmak üzere Türkiye’nin içte ve dışta gerçek gündemi bloke edilip seçim sathı mailinde kamuoyu oyalanacak… Zamanında yapılsa bile artık ufukta gözüken seçim öncesi, Başbakan halka, “Ne yapalım yapmak istedik ama yaptırmadılar” söylemiyle “mağduriyet”e sığınma stratejisiyle halktan oy isteyecek… Böylece kısırdöngüde tekrar başa dönülecek…
11.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Osmanlılık ve Atatürk |
Kendi sitesinde verilen bilgilere göre, birlikte çalıştığı ortakları arasında İşbirliği İçin Genç İsrail Forumu ve İsrail liderlerine, alacakları güncel ve uzun vadeli kararlar için bilgi ve görüş desteği sunmak üzere kurulan Reut Enstitüsü gibi kuruluşların da yer aldığı Laboratoire Européen d’Anticipation Politique adlı teşekkülün hazırladığı “Avrupa 2020” raporunda Türkiye’nin son dönemdeki dış politikası için şöyle bir değerlendirmeye yer veriliyormuş: “Atatürk’ün vizyonuna dönen Türkiye, büyük devletlerin kendisi için belirlediği pozisyona sırt çevirdi...” (İbrahim Karagül, Yeni Şafak, 4.3.10) Raporda, Türkiye’nin “onlarca yıl kukla siyasî figürlerle yönetildiği ve yeri geldiğinde bu figürlerin kaldırılıp atıldığı” gibi hayli provokatif ifadeler kullanılırken, onlar için de “Atatürk’ün tezini temsil ediyorlar” tezinin işlendiği ifade ediliyor ve “Oysa bütün amaç Türkiye’yi NATO, AB ve ABD ekseninde tutmaktı” deniliyormuş. Burada, son zamanlarda farklı adreslerden sâdır olup pompalanan, ama hükümetin “Öyle birşey yok” diye reddetme gereği duyduğu “yeni Osmanlıcılık” telkinlerinin, bu defa “Atatürk vizyonu” gibi, AKP’nin “hayır” diyemeyip, tam tersine hevesle üzerine atlayacağı yeni bir sloganla, yine aynı amaca mı varılmak isteniyor? Şimdiye kadar iktidara gelen bütün hükümetleri “kukla” olarak karalayıp, ilk kez AKP devrinde “bağımsız ve şahsiyetli bir politika” uygulandığı gibi bir cilâlama ve gaz verme taktiğiyle Türkiye bir yerlere mi götürülmeye çalışılıyor? Bunu önce, AKP’nin millî görüş damarına hoş gelecek “yeni Osmanlı” söylemleriyle yapmayı denediler; tutmadı. Şimdi, zaten başından beri Atatürkçülük yarışında adeta rakip tanımaz bir “mod”a girdiği gözlenen iktidar partisinin bu zayıf noktası üzerinde çalışarak, “Türkiye Atatürk vizyonuna AKP ile yeniden geri dönüyor” havası basılıyor. Böylece bir anlamda, 28 Şubat’ın isteyip de yapamadığı “Türkiye’yi 1930’lara döndürme” projesi, AKP ile gerçekleştirilmek isteniyor. Neymiş? Önceki “kukla siyasî figürler”le Türkiye NATO, AB ve ABD ekseninde tutulmaya çalışılıyormuş. Bu eksenin bilhassa AB ve ABD gibi, rekabet halindeki iki ayağa dayandırılmasındaki çelişki ayrı bir bahis; AKP iktidarında Türkiye’nin NATO operasyonlarında rol üstlenme ve ittifakın yönetiminde daha aktif görev alma konusundaki heves ve iştahı ortada iken böyle bir iddianın mantıklı bir gerekçesi olabilir mi? Beş buçuk yıldır AB reformları için kılını bile kıpırdatmayan ve AB sürecinin bürokratik hazırlıklarını bile AB karşıtı kadrolara teslim ettiği her gün yeni örneklerle gözler önüne serilen AKP iktidarının tavrı, Avrupa 2020 raporundaki tahlilin yalnızca buna dair kısmını doğruluyor. Ama aynı şeyi ABD ile hâlâ onun kontrol ve hakimiyetinde çalışan NATO için söylemek zor. Yalnız burada gözden kaçırılmaması gereken ince bir nokta daha var. Tam şu zamanda ABD ile de ilişkileri bozma telkinlerinin, orada İslâm dünyasıyla arasını düzeltme ihtiyacını gören, bunun sancılarını yaşayan ve İsrail’le de arasına mesafe koyma işaretleri veren Obama yönetiminin işbaşında olmasıyla bir ilgisi olabilir mi? Ve yine şu günlerde Yahudi lobisinin başını çektiği bir tezgâhla Ermeni soykırımı krizinin alevlendirilmesi tesadüf olarak değerlendirilebilir mi? İsrail’le sıkı fıkı olduğu açıkça belli bir kuruluş 2020 Avrupa’sı için temennî niteliğindeki öngörülerini kayda geçirirken gerek AB, gerekse Obama ABD’si ile arasını bozmuş bir Türkiye imajı çizerek neyi hedefliyor olabilir? İlk akla geldiği şekilde Türkiye’nin İslâm dünyası ile daha çok yakınlaşmasını mı; yoksa arada ve boşlukta kalıp, gelen ilk güçlü rüzgârla savrulmasını mı? Gerçek şu ki, bilhassa AB üyesi olmaktan vazgeçen bir Türkiye’nin İslâm dünyasındaki etki ve cazibesi de çok büyük ölçüde ortadan kalkar. Bu itibarla, hele içi boş “Atatürk vizyonu” gibi dolduruşlara kapılıp ortada kalmanın âlemi yok.
11.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Gözünü kapayanlar üzülsün |
Fıtrat dini olan İslâmın ‘ifsat şebekeleri’nin aleyhte çalışmalarına rağmen hızla yayıldığını söyleyince itiraz edenler, Rusya’dan gelen müjdeli haberi duyunca acaba ne diyecekler? Hepimizi sevindiren ve “Maşallah, barekâllah” dedirten haberin özü şöyle: Rusya Müftüler Konseyinin bu yıl dördüncüsünü düzenlediği “Âlemlere Rahmet - Peygamber Hz. Muhammed” adlı şiir yarışmasını Rus şair Nikolay Pereyaslov kazanmış. Çok sayıda kişinin katıldığı yarışmada ‘en güzel şiir’i yazan Pereyaslov, törenden sonra gazetecilere yaptığı açıklamada, Hz. Muhammed (asm) ile ilgili yazdığı şiirin macerasının Antalya’daki tatilleri sırasında başladığını belirterek, “Eşimle birlikte Türkiye’ye tatile gitmiştik. Bir tur sayesinde Rusya’da çok sevilen ve sayılan Aziz Nikolay’ın kabrini ziyaret etmiştik. Ve orada Türkiye’nin Müslüman bir ülke olmasına rağmen Nikolay’a duyduğu büyük saygıyı gözlemledik ve çok şaşırdık” diye açıklamış. (AA, 10 Mart 2010) Ülkesine döndüğünde İslâma ilgi duymaya başladığını, Hz. Muhammed’in (asm) hayatını okuduğunu ve özellikle “Veda Hutbesi”nden çok etkilendiğini kaydeden Pereyaslov, “(Veda Hutbesi) Onu okurken ilham geldi ve ben de duygularımı kâğıda döküverdim. Muhammed âlemlere nur saçan peygamberdir” demiş. Müslüman olmayan bir Rus şairin, Peygamberimizle (asm) ilgili bir yarışmada ‘en güzel şiir’i yazmış olması gerçekten manidar. Rus şairin yarışmaya katılma sebebi de çok dikkat çekici: Türkiye ziyareti esnasında, kendi inancı bakımından önemli olan bir kişi olan “Aziz Nikolay’ın kabri”nin Müslümanlarca tahrip edilmemiş olmaması. Rus şair doğrudan değilse de, dolaylı olarak bunu söylüyor. Rus şairin, ‘vaaz’lardan ya da karşılaştığı kişilerin ‘nasihat’ından ziyade “Veda Hutbesi”nden etkilenmesi de ayrıca dikkate değer. Bütün bunlar, bizin öncelikle İslâmiyeti ef’âlimizle/ hâl ve hareketimizle yaşamamız gerektiğini hatırlatmalı. Peygamberimizi (asm) anlatan en güzel şiiri yazan Rus şair bugün itibarıyla belki Müslüman olmamıştır, ama hidayetin nerede ve ne zaman nasip olacağını hiçbirimiz bilemeyiz. Kendisi olmasa bile, belki onun şiirinden etkilenen birisi İslâmla şereflenebilir. Rusya’dan gelen bu müjdeli haber, bir defa daha dikkatlerin İslâma çekilmesine sebep oldu. Her zaman ifade etmeye çalışıyoruz: ‘İfsat komiteleri’ İslâmı perdelemeye çalıştıkça, onun parlamasına, daha fazla bilinmesine sebep oluyorlar. 11 Eylül ‘İkiz Kule saldırısı’ndan sonra da, ‘karikatür krizi’nden sonra da, İsviçre’nin aldığı ‘minare yasağı’ kararından sonra da böyle oldu. Dikkat edilirse son aylarda Rusya ve çevre ülkelerinden ekseriyetle müjdeli haberler alınıyor. Avrupa, bu konudaki önceliğini dünün ‘demir perde’ ülkelerine kaptırmış gibi görünüyor. Yıllar önce bayram namazlarıyla başlayan müjdeli haberler, son aylarda cami, Kur’ân ve Risâle-i Nur konularıyla ilgili olmaya başladı. “Şiir yarışması” da buna güzel bir örnek oldu. Geçen günlerde Azerbaycan’dan gelen bir Nur Talebesinden, eski SSCB ülkelerindeki Nur hizmetleriyle ilgili hatıraları dinlemiştik. Hakikaten, dünün “Din öldürülecektir” diyen ülkesinde İslâm adına, Müslümanlar adına sevindirici hizmetler yaşanıyor. İnşallah bu müjdeli haberler ve İslâma teslim olanlar her geçen gün artarak devam edecek. Hâzâ min fazlı Rabbî.
11.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Ahmet DURSUN |
|
Ölümüne fakirlik |
Bu gece şehirde bir tevekkül var,/Can alış verişte her taraf pazar,/Ayaklar altında sabaha kadar,/Kubbeler hûû çeker kullar sallanır... Bu nasıl ibadet kimin çağrısı,/Bütün bakışlarda safran sarısı,/Evler secde etmiş gece yarısı,/Odalar hûû çeker holler sallanır... Nedir topraktaki bu iniş kalkış,/Bir tarafta ecel bir tarafta kış,/Bütün bahçelerde ayin başlamış,/Ağaçlar hûû çeker dallar sallanır... Bekir Sıtkı Erdoğan’ın ağzından bir deprem sonrası dökülen mısralar… Zelzele… Kıyametin küçük kardeşi… Ölümün habercisi ve kulluğun dayanılmaz cazibesi… Memleketimin acıları biter mi? Mütevekkil insanım Allah’a dayanmakla dindirir acısını. Zulmün kol gezdiği vadilerde başka çare var mı? Doğu’nun bitmeyen acılarına bir yenisini daha ekleyen Elazığ merkezli depremi, bir de mütevekkil insanımın dilinden dinlemek gerekir. Koklamaya doyamadığı on beş günlük yavrusu Helin’ini kurtarmak için canından geçen şefkat kahramanı bir anne… Ayaklarının altına cennet serilen bu kahraman annenin geride bıraktığı yetime sarılarak ağlayan bir baba: “Canımız emanettir, emaneti veren aldı. Bu dünya geçici, bu dünya boş, öbür tarafa hazırlık yapmak lâzım” diyordu; kendisinden feryatlar uman, şikâyetler, isyanlar, küfürler duymak isteyen muhabiri şaşırtırcasına… Yine de bir şeyler söylemeli değil mi eyeri kopmuşların çivisi çıkmış dünyası üzerine. Acıyla sarsılan Elazığ’ı vuran deprem sadece 6.0 büyüklüğündeydi. Orta şiddetli, normal şartlarda can kaybının olmaması gereken bir depremdi. Depremin en fazla hasar verdiği Okçular, Demirci, Gökdere ve Yukarı Kanatlı Köylerinde yitirdiğimiz 51 can, 8.8’lik Şili depremi düşünüldüğünde çok düşündürücü ve acıydı; kahrediciydi. Deprem sonrası ortaya çıkan manzara ise can kayıplarının sebebini gözler önüne seriyordu. Milattan önce rastlayabileceğimiz kerpiçten evler felâketin neden bu kadar ağır olduğunu açıklıyordu. “Deprem kuşağında olduğunuz halde neden tedbir almadınız, neden böylesine dayanıksız yapılarda yaşıyorsunuz?” soruları, bir depremzedenin “Biz evimize akşam nasıl bir ekmek götüreceğiz, onun derdindeyiz, paramız olsa villada yaşarız” sözüyle havada kalıyordu. Ölümüne bir fakirlikti bu. Yıllarca terörü, geri kalmışlığı, cehaleti başımıza musallat eden, hep çektiren, hep süründüren, hep öldüren bir fakirlik… “Cehalet, zaruret, ihtilâf…” Kadim düşmanlarımız… Ortaya çıkan manzara, fakirliğin ne kadar tehlikeli ve yok edici olduğunu kör gözlerimize sokuyordu. “Hel min mezid” dünyasının doymak bilmeyen uslanmaz çocukları, dünyalık metalarıyla oynaşmaya devam etsinler. Helinlerin geleceğini, on yıllardır üç yüz milyar dolarları dağa taşa saçarak heba edenler sırça köşklerinde oyalansınlar, bu sırça köşkleri için birbirlerini paralamaya devam etsinler. Helinlere, Ceylanlara doymasınlar. “Yiyin efendiler yiyin! Bu hân-ı iştihâ sizin. Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin.” Bu depremi ibadet sayanlarla karşılaşırsınız elbet bir gün.
11.03.2010 E-Posta: [email protected] |