Ahmet DURSUN |
|
Kent dindarlığı |
“Kent dindarlığı” deyince ne anlıyorsunuz?
Mehmet Altan’ın yeni kitabı “Kent Dindarlığı” günümüz Müslüman tipini sorgulayan ve bu konuda önemli tesbitleri içeren bir muhtevaya sahip. Köşe yazılarında ve verdiği bazı röportajlarda da bu konuya yer yer değinen Altan, “İslâmiyet Şeyh Galip’ten Taliban’a geldi yeryüzünde” vurgusundan sonra “Nedir bu meyil, düzlem kaybetmemizin nedeni nedir? İkisi de Müslüman ise aradaki fark nedir?” diye soruyor ve şu tesbitte bulunuyor. “Bence aradaki fark, o dinin kendi kültürel özelliklerinin, derinliklerinin, yaratıcılıklarının farkına varılmayıp onu siyaseten bir silâh olarak kullanmaktır… Türkiye’de din; sosyolojik, kültürel bir mesele olmaktan ziyade siyasî bir mesele olarak algılanıyor.” Kent dindarlığı meselesinin koordinatlarını veren, Türkiye’deki din algısının sosyolojik temellerine inen ve günümüz Müslüman tipini ve din algısını sorgulayan eser, Kemalist ideoloji ile siyasal İslâm arasında sıkışan Türkiye’nin fotoğrafını çekiyor. Eserin yazarı katılır mı bilmem; çok önemsediğim bu kavram hakkında bazı düşüncelerimi paylaşmak isterim. Aslında kent dindarlığının tarif ettiği Müslüman tipini Şeyh Galip’ten çok daha geriye giderek, bu ruhun kaynağına inerek bulmak mümkündür. Altan’ın “dünya üzerindeki mücadeleleri sırasında dinden çıkar sağlamaya gerek duymayan, buna gönül indirmeyen, güler yüzlü, medeni, farklılıklara tahammüllü, çoğulculuk üzerine bina olmuş lâtif insanlar” dediği kent dindarları; yüzünden tebessüm eksik olmayan, hiçbir sözünde yalan, hiçbir işinde menfaat bulunmayan, şefkat, sadakat ve doğruluğu ile gayr-i Müslimlerin bile gönlünü fetheden, gösterişten hoşlanmayan, dünyevî menfaatleri elinin tersiyle iten, ihtiraslardan uzak duran, öfkelenmeyen, en güçlü olduğu anlarda bile öç peşinde koşmayan Hz. Peygamberden ve mümtaz sahabelerinden başkası değildir. Bu anlamda medenî dünyanın temeli de Medine’de atılmıştır. Bu tipi ve anlayışı baltalayan ve günümüz Talibanlarının tohumlarını atan hareketin kaynağını ise, İslâm’ı siyasallaştırarak saltanat kavgalarının merkezi haline getiren Emeviler’de aramak gerekir. Bu bağlamda İslâm toplumlarının bugünkü en büyük sıkıntısı, Asr-ı Saadet Müslümanını günümüze taşıyamamasından ve Emeviler’e kadar uzanan bir fay hattında yürümekte ısrar etmesinden kaynaklanmaktadır. Elbette ki tarihî düzlem içerisinde bu fay hattında yaşananlar ayrıca ortaya konulabilir, konulmalıdır da. Bu fay hattını günümüze uzanan ucundaki tehlikelere de kısaca değinmek gerekir. Bugünkü Ergenekon tartışmaları ve kamplaşmaları içinde din kavramının yer alması, İslâm’ın Asr-ı Saadete bakan sıcak yüzünün perdelenmesi demektir. Bu perdeyi aralayan Risâle-i Nur’un önündeki en büyük engel de —kasden ya da hamakaten—iktidar mücadelesi içine girerek dini siyasallaştıranlar, dinin özünü anlamayıp dini bir sömürü aracı olarak kullananlar, dünyevî ihtiraslarını dindarlık kisvesi altında gerçekleştirmek isteyenlerdir. Dini cami ile kışla arasındaki mücadeleden ibaret sayanlar kadar cemaat kavramının politize olmasına yol açanlar, sadakat mesleğinde bir oraya bir buraya yalpalayarak sadakatsizlik gösterenler ve en temel meselelerde bile dik duramayanlar da bundan sorumludurlar. Ben, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nden başlayarak Kopenhag Kriterleri’ne kadar modern dünyanın insan hak ve hürriyetleri adına yaptığı insan merkezli bütün uygulamalarını, Asr-ı Saadet dönemine ve o döneme Saadet Asrı dedirten Kur’ân hakikatlerine biraz daha yaklaşma çabası olarak görüyorum. Risâle-i Nurları ve hadimlerini de, kent dindarlığı diyebileceğimiz Asr-ı Saadet Müslümanlığının ve bu dindarlığın önünü açacak hürriyet anlayışının günümüzdeki rehberi olduğunu düşünüyorum. Yeter ki sulandırılmasın.
04.03.2010 E-Posta: [email protected] |