Selim GÜNDÜZALP |
|
İnsan eğer insan olmazsa, şeytan bir hayvana inkılâp eder |
Her şey güzel. Allah yapar da, O yaratır da, ne güzel olmaz? Aldığımız hava güzel, yürüdüğümüz toprak güzel, yaşadığımız dünya güzel, her şey ama her şey güzel. Güzelliğin kaynağı güzel. Güzeller güzeli Rabbimiz var. Şükürler olsun Rabbimize... Söylettiği, öğrettiği kelimelere de şükürler olsun.
Peygamberimizin (asm) diliyle bildirdiği o güzellikler de güzel. Salât-u selâm da güzel… “La ilahe illallah Muhammedün Resulullah” kelime-i kudsiyesi de güzel.
Yok... Hiçbir yerde yok. Hiçbir devirde, hiçbir topluluğun elinde böyle bir güzellik yok. Allah (cc), insanın diline yakışan kelimeleri, onun fıtratına uyan sözleri, keremiyle, lütfeylemiş. Bu ümmete nasip eylemiş. İnananlar, inandıkları şeyde nasıl ittifak halindeyseler, onu ifade eden sözlerde de bir ve beraberler.
İnanmayanların, reddedenlerin, bir fikri kabul etmeyenlerin üzerinde anlaştıkları bir kelime var mıdır? Duydunuz mu, gördünüz mü? Hangi filozof ya da felsefeci insanları ortak bir düşüncenin, bir fikrin ve bir sözün etrafında toplayabilmiştir? Var mı böyle bir şey. Yok tabiî.
Bediüzzaman Hazretleri’nin o güzel ifadesiyle:
“Evet, birşeyi dünyada var desen, yalnız o şeyi göstermek kâfi gelir. Eğer yok deyip nefyetsen, bütün dünyayı eleyip göstermek lâzım gelir ki, tâ o nefiy ispat edilsin. İşte bu sırra binaen, ehl-i küfrün bir hakikati nefyetmesi ise, bir meseleyi halletmek veyahut dar bir delikten geçmek veyahut bir hendekten atlamak misalindedir ki, bin de, bir de, birdir. Çünkü birbirine yardımcı olamaz. Fakat ispat edenler nefsü’l-emirdeki hakikat-i hale baktıkları için, müddeâları ittihad ediyor. Kuvvetleri birbirine yardım eder. Büyük bir taşın kaldırmasına benzer ki, ne kadar eller yapışsa daha ziyade kaldırması kolay olur ve birbirinden kuvvet alır.” (On Yedinci Lem’a, 125)
İnkârın ortak bir noktası yok. Bir değil, milyon değil, milyar da bir araya gelse, bir şeyi inkâr edenlerin, yani kabullenmeyenlerin varlığı hiç hükmündedir. Yine Üstadın o güzel ifadesiyle:
“İspat edicilerin dâvâları ittihad ediyor, birbirinden kuvvet alır. Çünkü gökteki hilâl-i Ramazan’ı görmeyen der ki: ‘Benim nazarımda ay yoktur; benim yanımda görünmüyor.’ Başkası da ‘Nazarımda yoktur’ der. Daha başkası da öyle der. Herbiri kendi nazarında yoktur der. Herbirinin nazarları ayrı ayrı ve nazara perde olan esbab dahi ayrı ayrı olabildiği için, dâvâları da ayrı ayrı olur, birbirine kuvvet veremez.” (On Yedinci Lem’a, 125)
İnanan insanların topluluğu, yemyeşil ağaçların meydana getirdiği ve rahmetin üzerlerine dolu dolu yağdığı mübarek bir güzelliktir. Birliktelik vardır, birliktelikte rahmet vardır. Bu dünya, bir olan Allah’a inananlar ve hak olan bir dâvâya gönül verenler için vardır. Peki, diğerleri niçin vardır?
Onu da yine aynı bahsin bir üstünden, Üstadımızdan dinleyelim:
“İnsan eğer insan olmazsa, şeytan bir hayvana inkılâp eder. İnsan, bazı frenkler ve frenkmeşrepler gibi ihtirâsât-ı hayvâniyede terakki ettikçe, daha şiddetli bir hayvâniyet mertebesini alır. Sen görüyorsun ki, hayvânâtın kemiyet ve adet itibarıyla hadsiz bir çokluğu varken, ona nispeten insan gayet az iken, umum envâ-ı hayvânat üstünde sultan ve halife ve hâkim olmuştur.
“İşte, muzır kâfirler ve kâfirlerin yolunda giden sefihler, Cenâb-ı Hakkın hayvânâtından bir nevî habislerdir ki, Fâtır-ı Hakîm onları dünyanın imârâtı için halk etmiştir. Mü’min ibâdına ettiği nimetlerin derecelerini bildirmek için, onları bir vâhid-i kıyasî yapıp, âkıbetinde, müstehak oldukları Cehenneme teslim eder.” (On Yedinci Lem’a, 124)
Anadolu’nun orta yerinde tek başına yaşayan bir çınar ağacı olmaktansa Karadeniz kıyılarında bir maki topluluğu olmak ve o gümrah yeşilliğin içinde yer almak yakışır inanan insana. Çünkü yağmuru ve rahmeti, ulu olan ağaçlar değil, küçük de olsa bir araya gelen ağaçlar çeker. Sürekli yeşildir oraları, sürekli yağmurun ve rahmetin bereketi altındadır.
Bir küçük adım, Allah yolunda atılmış ise büyüktür. Allah’ın sevdiği ve istediği bir amel asla küçük olamaz.
Mü’minin yüreği o kadar beyazdır ki, bir gri bulutun gölgesinden bile üşür, kirlenebilir. Kirlenen yüreğini ve dilini selâmla tazeler, selâmla yeniler. Kâinata, her yere salar, gönderir o güzel sözü. Hayata yeniden doğar.
Sahabeler yürürken, aralarından bir ağaç geçse, tekrar dönüp birbirlerine selâm verirlermiş. Şu inceliğe bakar mısınız? Hemen yeni bir sayfa açıyorlar hayatlarına. Yeniden başlıyorlar yaşamaya. Mü’minin alıp verdiği her nefes, selâmlı bir nefestir. Küfrün kara bulutlar oluşturduğu, havayı, çevreyi kirletip mahvettiği onca muzır kelimâtı ve fuzulîyâne sözleri, ancak ve ancak o mübarek ağızlardan çıkan kudsî sözler; kelimeler, tevhidler, zikirler, salât-u selâmlar temizler. Kâinatın yaratılış hikmetini, ancak böyle yüce bir faaliyet dengeler. Mü’min insan, gözüyle, tefekkürüyle de temizler. Kalbiyle, zikriyle de temizler. Diliyle, şükrüyle de temizler.
Ot yiyen inek süt verir, onun ibadeti, şükrü sütüdür. İnsanın şükrü, o sütün arkasındaki Rezzakını görmektir. İnekten, ottan, sütten geçip, Yaratanı bilmektir. Onun sütü de şükürdür. İşte budur…
Kâinat bir mü’minin şükrüyle anlam kazanır. Hiçbir şeyin boşuna yaratılmamış olduğu böylece anlaşılır. Hayat rızka bakar, rızık şükre bakar, şükür de insana, mü’mine bakar. Bunlardan biri olmazsa olmaz.
Mü’minlerin özel bir yeri vardır bu dünyada. Kâinatın içine salınan küfür ve dalâlet pisliklerini tefekkürüyle, zikriyle, şükrüyle temizler bir bir. Onun için kâinat tablosunun içine en yakışan bir manzara, bir mü’min yüreğin varlığıdır. Bir mü’minin eksilişi, kâinatın bir yanının felç olması demektir. Kâinat bilir, kâinat kardeşleri bilir, hisseder o mü’minin hayatına kattıklarını, onun şükrünün içinde ve tefekkürüne dâhil olduklarını bilir.
Rabbim hiçbir devirde, hiçbir topluluğa nasip etmemiş bu güzellikleri. Sadece ve sadece ziyadesiyle ümmet-i Muhammed’e (asm), ol mübarek nebî hakkı için, şanı şerefi yüce o nebî için nasip eylemiş. Yüz yirmi dört bin peygamber arasından bizi o Nebi’ye (asm) ümmet eden Rabbimize sonsuza kadar hamd olsun.
Salât-u selâmın bir mânâsı da o değil mi?
“Biz aynı dâvâya inanmış insanlarız. Sana biad ediyoruz. Senin dâvânı dâvâ ediniyoruz. Rabbim, biz seniniz ve Senin sevdiğinin, dinini onun eliyle tebliğ ettiğin Habibinin (asm) izinden gidiyoruz. Razı olduğunun, sevdiğinin yolunda bulunuyoruz. İmanımızı tazeliyoruz.” demektir. Selâm veren, tefekkür eden, salât-u selâm söyleyen, kâinatla beraberdir, Resulullah’la (asm) beraberdir, dahası Allah’la beraberdir. Mü’minin dünyasında yalnızlık yoktur. Onun dünyasında yok yoktur, çünkü yoku var eden Allah vardır. Allah var ise, yok yoktur.
Rabbimize kâinatın zerreleri adedince hamd olsun. Bize Resûl-i Ekrem (asm) vasıtasıyla bu kudsî kelimeleri öğrettiği için. Bu güzel kâinata, bu güzel dinin mensuplarının dillerine yakışan kelimelerdir bunlar. Bin dört yüz yıldır bütün insanların dillerini her asırda o kadar farklı coğrafyalarda da yaşasalar, aynı mübarek kelimelerin etrafında toplayıp, aşkla, şevkle ve zevkle bunları dillerine dolayıp söylettiren Allah’tan başka kim olabilir?
Ne kadar şanslıdır, ne kadar talihlidir, ne kadar bereketlidir mü’min yürekler... Onlar nereye, kâinat zerre zerre peşlerinden oraya gider. Çünkü onlar, sözlerin en güzelini söylerler, en güzeline uyarlar ve onu hayatlarında yaşama gayreti içindedirler.
Yeryüzünde ıssız bir ada, ıssız bir yer yoktur. Her yer Allah’ın zîşuur varlıklarıyla, melekleriyle doludur, nuranîlerle, ruhanîlerle doludur. Onların sevdikleri, hoşlandıkları kelimeler de bunlardır.
Mü’min bir yürek, şuurla, inanarak söyledi mi bu sözlerden birini, Nur fabrikası olur her yer... Söylediği sözler ruhanîlerin rızıkları olur. Onlardan gelen feyzler ve nurlar döner, mü’minin âlemine bu defa nur olur, bereket olur.
Mü’minin ağzından çıkan kelimeleri melekler bekler nakletmek ve kaydetmek için. O kadar kıymetlidir... Allah izin verdi mi, göklere ağar, arşa kadar yükselir bu sözler. Güzel kelimeler, güzel ruhlar ve güzel kokular ta arşa kadar yükselir.
Çocuklar neden güzeldir? Aldatma bilmez, safidir yürekleri. Mü’min bir yürek, çocuk gibi saflaştı mı, o da etrafına nurlar serpen bir Nur fabrikası olur. Onun boşluğundan ve yokluğundan kâinat rahatsız olur, gözyaşı döker, ağlar… Kâinat kardeşleri onun ardından yas tutar.
Ne güzel kelimelerdir onlar... Essalâtü vesselamü aleyke ya Rasulallah… La ilahe illallah, Muhammedün Resulullah… Maşallah, barekâllah… Sübhanallah… Elhamdülillah… Allahuekber…
Bu mübarek kelimelerin mânâlarını bilsin bilmesin, usanmaz söylemekten ne diller, ne yürekler. Söyledikçe iştiyakı artar. Kalp yedikçe acıkır, ruh yedikçe ister. Nur olur, bu kelimelerle beslenir. Doymaz güzelliğine. İşte o zaman ruh, imanla ruh olur. Hayat, imanla hayat olur.
Bir hatıra:
Sevdiğim bir ağabeyim var. Geçenlerde anlattığı bir hatıra, yıllardır kafama takılan bir suale cevap oldu:
“Üniversitede okuduğum yıllarda, eve geç geldiğim bir gece, annemi Kur’ân okurken buldum. Baktım, ağlıyordu. ‘Allah Allah’ dedim, ‘Ümmî bir kadındır. Ne okuyor, ne anlıyor da ağlıyor acaba?’ diye merak ettim, sordum: ‘Anne, niye ağlıyorsun?’
‘Oğlum, okuduğum bu sayfada Hz. Âdem’in evlâtlarından, Kabil’in Habil’i öldürüşünü anlatıyor. Ona ağlıyordum. Âdem babamızın yüreği, ölen ve öldüren evlâtları için kim bilir ne kadar yanmıştır, üzülmüştür diye ona ağlıyordum’ demişti.”
Bakınız, ümmî bir annemiz, elindeki Kur’ân’la, insanlık tarihinin en başındaki bir peygamberin, Hz. Âdem’in (as) yaşadığı bir olaya nasıl şahit oluyor ve onun yüreğinin acılarına nasıl da ortak oluyor... Hayatı, Kur’ân’ın nuruyla, bulunduğu andan ta dünyanın öte ucuna kadar gidiyor, genişliyor. Karanlık bir yer kalmıyor dünyasında. Şimdi anlıyor musunuz, ihtiyarların elinden Kur’ân’ı niye düşürmediklerini? Annem öyle demişti bir gün: “Oğlum, bu Kur’ân olmasaydı ben çıldırırdım.”
Kur’ân-ı Azimüşşan’ın en amî tabakadan birine bile nasıl safiyane bir ders verdiğine bakar mısınız? Hiç kimseyi hissesiz, istifadesiz bırakmıyor yüce kitabımız.
Söyletene, dinletene, yaşatana ve sizlere aktarmama vesile olan Rabbime sonsuza kadar hamd olsun.
Dünya güzel… Dünya din ile, İslâmiyet ile güzel. Din insana huzur verir. Din, adamı dinlendirir, gayrısı kederlendirir.
Mü’min bir yürek, tamir için vardır. Yakışır bu dünyaya onun ağzından çıkan o mübarek kelimeler. Bu dünyanın dengesini, havasını akışını değiştirir. Tarihini ve seyrini değiştirir o mübarek, nuranî kelimeler. Her ne zaman tekrar ve tekrar söylese, bu her daim böyledir.
‘Taşlar’ dediğimiz zaman her şey nasıl kesretse, yani çokluksa; cami ya da ev dediğimizde ise her şey artık vahdettir, birdir. Taştan söz etmeyiz. Kesretten vahdete geçilmiştir. Taşlar bina olmuş, ev olmuş, cami olmuştur.
Hayat da böyledir. Kesrette bir vahdet tecellisidir. Yüz trilyon hücre birleşir, insan olur ve o insanın ağzından çıkan son güzel bir söz olur. Son bir söz de kelime-i tevhid olur.
“La ilâhe illallah Muhammedün Resulullah…” 28.02.2010 E-Posta: [email protected] |