Abdil YILDIRIM |
|
Hırs yemler, rehavet demler, korkaklık gemler |
İnsan mahlûkatın en şereflisi olarak yaratılıp, yeryüzüne halife olarak gönderilirken, eli boş olarak gönderilmemiştir. Bu büyük vazifenin üstesinden gelebilmek için bir takım maddî ve mânevî teçhizatla donatılmıştır. Bedenine çeşitli azalar takıldığı gibi, ruhuna ve kalbine de bir çok duygu ve lâtifeler yüklenmiş, inkişâfa müsait istidatlar verilmiştir. Beden için el, ayak, göz, kulak ve sâir azalar ne kadar önemli ve elzem ise, kalbimiz ve ruhumuz için verilen manevî uzuvlarımız da o kadar önemlidir. Hırs, atalet, muhabbet, nefret, vicdan, merhamet, korkaklık, cesaret gibi duygularımız, bu manevî cihazlarımızdan bazılarıdır. İnsana düşen, hangisini, nerede ve ne kadar kullanacağını bilmektir. Maddî ve manevî uzuvlarımızı veriliş gayesine uygun olarak kullanırsak, hem bu dünyada, hem de ebedî menzilimiz olan ahiret hayatında saadet ve selâmetimize vesile olacaklardır. Maddî olsun, manevî olsun, hiçbir uzvumuz, mânâsız ve gayesiz verilmemiştir. Her birisinin kendi makamında bir önemi ve değeri vardır. Bazılarını istimal etmekten dolayı zarar görüyorsak, bu bizim gaflet ve cehaletimizin bir sonucudur. Yoksa, uzuv veya duygunun zararlı olmasından değildir. Meselâ hırs, bir işi başarmak, bir engeli aşmak, bir işin üstesinden gelmek, insanın mücadele azmini arttırmak için verilmiş bir güçtür. Hırs duygusu, aklın ve kalbin eline verilirse, bu meşrû amaçlara hizmet eder. Ama nefsin eline geçerse, işte o zaman tehlike başlar. Kontrolsüz bir güç hâline gelir. Hiçbir şekilde tatmin olmaz. Her şeyin daha fazlasını talep eder. Cenâb-ı Hakk’ın takdir ve tayin ettiğine rıza göstermez. Helâl dairesine riâyet etmez. Ulaştığı her noktadan sonra daha ilerisini ister. Ona ulaşmak için de her yolu mübah kabul eder. Bu ise, tuzaklarla dolu bir yolda insanın önüne atılmış cazip bir yem gibidir. Hırs insanın basiretini bağladığı için, gözler yemde olur, tuzaklar gözden kaçar. Onun için hırsla çıkılan yolculuk hüsranla neticelenir. Kontrolsüz hırs bir hastalıktır, ancak kanaat ilâcı ile tedavi edilebilir. İnsanda bir de rehavet duygusu vardır ki, yerinde kullanılırsa bedeni ve ruhu dinlendirir, yorgunluğu ve stresi yok eder. Ama bu duygu da çok iyi kontrol edilmelidir. Rehavetteki ölçü kaçarsa, bu sefer de tembellik ve atalet başlar. Özellikle ibadet hususundaki rehavet zamanla ibadeti de terk ettirir. İnsan hiçbir iş yapmak istemez. Her şeye üşenir, her işi erteler. Dinlenme, yerini demlenmeye bırakır. Rehavet ve tembellik de bir hastalık olup, gayret ilâcı ile tedavi edilebilir. İnsana verilen korku duygusu ise, kendini tehlikelerden korumak için bir sigorta mahiyetindedir. Sigortalar çalışan sistemin gücüne uygun olarak seçilmelidir. Çok yüksek amperajlı bir sigorta tehlike anında devreyi kesmediği için koruma görevi yapmadığı gibi, düşük amperajlı sigorta da her an atar ve sistemin çalışmasına engel olur. İnsan da korku duygusunu ifrat ve tefrit noktalarında istimâl ederse, ondan fayda yerine zarar görür. İnsan cesur görünmek kaygısı ile kendini tehlikeye atarsa, buna “deli cesareti” derler. Akıllı bir insanın deli cesareti göstermesine gerek yoktur. Cesaret, haklı olduğu konuda hakkını savunmak, Hakk’ın hatırını halkın hatırından üstün tutmak için vakur ve cesur bir duruş sergilemektir. Bunun dışında, hayatını korumak ve tehlikelerden uzak durmak için korku duygusuna sahip olmak ve ondan istifade etmek gerekir. Bu duygu belki de insanı cehennem ateşinden koruyacak olan bir kalkandır. Parmağımıza bir ateş yaklaşsa, korku ile elimizi geri çekeriz. Bu dünyada bir parmağının yanmasından korkan insan, öbür dünyada cehennem ateşinde bütün bedeninin yıllarca yanacağını düşündüğü zaman dehşete kapılır. Cehenneme ehil olmamak için daha düzgün yaşamaya ve dünyadaki vazifelerini daha iyi yapmaya gayret eder. Tabiî ki gafiller ve cahiller bu idrakten mahrumdur. Bediüzzaman Hazretleri, “Cenâb-ı Hak havf damarını hıfz-ı hayat için vermiş, hayatı tahrip için değil” diyor.. (Mektubat, s. 705) İnsan çok âciz, pek zayıftır. Hayatını korumak için korku zırhından istifade edecektir. Ama bu korku zırhını her zaman ve her yerde üzerinde taşımaya kalkarsa, bunun altında ezilir. Hayatı zehir olur. O zaman hiçbir şeye el atamaz, hiçbir işe teşebbüs edemez. Özellikle hizmet ehli insanlar için korku en büyük imtihandır. Zalimler, münafıklar ve ifsat komiteleri ehli hizmetin korku damarını çok işlettirirler. Zayıf insanları küçük bir tehdit ve tehlike ile korkutarak şevklerini kırarlar. Korku ile hareket eden bir insan hayırlı bir işe, güzel bir hizmete teşebbüs edeceği zaman, “Acaba başıma bir iş gelir mi?” düşüncesi ile bundan vazgeçer. Böylece korku, insanın hem hizmetine mâni olur, hem izzetini elinden alır. Yani insanın hizmet ve himmetine gem vurur. Bediüzzaman Hazretleri yersiz korkunun nelere yol açtığını şöyle ifade ediyor: “İnsanda en mühim ve esaslı bir his, hiss-i havftır. Dessas zalimler, bu korku damarından çok istifade etmektedirler; onunla korkakları gemlendiriyorlar.” (Mektubat, s. 704) Korku bir ihtiyaç, korkaklık ise bir hastalıktır. O da ancak cesâret ilâcı ile tedavi edilebilir. Kanaatin, gayretin ve cesâretin kaynağı ise, yalnızca imandır. 04.02.2010 E-Posta: [email protected] |