Sami CEBECİ |
|
İstanbul’un beyaz geceleri |
Bediüzzaman Hazretlerinin dünya cennetine benzettiği İstanbul, tam dört yüz yetmiş yıl boyunca Osmanlı Devletine başşehirlik yaptı. Kurtuluş Savaşından sonra kurulan Meclis tarafından Ankara başşehir kabul edildi. Her ne kadar Ankara başşehir ise de, dünya Türkiye’yi İstanbul ile tanır. Beynelmilel bir şehir olan İstanbul, bir çok Avrupa devletinden hem nüfus, hem de yüz ölçümü bakımından daha büyüktür. Ticaret merkezi olan İstanbul, aynı zamanda medya ve basın dünyasının da merkezidir. Ülkeye yön veren fikir merkezi de orasıdır. Turistik mekânların çokluğu ile hem Batılı milletlerin, hem de İslâm milletlerinin cazibe alanıdır. Çok hareketli bir şehir olan İstanbul’da hayat da çabuk geçer. Dünya meşgalelerinin dağdağası arasında hayatın nasıl geçtiği ve tükenişe doğru gittiği anlaşılamaz bile. Günlük girip çıkanlarla birlikte yaklaşık yirmi milyon insana ev sahipliği yapan İstanbul’da, yirmi dört saat insanlar hareket halindedir. Camileri, Nur dershaneleri, ilim ve irfan merkezleri, sarayları, otelleri, gökdelenleri, çeşitli isimlerdeki batakhaneleriyle iç içe yaşayan İstanbul; hayır şer, iyilik kötülük, güzellik çirkinlik, hidayet dalâlet, iman küfür gibi bütün zıtları bünyesinde barındırır. İstanbul gecelerinin karanlığını aydınlatan maddî nur olan elektrik lâmbaları olduğu gibi, dalâlet ve sefâhatin mânevî gecelerini beyaz gecelere çeviren de, mânevî nur olan Nur Risâleleri ve Risâle-i Nur dersleridir. İstanbul’un yüzlerce semt ve mahallesinde icrâ edilen ve her gece binlerce insanın katılarak istifade ettiği Risâle dersleri, İstanbul’un beyaz gecelerinin gerçek adresleridir. 2010 yılının 30 Ocak Cumartesi akşamı, o beyaz gecelerden birisini Üsküdar semtinde yaşadık. O gece hizmet merkezimizin salonu kalabalık bir cemaatle doluydu. Beykoz ve Çamlıca gibi diğer yerleşim yerlerinden gelen gönül dostlarımız da vardı. Uzun yıllardan sonra ilk defa görüştüğüm büyüklerim olduğu gibi, her birisi için ruhumu çekinmeden fedâ edebileceğim eskimeyen otuz kırk yıllık dâvâ arkadaşlarım da bulunuyordu. Hele gençler, ışıl ışıl bakan masum gözleriyle, bu kudsî dâvânın hizmetkârlığında bizler de varız diyorlardı. Risâle-i Nur Hareketi, sahabe mesleğinin bu asra yansıyan bir cilvesiydi. Sahabeler, müşrik bir toplumu muvahhid bir toplum hâline getirmek için canla başla çalışıp iman ve Kur’ân’a hizmet ettikleri gibi, son müceddidin kahraman şâkirtleri olan Nur Talebeleri de, dalâlet bataklığına yuvarlanıp haram çamuruna bulanmış bir kitlenin, taklit mertebesindeki imanlarını tahkik mertebesine yükseltmenin gayretini gösteriyorlardı. Hadis-i şerife göre; bir kişinin imanını kurtarmak, sahralar dolusu kırmızı koyun ve develeri sadaka vermekten daha sevaplı bir hizmetti. Yine, bir insanın hidayetine vesile olmak, güneşin üzerine doğduğu her şeyden daha hayırlıydı. Öyleyse, durmanın zamanı değildi. Mevcuda iktifa dûnhimmetlikti. İstanbul ve Anadolu’daki mânevî fetihler için ayağa kalkmanın ve şahlanmanın tam zamanıydı. Mesleğimizin dört esasından biri olan şevk-i mutlak atına binerek dolu dizgin hizmetten hizmete koşmalıydı. Ömür sermayesi bitmeden ve “Atı alan, Üsküdar’ı geçti” denilmeden, kudsî hizmete sahip çıkılmalıydı. Biz, uhrevî bir cemaattık. Âhiret için çalışıyorduk. Ama, dolaylı yoldan dünyaya da faydamız vardı. Çünkü, dindar insanların çoğunlukta olduğu bir ülkede, âsâyiş ve emniyeti temin etmek daha kolaydı. Yaşı elliyi aşanların ve bizim gibi altmışı bulanların, artık yüzü tamamen âhirete dönük olmalıydı. Sırtımızı büsbütün dünyaya çevirmeli, yani dünyayı kalben terk etmeli, dünyevî beklentilerden uzak olarak sırf Allah rızâsını hedeflemeliydik. “Uyan ey gözlerim uyan! Üsküdar’da sabah oldu” hayıflanmasına düşmeden, ölüm sekeratı uyandırmadan uyanmalıydık. Bunun için, imtihan olunmak hikmetiyle yaşadığımız mâzi sayfalarındaki olumsuzluklarla zihnen meşgul olmamak için o sayfayı kapatıp, hizmete âit yepyeni beyaz bir sayfa açmalıydık. Adam yetiştirmek kolay değildi. Otuz kırk seneden beri bu kudsî dâvânın çilesini çeken, büyük tecrübeler elde eden, Nurlara hakkıyla vâkıf olduğu halde çeşitli sebeplerle köşesine çekilen samimî kahraman arkadaşlarımızı yine hizmet sahasına çekmeli ve onların tecrübesiyle gençlerin enerjisini birleştirmeliydik. Bizler, birbirimize en yakın nesebî kardeşten daha ziyade kardeştik. El ele ve omuz omuza verip tesânüd ederek, ihlâs dairesinde ve rızâ-yı İlâhî yolunda bu kudsî hizmeti lâyık olduğu yere yükseltmeliydik. Çünkü, ömür sermayemiz hızla tükeniyordu. Gazetemize ve dergilerimize hakkıyla sahip çıkıp, çok büyük bir makamın temsilciliğini yapan Bediüzzaman’ın dâvâsını daha geniş dairelere duyurmalıydık. “Ey kardeşlerim! Dikkat ediniz. Vazifeniz kudsiyedir, hizmetiniz ulvîdir. Herbir saatiniz, bir gün ibadet hükmüne geçebilecek bir kıymettedir. Biliniz ki, elinizden kaçmasın” îkazları kulağımıza küpe olmalıydı. Şimdi, toparlanmanın, birlik, beraberlik, uhuvvet ve tesânüd içinde hizmet etmenin tam zamanıydı. Üsküdar’daki sohbetimiz bu minval üzere sürüp gitti. İstanbul’un beyaz gecelerinden birisini birlikte yaşamıştık. Böyle bir mânevî atmosferin yaşanmasına vesile olan bütün gönül dostlarıma, gönüller dolusu şükranlarımı sunuyorum. İstanbul’un bir beyaz gecesinin sabahında Ankara Terminaline ulaştığım zaman, her köşedeki hoparlörden müezzinin yanık sesiyle okuduğu sabah ezanı yankılanıyordu. Müslüman Türkiye, işte böyle bir iklimin adıydı. 03.02.2010 E-Posta: [email protected] |