Sami CEBECİ |
|
İstanbul’un beyaz geceleri |
Bediüzzaman Hazretlerinin dünya cennetine benzettiği İstanbul, tam dört yüz yetmiş yıl boyunca Osmanlı Devletine başşehirlik yaptı. Kurtuluş Savaşından sonra kurulan Meclis tarafından Ankara başşehir kabul edildi. Her ne kadar Ankara başşehir ise de, dünya Türkiye’yi İstanbul ile tanır. Beynelmilel bir şehir olan İstanbul, bir çok Avrupa devletinden hem nüfus, hem de yüz ölçümü bakımından daha büyüktür. Ticaret merkezi olan İstanbul, aynı zamanda medya ve basın dünyasının da merkezidir. Ülkeye yön veren fikir merkezi de orasıdır. Turistik mekânların çokluğu ile hem Batılı milletlerin, hem de İslâm milletlerinin cazibe alanıdır. Çok hareketli bir şehir olan İstanbul’da hayat da çabuk geçer. Dünya meşgalelerinin dağdağası arasında hayatın nasıl geçtiği ve tükenişe doğru gittiği anlaşılamaz bile. Günlük girip çıkanlarla birlikte yaklaşık yirmi milyon insana ev sahipliği yapan İstanbul’da, yirmi dört saat insanlar hareket halindedir. Camileri, Nur dershaneleri, ilim ve irfan merkezleri, sarayları, otelleri, gökdelenleri, çeşitli isimlerdeki batakhaneleriyle iç içe yaşayan İstanbul; hayır şer, iyilik kötülük, güzellik çirkinlik, hidayet dalâlet, iman küfür gibi bütün zıtları bünyesinde barındırır. İstanbul gecelerinin karanlığını aydınlatan maddî nur olan elektrik lâmbaları olduğu gibi, dalâlet ve sefâhatin mânevî gecelerini beyaz gecelere çeviren de, mânevî nur olan Nur Risâleleri ve Risâle-i Nur dersleridir. İstanbul’un yüzlerce semt ve mahallesinde icrâ edilen ve her gece binlerce insanın katılarak istifade ettiği Risâle dersleri, İstanbul’un beyaz gecelerinin gerçek adresleridir. 2010 yılının 30 Ocak Cumartesi akşamı, o beyaz gecelerden birisini Üsküdar semtinde yaşadık. O gece hizmet merkezimizin salonu kalabalık bir cemaatle doluydu. Beykoz ve Çamlıca gibi diğer yerleşim yerlerinden gelen gönül dostlarımız da vardı. Uzun yıllardan sonra ilk defa görüştüğüm büyüklerim olduğu gibi, her birisi için ruhumu çekinmeden fedâ edebileceğim eskimeyen otuz kırk yıllık dâvâ arkadaşlarım da bulunuyordu. Hele gençler, ışıl ışıl bakan masum gözleriyle, bu kudsî dâvânın hizmetkârlığında bizler de varız diyorlardı. Risâle-i Nur Hareketi, sahabe mesleğinin bu asra yansıyan bir cilvesiydi. Sahabeler, müşrik bir toplumu muvahhid bir toplum hâline getirmek için canla başla çalışıp iman ve Kur’ân’a hizmet ettikleri gibi, son müceddidin kahraman şâkirtleri olan Nur Talebeleri de, dalâlet bataklığına yuvarlanıp haram çamuruna bulanmış bir kitlenin, taklit mertebesindeki imanlarını tahkik mertebesine yükseltmenin gayretini gösteriyorlardı. Hadis-i şerife göre; bir kişinin imanını kurtarmak, sahralar dolusu kırmızı koyun ve develeri sadaka vermekten daha sevaplı bir hizmetti. Yine, bir insanın hidayetine vesile olmak, güneşin üzerine doğduğu her şeyden daha hayırlıydı. Öyleyse, durmanın zamanı değildi. Mevcuda iktifa dûnhimmetlikti. İstanbul ve Anadolu’daki mânevî fetihler için ayağa kalkmanın ve şahlanmanın tam zamanıydı. Mesleğimizin dört esasından biri olan şevk-i mutlak atına binerek dolu dizgin hizmetten hizmete koşmalıydı. Ömür sermayesi bitmeden ve “Atı alan, Üsküdar’ı geçti” denilmeden, kudsî hizmete sahip çıkılmalıydı. Biz, uhrevî bir cemaattık. Âhiret için çalışıyorduk. Ama, dolaylı yoldan dünyaya da faydamız vardı. Çünkü, dindar insanların çoğunlukta olduğu bir ülkede, âsâyiş ve emniyeti temin etmek daha kolaydı. Yaşı elliyi aşanların ve bizim gibi altmışı bulanların, artık yüzü tamamen âhirete dönük olmalıydı. Sırtımızı büsbütün dünyaya çevirmeli, yani dünyayı kalben terk etmeli, dünyevî beklentilerden uzak olarak sırf Allah rızâsını hedeflemeliydik. “Uyan ey gözlerim uyan! Üsküdar’da sabah oldu” hayıflanmasına düşmeden, ölüm sekeratı uyandırmadan uyanmalıydık. Bunun için, imtihan olunmak hikmetiyle yaşadığımız mâzi sayfalarındaki olumsuzluklarla zihnen meşgul olmamak için o sayfayı kapatıp, hizmete âit yepyeni beyaz bir sayfa açmalıydık. Adam yetiştirmek kolay değildi. Otuz kırk seneden beri bu kudsî dâvânın çilesini çeken, büyük tecrübeler elde eden, Nurlara hakkıyla vâkıf olduğu halde çeşitli sebeplerle köşesine çekilen samimî kahraman arkadaşlarımızı yine hizmet sahasına çekmeli ve onların tecrübesiyle gençlerin enerjisini birleştirmeliydik. Bizler, birbirimize en yakın nesebî kardeşten daha ziyade kardeştik. El ele ve omuz omuza verip tesânüd ederek, ihlâs dairesinde ve rızâ-yı İlâhî yolunda bu kudsî hizmeti lâyık olduğu yere yükseltmeliydik. Çünkü, ömür sermayemiz hızla tükeniyordu. Gazetemize ve dergilerimize hakkıyla sahip çıkıp, çok büyük bir makamın temsilciliğini yapan Bediüzzaman’ın dâvâsını daha geniş dairelere duyurmalıydık. “Ey kardeşlerim! Dikkat ediniz. Vazifeniz kudsiyedir, hizmetiniz ulvîdir. Herbir saatiniz, bir gün ibadet hükmüne geçebilecek bir kıymettedir. Biliniz ki, elinizden kaçmasın” îkazları kulağımıza küpe olmalıydı. Şimdi, toparlanmanın, birlik, beraberlik, uhuvvet ve tesânüd içinde hizmet etmenin tam zamanıydı. Üsküdar’daki sohbetimiz bu minval üzere sürüp gitti. İstanbul’un beyaz gecelerinden birisini birlikte yaşamıştık. Böyle bir mânevî atmosferin yaşanmasına vesile olan bütün gönül dostlarıma, gönüller dolusu şükranlarımı sunuyorum. İstanbul’un bir beyaz gecesinin sabahında Ankara Terminaline ulaştığım zaman, her köşedeki hoparlörden müezzinin yanık sesiyle okuduğu sabah ezanı yankılanıyordu. Müslüman Türkiye, işte böyle bir iklimin adıydı. 03.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Hüseyin EREN |
|
Yirmi Beşinci Devâ |
Hastalar Risâlesi’nin başında öyle bir gönül alıcı giriş yapar ki Üstad, hastaları aklen ve ruhen teslim alır: “Bu manevî reçete, bütün yazdıklarımızın fevkinde bir sür'atle te’lif edildi; Evet Rüştü, Evet Re’fet, Evet Hüsrev, Evet Said.” Haif naif bir hâlette bu satırları okurken farkında olmayarak sesli tebessüm ettim; tevazu bu kadar olur, kendini kardeşlerine tercih etmek bu kadar olur, incelik bu kadar olur; müellif kendi eseri hakkında hükmü kendi vermiyor, kardeşlerini tercih ediyor, onları şahit tutuyor, kendi adını da en sona yazıyor… Onu erişilmez kılan da bu; hikmet kadar şefkatte de ileri, şefkat kadar hikmette de ileri; öyle incelikli bir denge kurmuş ki düşündürürken bile tebessüm ettiriyor… Karşısındakilerin hasta olduğunu biliyor; böyle bir başlangıçtan sonra hangi hasta içmez; şuur altını temizleyen o tatlı şurupları. Hikmeti ve şefkati satırlarda gezen, sözde kalan değil hayatını kuşatan hâl ve yaşantı olduğundan, okuyucu şuurun bütün kapılarını açıyor ona; direkt şuur altına akıyor söyledikleri. Üstad sen Üstadsın, Bediüzzaman’sın; seni methetmek bile yakışmıyor; af buyur… En hoşlanmadığın şeylerden biri de methedilmek; kaç talebeni bundan dolayı tardetmişssin; yine kusura bakma. Sadece tevazu değil yaptığın, bir sistem inşâsı; nazarları cemaat şahs-ı mânevîsine ve Risâle-i Nur’lara çevirmek… Manevî hastalıklardan tam iyileşemedik ki bunu hâlâ anlayamadık; bizi yine talebe kabul eder misin? Elimizden tutup bizi Kur’ân talebeliğine taşır mısın Üstadım? Nasıl ki doktor, şurupları içilmesi için sabah, öğle, akşam veya sabah akşam verir; öylesi bir içişle içiyorum devaları; Yirmi Beşinci Lem’a’nın Yirmi Beşinci Deva’sına geldim;—aklım soruyor bu arada neden yirmi beşinci lem’a ve yirmi beş deva diye—teenni ile acele etmeden, nasıl olsa evde istirahattayım. İfadesi zor bir şey, nasıl bir mânâ ve hal yüklenmesi olduğunun; hasta olup da ihtiyaç duyarak okuyanlar anlar desem belki biraz anlaşılır. Zihnî karışıklık, kalbî karanlıkla bu kadar oluyorsa, aydınlanmış bir akıl, hüşyar bir kalp ile okunsa nasıl bir etki yapar; bu hâlimle anlayamıyorum. Anlamıyorsanız da okuyun demesini şimdi biraz daha iyi anlıyorum; Nur Risâle’leri sadece şuura hitap etmiyor, şuur altını da yeniden tanzim ediyor… Bu bağlamda Risâlelerin tamamı “Hastalar Risâlesi” desek yanlış olmaz sanırım. Hasta ve gaddar asrın insanlarını tedavi eden edviyeler; ism-i Rahîm ve Hakîm’den dökülen Nur Risâleleri… Kur’ân şifa; onun okunması şifa, ondan akan Risâle-i Nur’lar şifa; onunla meşguliyet devâ; okumak, yazmak, anlatmak, her halde onunla hallenmek… Ne şükür edilesi bir nimet ve şifa Kur’ân’la tanışmak, Hz. Peygamber’e (asm) ümmet olabilmek; ölülerin ve ölgünlerin yaşadığı karanlık asırda bize Kur’ân’ı ve Peygamberi öğreten Bediüzzaman ve Risâle-i Nurları tanımak. Ya Şâfî, Ya Şâfî, Ya Rahman, Ya Rahman: Bize madde ve mânâda acil şifalar ver; ömrümüze bereket ihsan eyle, hayatın ve ölümün hayrını göster; buradaki dostlar kadar kabrin arkasındaki dostlarla da ünsiyet ve aşinalık ver. Kaldığım yerden devam ediyorum; Yirmi Beşinci Deva. 03.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Huzur, kadere iman ile mümkündür |
Her şey kader ile takdir edilmiştir. Takdir Allah’a, tedbir de insana aittir. İnsan iradesiyle hayatına bir yön vermeye çalışır. Allah’tan gelen her şeyi de sabır ve tahammülle karşılamakla mükelleftir. İnsanın hayatı hep güllük gülistanlık olmaz. Acısız, ıztırapsız, sıkıntısız bir hayat düşünülemez. Musîbetler, felâketler, ölümler, yokluklar hiç eksik olmaz. Kısacası dünya, zevk ve lezzet yeri değildir. Böyle bir dünyada yaşayan bir insan, eğer kadere îman etmezse, bunların üstesinden gelemez; altında ezilip kalır, boğulup gider. İşte kadere îman, akıl sahibi olan herkese, bu girift, karmakarışık gibi gözüken dünya hâdiselerinin hiçbirinin rastgele olmadığını, sayısız hikmetleri bulunduğunu, hassas bir plân ve program dairesinde cereyan ettiğini hatırlatır. Bu hatırlama ile insan rahatlar, derûnî bir huzur ve emniyet hisseder. Kadere îman eden başına gelen her şeyin Allah’tan geldiğini ve içerisinde bildiği veya bilemediği sayısız hikmetler bulunduğunu düşünür, rıza ile karşılar. Bu inançtan mahrum olanlar ise en küçük bir hâdise veya musîbet karşısında, “ah!” ve “of” çekmekten kurtulamazlar. Kadere îman aynı zamanda hüzün ve ümitsizliğin de ilâcıdır. Onu anlamamak veya yanlış anlamak ise, değil hüznü ve ümitsizliği yok etmek, kat kat arttırır. Kadere îman, herhangi bir musîbet veya felâket geldiğinde, “Ne yapalım, kaderimde varmış” deyip sabretmek ve razı olmayı gerektirir. “Ne yeryüzünde vukû bulan ve ne de sizin başınıza gelen hiçbir musîbet yoktur ki, onu yaratmamızdan evvel bir kitapta yazılmış olmasın. Bu ise Allah için pek kolaydır”1 âyeti bunu apaçık göstermiyor mu? Kader defteri ve programımızı açıp okuyamadığımıza göre, “Eyvah, filân zaman başımıza şu gelecek” diye dehşete kapılmanın ve inlemenin de anlamı yoktur. Kadere imân, insanı hayatın ağır yükünden kurtarır. Böylece sıkıntı ve şikâyete sebep olan şeyler ortadan kalkar. İnsan son derece âciz, zayıf; belâları çok; fakirdir, ihtiyacı pek ziyâde; hayat yükü pek ağır. Şikâyet ve yakınma ise hiçbir zaman problemi çözmüyor; bilâkis pekiştiriyor. Eğer insan sonsuz kudret sahibi Cenâb-ı Hakk’a dayanıp tevekkül etmezse ve itimad edip teslim olmazsa, vicdânı dâim azab içinde kalır. Sonuçsuz zahmetler, meşakkatler, elemler, üzüntüler onu boğar; ya sarhoş veya canavar eder. Dolayısıyla Rabb-i Rahim’e muhtaçtır. Onun yardımı olmaksızın ayakta kalması, var olabilmesi imkânsızdır. Sürekli şikâyetler ve çözümsüzlükler içinde sıkıntılarla dolu bir hayat yerine, her durumda ve her anda Âlemlerin Rabbinden medet istemek, O'nun yardımına müracaat etmek her varlığın tek çıkış yoludur. “Görelim Mevlâ neyler, neylerse güzel eyler” deyip O'na tevekkül eden, kaderi tenkit etmeyen, şikâyeti bırakır; başını örse vurmaz! Şu halde; iki dünya saadeti ve huzûru, Allah’a tevekkül ve kadere imân ile mümkündür.
Dipnot:
1- Kur’ân, Hadîd, 22. 03.02.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Asâ-yı Mûsâ üzerine |
Abdullah Bey: “Bedîüzzaman Hazretlerinin bir eserine Asa-yı Musa ismini vermesinin hikmeti nedir?”
Bediüzzaman Hazretleri Asa-yı Musa ismini aslında her çiçekten, her zerreden, her varlık biriminden Tevhid hakikatlerine giden yolları keşfettiği cihetiyle; ifrat veya noksanlıklardan kurtulamayan Vahdetü’l-Vücud, Vahdetü’ş-Şuhud, İlm-i Kelâm veya Felsefe meslekleri karşısında, Kur’ân’ın Cadde-i Kübrâ’sını gösteren Risâle-i Nur’un geneli için kullanır.1 Öyle ki, Allah’ı bulmak için Allah’tan başka her şeyi yok sayan Vahdet-i Vücud mesleğinin veya görünen her şeyin ancak ve ancak Allah’ın varlığına şehadet ettiğini ispat etmek için, Allah’tan başka hiçbir şeyin kendi başına görünmediği esasına dayanan Vahdetü’ş-Şuhûd mesleğinin; ya da Allah’ın varlığını ispat etmek için varlıkları sebep-sonuç ilişkisiyle aklen başlangıca kadar götürdükten sonra, başlangıçta bir ilk hareket vericiyi ispat esası üzerine kurulan İlm-i Kelâm ve Felsefe mesleklerinin, Allah’ın varlığını ispat hususunda eksik veya ifrat yanları vardır. Nitekim Hâlık Teâlâ’nın yarattığı varlıkları yok saymak mümkün olmadığı gibi, bunların görünmediğini iddia etmek de gerçekçi değildir. Keza, Allah’ın varlığını ispat etmek için başlangıca kadar gitmek ise hem uzak, hem risklidir. Bu, dağdan su getirmek için yer altına su boruları döşemeye benzer ki, borular tıkanır, kırılır veya kesilirse su almak mümkün olmaz. Oysa Kur’ân için her şey Allah’ın varlığının delillerindendir. Ne varlıkları yok saymaya, ne görünmediğini iddiâ etmeye, ne de tâ başlangıca kadar gitmeye gerek yoktur. Kur’ân, her şeyi, Allah’ın varlığına birer delil kabul edilmesi için yeterli görür. “Size korku ve ümit veren şimşeği göstermesi ve gökten su indirip ölümünden sonra yeri onunla diriltmesi O’nun varlığının delillerindendir. Bunlarda düşünen bir kavim için dersler vardır.”2 Ya da, “Allah’ın rahmet eserlerine bakınız!”3 veya, “Seni yaratan Rabbinin adıyla oku!”4 Yahut buna benzer binlerce Kur’ân âyeti, bütün nazarlarımızı içinde yaşadığımız muhteşem nizama çeker ve “her an, her an dilediği gibi yaratmakta ve tasarruf etmekte olan”5 Sahibi-i Zülcelâl’i etrafımızı kuşatan eserlerle düşünmeye ve bulmaya çağırır. Yani Kur’ân’a göre her şeyde Allah’ın varlığına ve birliğine götüren birçok deliller vardır; insan kâinatı okumalıdır. Çünkü Kur’ân, kâinatı okumakta ve okutmaktadır.6 İşte Asa-yı Musa ismi, her yerde kuyuları kazıp su çıkarmaya ehil olan, yani Tevhid hakikatlerini her bir şeyde gösteren Kur’ân-ı Hakîm’in minhâc-ı hakîkisi olan Risâle-i Nûr’u tavsif etmekte ve göstermektedir. Çünkü Risâle-i Nur, Kur’ân’ın Allah’a ulaştırdığını bildirdiği “delilleri ve âyetleri” net bir tefekkür, şuhud ve keşif yoluyla izhar ve beyan etmektedir. Bilindiği gibi Kur’ân, Hazret-i Musa’nın asasından muhtelif âyetlerinde bahseder. Hazret-i Mûsâ’nın (as) elinde bazen yılan olup dehşet saçması, bazen denize vurulduğunda denizi ikiye yarması, bazen yerden su fışkırtması gibi muhtelif mu'cizelere mazhar olan asâ7; nihâyet kavminin müthiş açlığı ve dayanılmaz susuzluğu karşısında Hazret-i Musa’nın (as) taştan on iki gözlü su gibi bir hayat kaynağı çıkarmasına vesîle olmuş ve mu’cizevî asâ birden bire bütün İsrâiloğullarının ümidi hâline gelivermişti. Kur’ân “‘Asanı taşa vur’ dedik; ondan on iki gözlü pınar fışkırdı da, herkes içeceği yeri bildi”8 âyetiyle asâ ile yerden fışkıran hayat kaynağını hatırlatır. Kur’ân’ın feyziyle yerden, gökten ve her şeyden Tevhid hakikatlerinin fışkırdığını gösteren Bedîüzzaman’ın Asâ-yı Mûsâ’sı da, gerek fert, gerekse toplum olarak sayısız manevî dertlerimize şifa kaynakları sunmakta, Tevhid inancını dimağlarımıza nakşetmektedir. Hazret-i Ali’nin (ra) bin dört yüz yıl öncesinden takdir ettiği9 değerli bir eserdir.
Dipnotlar:
1- Mektûbât, s. 317. 2- Rûm Sûresi, 30/24. 3- Rûm Sûresi, 30/50. 4- Alak Sûresi, 96/1. 5- Rahmân Sûresi, 55/29;Burûc Sûresi, 85/16. 6- İşârâtü’l-İ’câz, s. 15. 7- A’râf Sûresi, 7/117; Tâhâ Sûresi, 20/19-20; Şuarâ Sûresi, 26/63; Neml Sûresi, 27/10; Kasas Sûresi, 28/31. 8- Bakara Sûresi, 2/60. 9- Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 118. 03.02.2010 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
12 Eylül meddahları, bir adım geri dursun |
Son bir–iki sene içinde, askerî cuntaya ait yaklaşık bir düzine kadar "darbe eylem planı" deşifre edildi. İyi de oldu. Muhtemelen Amerikan ve İngiliz istihbaratının yardımıyla ve Avrupalı sosyalistler kanalıyla Türk medyasındaki yine sosyalist (ya da sosyal demokrat) kesime servis edilen bu ihanet planlarının çoğu eski tarihli (7–8 yıl öncesine ait) olup bayat bilgileri ihtiva ediyor. Olsun, yine de son derece önemli ve dikkat çekici bilgilerdir bunlar. Asla küçümsenmemeli. Bu sayede, duyarlı bir kamuoyu oluşuyor. Bugüne kadar cunta faaliyetleri, darbelerin mahiyeti ve darbecilerin içyüzünü hakkıyla tanıyamamış olan halkımızın gözü açılıyor, neyin ne olduğunu daha iyi anlamaya, öğrenmeye başlıyor. Özellikle son askerî ihtilâlden (1980) sonra dünyaya gelen yeni jenerasyonun demokrasi ve darbeler hakkında bilgisi artıyor, daha şuurlu, daha duyarlı bir hale geliyor. Hasıl olan bilgi ve duyarlılık, insanlarımıza şunu söyletmeye başladı: Vay canına! Demek ki, her darbe öncesinde böyle ihanet planları yapılmış. Kaos ortamı oluşturulmuş. Provokatif eylemler sahneye konulmuş. Kan döktürülmüş, kardeş kavgası körüklenmiş, aynı silâhla zıt taraflar vurulmuş... Mevcut hükümete karşı nefret hissi tahrik edilen halk, aynı zamanda ümitsizliğe düşürülmüş. Nihayetinde halk, bir askerî harekâtın artık kaçınılmaz olduğu beklentisi içine sokulmuş ve düğmeye öylece basılmış. Cuntacılar, böylelikle kurtarıcı diye alkışlatılmış... Yani, kelimenin tam anlamıyla kumpas, mizansen, yanıltmaca, kandırmaca hali... Gelişmelere bu açıdan bakınca, yani halkın uyanışı ve bilinçlenmesi noktasında bakınca, haliyle memnuniyetimiz artıyor. Ne var ki, madalyonun bir de öbür yüzü var. Onu da görüp tarif etmeden olmaz. * * * Madalyonun diğer yüzünde ise, bize buruk bir sevinç yaşatan, dolayısıyla derinden derine bizi düşünmeye sevk eden tuhaf mı tuhaf bazı gelişmelere şahit oluyoruz. Meselâ, daha düne kadar darbe şakşakçılığı yaptığı halde, bugün ortalığa çıkıp demokrasi mücahidi kesiliverenlerin pişkin halleri. Meselâ, 12 Eylülcüler gibi zalimane bir cunta harekâtının meddahlığını yaptığı halde, sanki bunda hiç günahı yokmuş gibi bugün kalkıp demokrasi havarisi kesiliverenlerin tuhaf mı tuhaf davranışları. (NOT: Yapılan darbenin, mazideki Mohaç, Niğbolu ve Malazgirt'te kazanılan zaferlerden aşağı olmadığı, hatta İstiklâl Harbinden bile üstün olduğu iddiasına dair yazı için bakınız: Hürsöz, 18 Mart 1982) Keza, 7 Kasım 1982'de referanduma sunulan darbe anayasasını var gücüyle savunarak "Evet" için çalıştığı, hatta 1987'de bile darbecilerin keyfi tasarrufu olan "siyasî yasakların" savunuculuğunu yaparak, Özal ile birlikte bağıra çağıra siyasî hürriyete karşı "Hayır" bayrağını taşıyanların, bizim gibi hürriyetin bedelini ödeyen ve bu meyanda rüştünü ispat edenlere, şimdi çıkıp demokrasi dersi vermeye tevessül edenlerin pişkin halleri. (NOT: Yeni Asya'nın defalarca kapatılma pahasına karşı gelip reddettiği darbe anayasası (1982), baskı altında yapılan referandumda yüzde 90 oranında kabul gördü. 1987'deki "siyasî haklar"la ilgili referandumda ise, evet ile hayır oyları birbirine çok yakın (yüzde 50) oranlarda çıktı. * * * Bugün itibariyle, hemen bütün grup ve cemaatlerin hürriyet ve demokrasiden yana, cunta ve diktaya karşı bir tavır sergilemesi, elbette ki sevinilecek ve hayra alâmet görülecek bir manzara arz ediyor. Rahatsız edici tuhaf görüntü ise şudur: "Sadık okuyucu" olmadığı her halinden belli olan kimseler tarafından bize yöneltilen birtakım "ders verici" mahiyette, yahut "akıl öğretici" tonda bazı mesajlar var. Bu mesajlarda, meselâ şu tarz sözler yer alıyor: "Siz, gazetenizde Ergenekonculara, Balyozculara, ihanet planlarına imza atan cuntacılara karşı çok yumuşak davranıyorsunuz. Yeterince sert davranmıyorsunuz. Böyle hürriyetçilik, böyle demokratlık olur mu?" Vesaire... Daha ne diyelim böylelerine... Kırk yıllık tavizsiz istikrar çizgisi meydanda dururken, böylelerine kalkıp ne diyebilirsiniz ki... Hani "Dinime dahleden, bari Müselman olsa." Yanlış anlaşılmasın. Biz herkesten, hatta çocuktan bile hürriyet ve demokrasi dersini almaya, dinlemeye açığız. Ancak, hürriyet ve demokrasi karnesi kırıklarla dolu, hem her defasında sınıfta kalmış olanların, tutup bize darbeciler, cuntacılar meselesinde ders vermeye kalkışması, son derece komik kaçıyor. Beyler! Şayet, 12 Eylül Darbesine alkış tuttuysanız, ardından darbecilerin anayasasına evet dediyseniz, lütfen şimdi bir adım geri durun. Evvelâ, işlediğiniz o büyük günahtan dolayı, şöyle iyicene bir tevbe istiğfar edin. Hatadan, kusurdan arının; sonra gelip bizimle demokrasi meydanında aşık atmaya çalışın. Evet beyler! Aradan yıllar geçtiği halde, yine de 12 Eylül Darbecilerinin keyfi tasarrufunu hoş gördüyseniz, cuntacıların iktidardan silâh zoruyla devirmiş olduğu demokratlar için "İyi oldu. Oh olsun!" dediyseniz, dahası 1987'de yapılan "Siyasî yasaklar kalksın mı?" referandumunda "Hayır" tercihinde bulunduysanız, lütfen bir adım geri durunuz. İleri çıkıp hadden aşarak, bize demokrasi dersi vermeye çalışmayınız. İyisi mi, gelin, hep birlikte yıllar önceki arşivlere bakalım ve darbecilere, cuntacılara karşı nasıl durulur, nasıl direnilir, nasıl mukabele edilir görelim, bilelim. Özellikle 1971 Muhtırası ve 1980 Darbesi karşısında kimin ne dediğini, kimin nasıl bir tavır takındığını, darbe anayasasının halka dayatıldığı günlerde kimin nasıl bir duruş sergilediğine bakıp görelim ki, zamanın kimi haklı çıkardığını, gelişmelerin kimin dâvâsını tasdik ettiğini hakkıyla öğrenmiş olalım. Hakkıyla öğrenmiş olalım ki, şimdi de ölçülü, dengeli hareket edelim ve hakperestçe konuşalım. Evet, bundan 7–8 sene evvelki darbe ihtimalini ve bu ihtimalin delilleri olan "darbe günlüklerini, kaos planlarını" eleştirelim, hatta yerden yere vuralım, mesul kişilerin adâletin pençesine teslim edilmeleri için ne gerekirse yapalım... Ama, bunu yaparken, bir yandan da tatbik sahasına konmuş ve kanlı darbelerle neticelenmiş olan cunta faaliyetlerini ve o faaliyetler karşısındaki tavrımızı da unutmadan; yani, geçmişteki darbelerle hesaplaşmayı da, kendi yaptıklarımızla yüzleşmeyi de ihmal etmeden hareket edelim ki, samimiyetimiz ortaya çıksın, dürüstlüğümüz tescil edilsin. Aksi halde, söz ve davranışlarımız inandırıcı olmaz. Hülâsa: Yakın tarihte yaptıklarıyla dürüstçe yüzleşenler, şimdi bir adım öne çıkıp rahatça konuşabilir. Onları saygıyla dinlemeye hazırız. Bunu beceremeyenler, yaptığı hatanın üzerine yatmayı tercih edenler, lütfen bir adım geride dursun; hürriyet ve demokrasi mücadelesinde rüştünü ispat etmiş olanları takip ederek adımını atsın. Tâ ki, hem bir hakkı teslim etme faziletini göstersin, hem de yeni hatalara, gizli tuzaklara düşme tehlikesinden kurtulabilsin. 03.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Eğitim, eğitim, eğitim |
Bursa, Orhangazi’de yaşanan bir hadise, eğitimin içinde bulunduğu durumu bir nebze olsun yeniden gündeme taşıdı. Kısaca hatırlamak gerekirse, bir ilköğretim okulunda sınıf başkanı ve başkan yardımcısı olan iki kız çocuğunun arkadaşlarına serzenişleri söz konusu idi. Sınıfta başkan yardımcısı olan kız çocuğu, hem kendisinin hem de ailesinin ‘fakir’ olmasından bahisle, “Arkadaşlar, fakir olduğum için öğretmenim beni sınıf başkanı seçmedi, bakın ben yırtık ayakkabılarla okula geliyorum” anlamına gelecek sözler sarfetmişti. Eskiden olsa bu sözler Orhangazi sınırlarını aşmayabilirdi. Ama teknolojinin gelişmesi sebebiyle bu sözler videoya çekilmiş, ardından da ‘sosyal iletişim ağı’ adı verilen “facebook” benzeri paylaşım sitelerine atılmış. Dolayısı ile bu gelişmeden bütün dünya haberder olmuş, bu kısa ‘film’ en çok ‘tık’lanan görüntüler arasında yer almış. Hadise burada bitmedi, gelişmeyi ‘para’ya tahvil etmek isteyen TV kanalları çocukları programa çıkardılar. Asıl ‘bomba’da TV ekranlarındaki canlı yayında patladı. ‘Şirin kız çocukları’ öğretmenlerinin TV’ye çıkmasına izin vermeyen valiye ‘tepki’ gösterirken, “Öğretmenime neden izin vermediler. O valilerin kalıplarına tüküreyim” deyiverdi. (Kanal D, “Beyaz Şov” programı, 29 Ocak 2010) Televizyonlara yansıyan görüntüler izleyenlerin yüreğini burkmuş olacak ki, yapılan yorumlar ‘büyümüş de küçülmüş’ kız çocuklarını öven tesbitlerle dolu. Pek çok yardımsever kişi ve kuruluş da maddî yardım yapmak için harekete geçmiş. Bunlar elbette güzel haberler, fakat hadisenin başka cepheleri de var. Öncelikle, yıllardan beri uygulanan ‘tek tip kıyafet’in yaşanan fakirliği örtmeye yetmediği görüldü. Diğer bir nokta da, pek çok öğrencinin fakirlik sebebiyle sıkıntı çekmeye devam ediyor olmasıdır. Kız çocuklarının sözleri tebessümle karşılanmış olsa da, büyükleri hakkında kullandıkları dil hepimizi düşündürmelidir. Bir ilkokul öğrencisi, “O valilerin kalıplarına tüküreyim” diyebilir mi? Dese, bu söz duymazdan gelinip ‘tebessümle’ karşılanabilir mi? Yanlış anlaşılmasın: Bu sözü sarf ettikleri için o minikleri suçluyor değiliz. Dikkat çekmek istediğimiz nokta, eğitimin, ailenin ve çevrenin geldiği noktadır. Aslında o sözleri o minik çocuklar söylemedi. Söz onların ağzından çıktı, ama gerçekte o sözü okul, eğitim, aile, sokak ve ev halkı söylemiş sayılır. Dilin kirlenmesi, ‘argo’nun hayatımızı teslim alması, internet ve ‘mesaj’ dilinin hayatımıza hakim olması büyük bir tehlike. İşte, hepimizi düşündürmesi gereken nokta da budur. Üzülmeyi gerektiren bir nokta daha var: Benzer hadiselerde olduğu gibi, Bursa’daki kız çocuklarının ‘fakir’liği ortaya çıkınca harekete geçen ‘sistem’ niçin bu fakirliğe karşı mümkün olan bir çözüm bulamıyor? İki yıl önce de Van’da benzer bir hadise meydana etmişti. Hakkâri ve Çukurca’dan göç eden ailelerin yerleştiği Van’ın Beyüzümü Mahallesindeki Vali Adnan Darendeliler İlköğretim Okulu öğrencilerinin ‘yırtık ayakkabı’larla okula gitmesi hayırseverleri harekete geçirmişti. (Star, 26 Aralık 2008) Bütün ‘fakir’ öğrenciler, yardım görmek için manşetlere taşınmayı mı bekleyecek? Türkiye’yi idare edenlerden ricamız, ‘fakir öğrenciler’ konusuna biraz daha ciddî yaklaşmaları, ‘sıcak koltukları’ndan kalkmaları ve kalıcı çare bulmalarıdır. “Büyümüş de küçülmüş” öğrencilerimizden de ricamız, “her şeye rağmen” ağızlarından kötü kelimelerin çıkmaması. Ayrıca, bu noktada hepimize vazife düştüğünün de farkına varalım. 03.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
“Açılım”ın asıl çıkmazı… |
“Değişim” sloganıyla ve “Türkiye partisi olacakları” iddiasıyla kamuoyuna karşı kapatılan DTP’nin yanlışlarını tekrarlamayacağı vaadinde bulunan BDP’nin olağanüstü kongresinde olup bitenler, “etnisite”ye dayalı siyasetin çıkmazını bir defa daha ortaya koyuyor. Ve bu “çıkmaz”, ne yazık ki “demokratik açılımı” da çıkmaza sokuyor; Türkiye’nin önündeki en büyük handikap oluyor. Ne var ki asıl “çıkmaz”, artık olağan hale gelen bildik ritüellerin ötesinde yarım saat içinde seçilen partinin yeni eşbaşkanlarının konuşmalarından ortaya çıkıyor. Yeni dönemde daha katı, sertleşme ve restleşme mesajları verilerek, demokratikleşme sabote ediliyor… Öncelikle yeni Başkan Demirtaş’ın “askerlik”le ilgili ajitasyonu ile Eşbaşkan Kışanak’ın, “çözümün tek adresi olarak Öcalan ve PKK’nın muhatap alınması” ısrarı, BDP’nin de DTP’nin izinde olduğunun ve PKK'nın sözcülüğüne soyunduğunun açık göstergesi oluyor…
“BDP’NİN PKK’NİN ARABULUCUSU” YAPILMASI… “Solda birlik” çağrısında bulunan Kışanak’ın, “Kürt sorunun çözümünü Öcalan’ın muhatap alınması”na endeksleyip Öcalan’ın misyonunu “PKK üzerindeki etkili gücü” yorumu, bu partinin de Öcalan’ın tefrikalı “yol haritası”nı esas aldığını açığa çıkarıyor. BDP’nin de “terörün bitmesi”nin ve “anaların ağlamaması”nın tek yolunu “Öcalan’ın önerdiği çözüm”de gördüğünü gösteriyor. Bütün bunlara ilâveten, sorunun demokratikleşme ve sivilleşmenin ötesinde yeniden kışkırtmalarla tahrike vardırılması, söz konusu “demokratik talepleri” yaralıyor. Demirtaş’ın, “Çatışma ve savaşın yeniden başlama ihtimalinin giderek yükseldiği bu dönemde” ifâdesi, ne yazık ki yine gerginliklere ve karşılıklı öfke ve infiâle kapı açıyor. Bu açıdan, işadamlarından öğretmenlere, âilelerden sanatçılara kadar bütün Kürt vatandaşları “Kürtçeye” sahip çıkmaya davet eden BDP yöneticilerinin, “sivil itaatsizlik” ve “demokratik hakları” aşıp işi yeniden tehdide vardırmaları, haklarındaki şüpheleri arttırıyor; problemi daha da zora sokuyor. Çıkmaz, kongre arifesinde Öcalan’ın İmralı’dan avukatları aracılığıyla, “PKK der ki ‘ben devletle sorunlarımı silâhla çözüyorum’, dağda-kırsalda bir yapılanması var; ama BDP ‘Meclis’te, yasal zeminlerde çözmek istiyoruz’ diyebilir” cümlesinin ardından, “BDP, PKK’nin arabulucusu olur” tâlimatından türüyor…
“DEVEKUŞU SİYASETİ”YLE TEHDİT! Devekuşu” siyasetiyle, önce “BDP’nin PKK ile bağı yok” deyip, peşinden de “resmî ve siyasî sözcüsü” direktifini vermesi, bu partiyi de yeri geldiğinde “deve”, yeri geldiğinde “kuş” haline çeviriyor… Bir yandan “BDP, PKK’nın sözcüsü değildir” derken, diğer yandan BDP’ye, “PKK’yı terörist ilân etmek benim işim değildir’ demeli” uyarısında bulunup “açılım’da süreç gelişirse BDP aracılığı üstlenebilir” telkiniyle “arabuluculuk görevi”yle DTP gibi BDP’yi de “PKK’nın siyasî kanadı” haline getirmesi, daha baştan kördüğüme yol açıyor. Anlaşılan o ki 30 bin insanın katlinden sorumlu Marksist terör örgütü başı, iç ve dış bağlantılı bir “proje”yi yürütüyor. Kafasına “etnisiteyi siyasallaşma” stratejisini koymuş; âdeta bir “özgürlük savaşçısı” gibi kendini “Kürtlerin temsilcisi” olarak lanse edip uluslararası arenada kabullendirme peşinde. Bu “proje”yle hem kendisinden emir alan “yasadışı silâhlı bir örgüt” dediği PKK’yı tasfiye ettirmeyip elinin altında “terörle tehdit aracı” olarak tutuyor. Hem BDP’yi sözkonusu emellerinde istimal ediyor. Böylece içte “terör sopası”nı gösterirken, dış dünyaya karşı “siyasallaşma” maskesini takıyor. Kamuoyu “demokratik talepler”le şaşırtılıp ırkî ayırım üzerine bina edilen iftirak fitnesi, “demokrasi ve özgürlükler” paravanında sunuluyor… Bunun içindir ki BDP de DTP gibi, “terörü durdurmada etkin olmadığı, tek yetkili İmralı’nın ve terör örgütünün mutlaka muhatap alınması gerektiği, aksi halde terörün artacağı” tehdidini tekrarlıyor. Ve bu durum, “açılım koordinatörü” İçişleri Bakanı’nın , “açılım”ın ana amacı olarak gösterdiği demokratikleşmeyi engelleyen etkenlerin başında geliyor. Tefrikayı programının başına koyan, terör örgütünün arabulucusu etnik ve unsuriyetçi siyasetle “açılım” ve demokratikleşmenin olmayacağı bir defa daha ayân-beyân ortaya çıkıyor. “Açılım”ın asıl çıkmazı bu… 03.02.2010 E-Posta: [email protected] |
H. İbrahim CAN |
|
BM Genel Sekreterinin Kıbrıs ziyareti |
Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban Ki-Moon’un Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetini ziyaret etmesi, hem de görüşmenin Cumhurbaşkanlığı köşkünde gerçekleşmesi, Rum kesimini hayli rahatsız etti. Kalabalık bir vatandaş grubunun karşıladığı Genel Sekreter, daha sonra yapılan görüşme sonrasında çözüm için liderlerden söz aldığını açıkladı. Bu ziyaretin hemen öncesinde tamamlanan görüşme turunda da önemli ilerlemeler kaydedildiği belirtiliyordu. Ancak Rum tarafının resmî açıklamaları durumu farklı yansıtıyor. Rum lideri Hıristofyas’ın BM Güvenlik Konseyi’nin beş daimî üyesine gönderdiği ve resmî internet sitelerinde de yayınladığı mektupta, Türk tarafının uzlaşmaz bir tutum takındığından şikâyet ediliyor ve barışa ulaşamamanın sebebi Türklerdir deniliyor. Güya Türk kesimi “Türkiye ve Türk kesimi lehine tek taraflı bir hakemlik” olarak nitelenen Annan Planının sunduğundan bile fazlasını istiyordu. İşte buna örnekler: - Annan Planında rotasyonlu başkanlıkta 2:1 oranı önerilirken, şimdiki Türk talebi 3:2 idi. - Bakanlar Kurulunda Annan Planı 6:3 oranını öngörürken, şimdi 7:5 oranı talep ediliyordu. - Planda yalnızca senatoda özel çoğunluk aranırken, şimdi Türk tarafı mecliste de özel çoğunluk aranmasını istiyordu. - Annan Planında dış politika kararlarının federe devletler tarafından diğer tarafa danışılarak alınmasının öngörülmesine karşın, şimdi Türkler bu tür kararların onların onayı ile alınmasını istiyordu. Bunun gibi bir çok konuda Türk tarafı uzlaşmaya yaklaşmıyordu. Bunun için de yukarıda görüldüğü gibi kabul ettikleri Annan Planına bile aykırı taleplerde bulunuyordu. Sanki Rum kesimi bu planı onaylamış ya da şimdi bu talepleri kabul ediyormuş gibi… Peki Hıristofyas bu şikâyete neden gerek duyuyordu? Bunun tek sebebi; müzakerelerde kaydedildiği belirtilen ilerlemelere rağmen Rum kesiminin uzlaşma niyetinde olmaması. Aslında adadaki bu müzakereler Türkiye ile AB arasındaki üyelik müzakerelerine benziyor. İkisinde de bir müzakereden çok, “uyum” adı altında tamamen teslim olma talep ediliyor. AB ile müzakere değil, AB’nin bütün müktesebatının iç hukuka adapte edilip uygulamaya konulması bekleniyor. Kıbrıs’ta da Rumlar kendi istedikleri hususların tamamen Türk kesimince kabulünü bekliyor. Nasıl olsa AB üyesi oldular ve Birliğin bütün hakları ve imkânlarından yararlanabiliyor. Aslında Türk kesimini almak bu kaynakları paylaşmak anlamına gelecek. Öyleyse bir yandan uluslar arası topluma, ‘bakın uzlaşmak istiyoruz, müzakereleri sürdürüyoruz’ derken, öbür yandan mümkün olduğu kadar ayak diremek istiyorlar. Genel Sekreterin adaya yaptığı ziyaret, Birleşmiş Milletler’in bu konuya verdiği önemi gösteriyor. Umarız Avrupa Birliği de Birleşmiş Milletler’den daha fazla etkin olabileceği bu alanda, Rum kesimine karşı tavrını koyar ve Birlik hukukunun verdiği zorlayıcı etkiyi kullanır. Böylece Kıbrıs halkı da bir an önce, tecrit edilmiş bir nüfus olmaktan çıkıp, barış ve huzur içinde Avrupa Birliği’nin nimetlerinden yararlanır. Bu uzlaşmada tek vazgeçilmez şart ise; Türkiye’nin garantörlük haklarının güvenceye alınması olmalıdır. 03.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
EMASYA ve ötesi |
Başbakan Erdoğan, Balyoz darbe planıyla gündeme gelen üç önemli konuda; EMASYA protokolü, Millî Güvenlik Siyaset Belgesi ve TSK İç Hizmet Kanunu 35. maddesi konularında dikkat çeken açıklamalar yaptı. EMASYA ile ilgili olarak, koordinatör bakanın çalıştığını söyledi; “Bunu gündemimizden çıkaracağız, ortadan kaldıracağız” dedi. Gerekirse yasal düzenleme yapacaklarını, sözlerine ekledi. Ama, başında bulunduğu hükümetin evvelce 2005’te protokolün uzatılmasına onay verdiği ve 2008’de de Genelkurmay’a yaptığı “Değiştirelim” teklifinin, bir rivayete göre terörün devam ediyor olması gerekçe gösterilerek, bir diğerine göre müzakereye dahi gerek görülmeden geri çevrildiği yönündeki haberler, istifham uyandırıyor. Aynı şekilde, EMASYA’nın yasal dayanağı olarak gösterilen İl İdaresi Kanunu 11/D maddesinin iptali için 1996 yılında yapılan başvurunun Anayasa Mahkemesince reddedildiği bilgisi de. Bu olayın ilginç taraflarından biri, başvurunun Mümtaz Soysal ve Oya Araslı’nın başını çektiği CHP’li milletvekilleri tarafından yapılmış olması. Üzerinde durulması gereken bir diğer nokta da, o dönemde İl İdaresi Kanununa sokuşturulan bazı maddelerin hukuk ve demokrasi açısından sıkıntılara yol açabileceği yönünde ciddî endişelerin dile getirilmesine rağmen bunların dikkate alınmaması ve sonraki gelişmelerin, o zaman ikazda bulunmuş olanları haklı çıkarması. Bu, şimdi gündemde olmasa da benzer içeriğe sahip MGK Kriz Yönetmeliği için de geçerli. Keza hem İl İdaresi Kanununda, hem de Kriz Yönetmeliğinde yapılan değişikliklerin, Erbakan başkanlığındaki Refahyol hükümeti döneminde gerçekleştirilmiş olması da bir diğer ilginç nokta. Açıkça görülüyor ki, bu hükümet bahane edilerek başlatılan 28 Şubat sürecindeki uygulamaların bilumum “yasal” dayanakları yine aynı hükümete hazırlatılıp adım adım hayata geçirilmiş. Tıpkı son balyoz harekâtı ve diğer darbe planlarına dayanak olarak gösterilen EMASYA protokolü ile Millî Güvenlik Siyaset Belgesinin AKP iktidarında eşzamanlı olarak uzatılması gibi... Şimdiye kadar yapılmış bütün darbelerin dayandırıldığı TSK İç Hizmet Kanununun 35. maddesi ise, hâlâ kaldırılmayı veya demokrasimizi yeniden bu tür müdahalelere maruz kalmaktan koruyacak şekilde düzeltilmeyi bekliyor. Ve bu konuda da ilginç bir durum, CHP lideri Baykal’ın 2004’te AKP hükümetine bu maddeyi gündeme getirmesi çağrısında bulunmuş olması. O zaman bu çağrıyı duymazlıktan gelen hükümetin, şimdi de söz konusu madde için tamamen kaldırmayı mı, yoksa düzeltmeyi mi kast ettiği net olarak anlaşılamayan ve keza zamanlama açısından da “Ya bu dönemde veya daha sonra” gibi muğlâk mesajlar verdiğini görüyoruz. CHP’nin Millî Güvenlik Siyaset Belgesiyle ilgili tavrının ne olduğunu bilmiyoruz. Ama gerek EMASYA, gerekse 35. madde için, kendisini ilzam edip bağlayacak tavır ve beyanları mevcut. Yukarıda belirttiğimiz gibi, İl İdaresi Kanununun EMASYA’ya dayanak teşkil eden maddesinin iptali için Anayasa Mahkemesine yapılan başvuru, CHP’li vekillerin imzasını taşıyordu. 35. madde için çağrıda bulunan da Baykal’dı. Diğer meseleler bir tarafa, bu iki konuda hükümet gerekli hazırlıkları sür’atle tamamlayıp, CHP ile diyaloğa geçerek ve onun da desteğini talep ederek harekete geçmek için neyi bekliyor? Diyelim ki, CHP bu konularda da ayak sürüdü ve geçmişte sergilediği tavırla çelişen farklı bir tutum ortaya koydu; o zaman kamuoyu önünde sıkıntıya girecek olan, anamuhalefet partisi olur. Ve AKP, hem CHP’yi hırpalamak için yeni bir koz daha elde etmiş; hem de zaten bu partinin desteğine gerek duymadan tek başına yapabileceği düzenleme ve değişiklikleri gerçekleştirerek, kısmen de olsa demokrasinin önünü açmış olur. Protokol iptalinin Danıştay’a, yasa değişikliğinin AYM’ye takılmasından korkuyorsa ayrı konu. 03.02.2010 E-Posta: [email protected] |