Abdil YILDIRIM |
|
İnsanın kalbi karnından geniş olmalı |
İnsan, beden denilen maddî bir kalıp ile, ruh denilen mânevî bir varlıktan meydana gelmiştir. Beden şehâdet âleminden, ruh ise gayb âleminden gelmiş, ikisi vücut denilen merkezden birleşerek insanı meydana getirmiştir. Her ikisinin de fıtratlarına münasip gıdalarla beslenmeye ihtiyacı vardır. Beden, mideye giren gıdalarla, ruh da kalbe giren mânalarla beslenir. İnsanın vazifesi, ömür sermayesini doğru yerde kullanarak bu iki varlığın da ihtiyaçlarını tedarik edip, nafakalarını temin etmektir. Ömür sermayesinin günlük istihkakı olan yirmi dört altın değerindeki zaman dilimini, öyle dikkatli kullanmalı ki, ne mide aç kalarak beden zayıf düşsün, ne de kalp aç kalarak ruh gıdasız kalsın. Rezzak-ı Mutlak olan Cenâb-ı Hak, hem bedenin, hem de ruhun rızkını göndermiştir. İnsana düşen, bunları bulundukları yerden toplamak, ihtiyaç nispetinde istimal etmektir. Bedenin ihtiyaçları maddî olup, dünya hayatı ile sınırlıdır. Kabir kapısından içeri adım attıktan sonra, bedenin hiçbir şeye ihtiyacı kalmaz. Ruhun ise, ihtiyaçları devam edecektir. Kabirde ışığa, mahşerde yardıma, mizanda rahmet ve şefaate, Sırat’ta güvenli bir bineğe ihtiyaç duyacaktır. Onun için dünyada iken ruhun çok iyi beslenmesi, ahiret âlemindeki bu ihtiyaçları için erzak tedarik etmesi gerekecektir. Ruhu beslemek de kalbin görevi olduğundan, insanın çok geniş bir kalbe ihtiyacı vardır. Ruhun uzun yolcuğunda yanında olması gereken en önemli ihtiyacı, imandır. Öyleyse kalpte en güzel ve en geniş yer imana ayrılmalıdır. İman çekirdeği burada filizlenecek, beslenecek ve ruhu ebedî saadet menzillerine taşıyacaktır. Onun için kalpte imana ait çok özel ve geniş bir mekân bulunmalıdır. Kalpte sevgi için de geniş bir alana ihtiyaç vardır. Zirâ sevgi hayatın olmazsa olmaz ihtiyaçlarındandır. Dünya çok güzel ve sevimli nimetlerle doldurulmuştur. İnsan anne ve babasını sever, eşini, çocuklarını sever, dostlarını ve arkadaşlarını sever. Bir çiçeğin letâfetini, bir meyvenin lezzetini, suların sesini, rüzgârların nefesini sever. Dünyadaki bütün güzellikleri sevmek ister. Bu kadar sevgiyi sığdırmak için de dünya kadar geniş bir kalbe ihtiyaç vardır. Kalpte sevgiden başka şefkat, merhamet, sevinç, hüzün, öfke, hasret, vuslat, ümit, korku, arzu, istek, emel ve elem gibi daha pek çok duygu ve lâtifelere de yer ayırmak gerekir. Bunların her biri, ruha bir güzellik ve tazelik verecektir. Ebed yolculuğunda kendisine arkadaş olacaklar, onu hiçbir zaman yalnız bırakmayacaklardır. Bu kadar duygu ve düşünceleri sığdırmak için insanın kalbinin dünyadan da büyük olması lâzımdır. Kalp aynı zamanda vücut sarayının şeref salonudur. En değerli misafirler burada ağırlanır. Bir padişah, sarayının en güzel ve en geniş mekânlarını böyle misafirleri için tahsis eder. En önemli işler burada karara bağlanır. Bu salonlar, hayatın idare ve idame merkezidir. Onun için alabildiğine geniş ve ferah olmalıdır. Mide ise, vücut sarayının kileri ve mutfağı ayarındadır. İçinde gıda ve erzak saklanan kiler nerede, en şerefli misafirlerin ağırlandığı ve en önemli işlerin görüldüğü şeref salonu nerede? Ama bazı saray sahipleri, ahmaklık edip mide dairesini olabildiğince geniş tutarken, kalp dairesini daraltmaktadırlar. Serseri sultanlar şeref salonunu kiler olarak kullanmakta, misafirlerini de kilerde ağırlamaktadırlar. Yani kalplerini daraltırken, midelerini genişletmektedirler. Yirmi dört altının tamamını bedenleri için harcamakta, ruhun istek ve ihtiyaçlarını ihmal etmektedirler. Kalbin ihtiyacına bir saatlik sermaye harcamayı, kalp dairesine bir miktar erzak tedarik etmeyi düşünmemektedirler. Kalbi daralan insanın ruhu sıkılır. Hayatın yükü ağırlaşır, ruhun beli bükülür. Halbu ki vücut sarayının Mucid’i olan Cenâb-ı Hak, bu sarayı yaparken kalpleri ne kadar geniş tuttuğunu İnşirah Sûresi’nde beyan etmektedir. “Biz senin göğsünü açıp genişletmedik mi? Belini büken yükünü üzerinden kaldırmadık mı? Ve senin şânını yüceltmedik mi?” (İnşirah Suresi: 1-3) İnsan, gaflet ve dalâletinden dolayı Cenâb-ı Hakk’ın genişlettiği bir kalbi daraltmaya kalkarsa, ruhunun yükünü ağırlaştırdığı gibi, yüce olan şânını da ayaklar altına düşürür. 08.12.2009 E-Posta: [email protected] |