Ahmet ÖZDEMİR |
|
İnsan, şu kâinat kitabını okuyor (mu?) |
Rabbimizi bize tarif eden üç büyük tarif edici kâinat kitabı, Kur’ân-ı Kerim ve Resul-i Ekrem (a.s.m.) Efendimizdir. Yer ve göklerin yaratılış amacında insanın konumu şu âyet-i kerimede açıklığa kavuşturulur: “Yeryüzünde ne varsa sizin için O yarattı. Bundan başka semaya da iradesini yöneltti ve gökleri yedi tabaka olarak tanzim etti. O her şeyi hakkıyla bilendir.”1 Kur’ân-ı Kerim bu âyetiyle şuna işaret etmektedir: “İnsanın pek yüksek bir kıymeti olmasaydı, semavat ve arz onun istifadesine muti ve musahhar olmazdı. Ve keza, insan ehemmiyetsiz olsaydı, mahlûkat onun için halk edilmezdi. Eğer insan ehemmiyetsiz ve kıymetsiz olsaydı, o vakit insan, mahlûkat için halk olunacaktı. Ve keza, insanın Hâlikı yanında mevkii pek büyük olduğu içindir ki, âlem-i dünyayı kendisi için değil, beşer için, beşeri de ibadeti için halk etmiştir." 2 Kur’ân-ı Kerim’den önce, dünya inkâr ve cehalet bataklığına düşmüş, insanlık vahşet ve dehşet içinde idi. Her gece dünya semasını bir şehrayin gibi süsleyen yıldızlar, her sabah dünyaya ışık ve hayat veren güneş, her bahar yeniden dirilen yeryüzü, üzerlerinde yazılı mânâları okuyacak bir çift göz bulamadan geçip gidiyordu. Çiçekler, böcekler, kuşlar, denizler, ırmaklar, dağlar, ovalar, bulutlar bir başıboşluk içinde yuvarlanıyor; ne anlattıkları, neye hizmet ettikleri, hangi san'atkârın nakışlarıyla süslendikleri anlaşılamadan yokluk perdesi altında kaybolup gidiyordu. Sonra Kur’ân-ı Kerim yeryüzüne indi. Kâinat kitabı okunmaya başladı. Asırları örten karanlıkları âyetleriyle birer şimşek gibi delip geçti. Ülfet, alışkanlık perdesini yırttı, gözümüzün önündeki varlıkların ve olayların anlamlarını açığa çıkardı. Güneşi insanlığa gösterdi, “Bu Rabbinizin âyetidir” dedi. “O'nun emriyle size ışık ve hayat verir. O'nun emriyle yanar, O'nun emriyle söner. O'nu övüp O'nu tesbih eder.” Sonra ayı gösterdi. “Bu sizin kandiliniz ve takviminizdir” dedi. “Rabbinizin emriyle gecenize nur saçar, size vaktinizi bildirir; takvimcilik yapar. O'nun emriyle aydınlanır, O'nun emriyle aydınlatır. O'nun emriyle her gece şekilden şekle girer, O'nu övüp O'nu tesbih eder” Arkasından yıldızları gösterdi. “Hem gecenin karanlığında, hem inkâr ve cehalet karanlıklarında yolunuzu onlarla bulursunuz” dedi. Kur’ân kâinat kitabını okumaya devam etti: “Onlar Rabbinizin emriyle yanar, O'nun emriyle gezer, O'nun emriyle semanızı süsler, size tebessüm edip dururlar. O'nu övüp O'nu tesbih ederler. Sayısız dillerle size O'nu anlatırlar. Bakın, okuyun, anlayın!” Gökyüzünü gösterdi. “Bulutlara bakın!” dedi. “Rahmetimizi müjdelemek için koşarak size gelen rüzgâra bakın. Korku ve ümit içinde size gösterdiğimiz şimşeğe, gök gürültüsüne bakın. Nasıl bağırarak konuşuyor? Kuşların cıvıldaşmalarıyla, denizlerin dalgalarıyla, yaprakların hışırtılarıyla Allah’ı tesbih ettikleri gibi gökyüzünü de böyle konuştururuz.” Göklerde ve yerde ne varsa hepsini teker teker gözler önüne serdi, “Rahman’ın yarattığında nizamsızlıktan eser göremezsin” dedi. Gözü şahit yapıp akla yol gösterdi. Hükmünü akıllara tasdik ettirip vicdanlara seslendi: “Haydi, göklerde ve yerde gözünüzü gezdirin. Bakın, her şey nasıl yerli yerine konmuş. Demek ki, bunları yapan, adaletle iş görüyor. Öyleyse siz de adil olun. Yoksa zulmünüz cezasız kalmaz.” “Sonra bir daha bakın. Güneşin ışığı nerelerden gelip sizin yardımınıza yetişiyor. Bulutları taşıyan rüzgârlar nasıl imdadınıza koşuyorlar? Toprak bitkileri, bitkiler hayvanları, hayvanlar sizi nasıl besliyor? Bunları veren, ancak bütün âlemlere hükmü geçen bir Yaratıcı olabilir. Demek ki, sizin acizliğiniz ve zayıflığınız, O'nun rahmetine bir vesiledir. Öyleyse siz de aranızda zayıf olanların yardımına koşun. Yoksa kendinizi rahmetten mahrum bırakırsınız.” “Sonra dönün kendi yaratılışınıza bakın! Kendinizi okuyun! Altı ayda hücrelerinizin yenilendiğini görün. Tekrar her baharda yeryüzünün dirilişine dikkat edin. Sonra göklerin ve yerin nasıl yaratıldığını düşünün. Bütün bunları yapan, elbette sizi tekrar diriltmeye de kadirdir. Sizi bu dünyada hesapsız nimetleriyle aziz bir misafir gibi ağırlayan, ebedî cennetlerinde sonsuz nimetleriyle mutlu etmeye de kadirdir. En küçük bir böceğin en küçük bir ihtiyacını görüp yetiştiren, sizin gizli ve açık bütün dileklerinizi de işitir ve yerine getirir. Öyleyse O'na yönelin. Dünyada güzelce yaşayın, ahirettte güzellik bulun.” İşte, vahşete ve dehşete bürünmüş bir dünyaya, bunlar gibi daha nice hakikatlerle nurlar saçan bir Kur’ân indi. Gökler ve yer, akıllar ve kalbler onunla birden aydınlanıverdi. Özetle, insan mümtaz ve müstesnadır; seçkin bir makama sahiptir. Yani “özel” olarak yaratılmış, varlıkların en şereflisi olarak dünyaya gönderilmiştir. Bir başka ifadeyle diğer varlıklar hizmetine verilmiştir. Bu kadar masrafın elbette bir karşılığı olmalıdır. Kâinatın ve dolayısıyla insanların yaratılışındaki hikmet ve gaye, “Ben, cinleri ve insanları ancak bana iman ve ibadet etsinler diye yarattım” 3 ferman-ı celilince, imandan sonra ibadettir. Hamd ise, ibadetin özet bir sureti ve küçük bir nüshasıdır ve bu makamda zikri, yaratılışın amacını tasavvur etmeye işarettir. “Cenâb-ı Hak, insanı, kâinata cami bir nüsha ve on sekiz bin âlemi havi şu büyük âlemin kitabına bir fihrist olarak yaratmıştır. Ve Esma-i Hüsnadan her birisinin tecelligâhı olan her bir âlemden bir örnek, bir numune, insanın cevherinde vedia bırakmıştır. "Eğer insan, maddî ve manevî her bir uzvunu Allah’ın emrettiği yere sarf etmekle hamdin şubelerinden olan şükr-ü örfiyi ifa ve şeriate imtisal ederse, insanın cevherinde vedia bırakılan o örneklerin her birisi, kendi âlemine bir pencere olur. İnsan, o pencereden, o âleme bakar ve o âleme tecelli eden sıfatla o âlemden tezahür eden isme bir mir’at ve bir ayna olur. O vakit insan, ruhuyla, cismiyle âlem-i şehadet ve âlem-i gayba bir hülâsa olur ve her iki âleme tecelli eden, insana da tecelli eder. İşte bu cihetle, insan, sıfat-ı kemaliye-i İlâhiyeye hem mazhar olur, hem muzhir olur. Nitekim Muhyiddin-i Arabî, ‘Ben gizli bir hazine idim. Bilinmek, tanınmak istedim. Bu sebeple de Beni tanımaları, gizli kemalat ve cemalimi bilmeleri için mahlûkatı yarattım.’ hadis-i şerifinin beyanında, 'Mahlûkatı yarattım ki, Bana bir ayna olsun ve o aynada cemalimi göreyim' 4 demiştir." 5 Yani Allah, kâinatı kendi isim ve sıfatlarının tecellisini seyredebileceği bir ayna olarak yaratmıştır. Allah’ın kendi eser ve san'atlarını görmek ve göstermek için varlıkları yaratmış olması yaratılışın amacını teşkil etmekte, bu yaratılış ise Allah’ın yaratıcı iradesiyle ve “düşünülen ihtimallerin en güzel şekliyle” 6 yaratılmış olmasıdır. Bu sebeple tabiat veya tesadüfe izafe edilen bir “yaratıcı irade” aramaya imkân yoktur. Zira bunlar, yaratıcı irade göstermeye gücü yeten bir fail durumunda değillerdir. Yaratılış olayı, nizam ve intizam içinde kendisini gösteren şuurlu bir fiildir. Bu inanç ışığında yaratılış olayı tek ve mutlak istinadını Allah’ın yaratıcı iradesinde bulabilir.7 Okuyabilene… Anlayabilene…
Dipnotlar:
1- Bakara Sûresi,29. 2- Bediüzzaman Said Nursî, İşaratü’l-İ’caz, s. 387-388. 3- Zariyat Sûresi, 56. 4- Keşfü’l-Hafa, 2: 132. 5- Bediüzzaman Said Nursî, İşaratü'l-İ'caz, s. 23. 6- Bediüzzaman Said Nursî, Muhakemat, s. 54. 7- Safa Mürsel, Devlet Felsefesi, s. 53. 07.12.2009 E-Posta: [email protected] |