Hüseyin GÜLTEKİN |
|
Günahlardan korunmanın en tesirli çaresi; azimetle amel |
Din elbette kolaylıktır. Din-i İslâm’da mü’mini zora sokacak, onu meşakkate götürecek hiç bir emir ve yasak elbette yok. Onun gücünü, takatini aşacak, onun götüremeyeceği hiç bir ibadet, hiç bir kural da yok... Dolayısıyla mü’min, rahatça dinini yaşama hakkına sahiptir. Herhangi bir zorluğa, meşakkate girmeden kulluk vazifelerini yerine getirebilir. Hatta bu noktada, dinin kolay yönlerini tercih mânâsındaki ruhsatla amel etme hakkına da sahiptir. Lâkin bütün bunları gözönünde bulundurarak, dinin hep kolay yönlerini tercih hakkını, yani ruhsatla amel etmeyi alışkanlık hâline getiren mü’minlerin—bu tarz bir dinî yaşantı geçerli bir tarz olmakla beraber,—bazı haram ve günahlarla da komşu olduklarını, her an, her zaman bir iltibasın olabileceğini akıldan uzak tutmamaları gerekir. Ruhsatla amelin dinî çerçevenin, helâl dairesinin son sınırı olduğunu; haramlara, günahlara komşu olması hasebiyle nefis ve hevânın tahriklerini, ülfet ve gafletin çoğu zaman galebe çalıp hükmünü icra ettiğini hesaba kattığımızda, ruhsatla veya fetva ile amelin, tehlikelerden hâlî olmadığını görürüz. Nitekim günümüzde ruhsatla amel eden, fetvalarla dinî yaşantılarını sürdüren bir çok ehl-i dinin, zaman zaman bazı zorlama ve tekellüflü te’vil ve yorumlarla hiç çekinmeden haramlara da girdiklerini esefle müşahade ediyoruz. “İnandıkları gibi yaşayamayanlar; yaşadıkları gibi inanmaya başlarlar” kaidesince, bazı ehl-i dinin yaşamakta olduğu zevk, his ve hevâyı esas alan yaşantılarına, dinden bazı fetvâ ve ruhsatları âlet ettiklerini görüyoruz maalesef. Günah-ı kebîre olduğu net ve kesin olan faizi “nema” veya “kredi” diye adlandırarak şu veya bu ihtiyaç için bazı ehl-i dinin kullanıyor olmasını; lüks ve şatafatlı bir yaşantı biçimini, her yönüyle israfa dayanan bir hayat tarzını meşrûlaştırmak için zorlama te’villerle dinden fetva arayışlarına giren bazı muhafazakâr kesimin varlığını; dinin kesin emri olmasına rağmen, bazı uydurma fetvaların sevkiyle bazı sözde dindarların hiç çekinmeden başörtülerini çıkarmalarını ve bununla beraber diğer giyim-kuşamlarında da artık dindeki tesettür biçimini nazara almadıklarını görünce, ruhsat veya fetvayı esas alan dinî yaşantıların bu fitne asrında beraberinde bazı tehlikeleri de gündeme getirdiğini görüyoruz. Kabul etmek durumundayız ki, ehl-i din olarak dünyevîleşme ve modernizm, bazı duyarlılıklarımızı ve hassasiyetlerimizi aşındırdı ve aşındırmaya devam ediyor. Ülfetle çoğu zaman bu tehlikeyi sezebilme istidatlarımız da köreldi. Bunun sonucu olarak dinî yaşantılarımızda sık sık hep işin kolay yönlerini tercih durumuna geldik. Ve sonuçta haramlarla, günahlarla neredeyse iç içe, yan yana olduğumuzu fark edemez olduk. Bu mânada Efendimizin (asm) “Haram apaçık bellidir, helâl da apaçık bellidir. Bu ikisi arasında şüpheli olanlar vardır. Kim şüpheli şeylerden kaçınırsa, dinini korumuş olur” hadis-i şerifindeki teşhis ve tespiti çok iyi değerlendirip, o yönde bir dinî yaşantının gayreti içine girmekte fayda var bu zamanda. Şüpheli şeylerin çoğaldığı bu dehşetli asırda bundan başka da bir çare yok gibi. Haramların, günahların dört tarafımızdan bizi ablukaya aldığı şu fitne asrında, taklidî bir inançla, yarım-yamalak bir dinî yaşantıyla kendimizi muhafaza etmek kolay mı dersiniz? Tahkikî ve güçlü bir imana sahip olmadan, takvâ ve azimeti bırakıp, hep işin kolay yönünü tercih ederek, hep ruhsat ve zorlama fetvalarla amel ederek, bu asrın dehşetli şerlerinden, günahlarından korunabilmek mümkün mü acaba? Bir çok sahada olduğu gibi, bu konuda da Nur talebelerinin dinî yaşantılarıyla, takva ve azimete dayanan amelleriyle nümûne-i imtisal olup, sair ehl-i dine nokta-i istinad olmaları bu zamanda önemli bir zarurettir. Çünkü Bediüzzaman ve saff-ı evvel olan talebeleri dinî yaşantılarında hep azimet ve takvayı esas aldılar ve bu noktada avâm-ı ehl-i dine nümune ve istinat noktası oldular. İsterseniz konu ile alâkalı olarak Bediüzzaman’dan iki iktibas yapalım: “Risâletü’n-Nur, gerçi umuma teşmil sûretiyle değil, fakat herhalde hakikat-i İslâmiyenin içinde cereyan edip gelen esas-ı velâyet ve esas-ı takvâ ve esas-ı azîmet ve esâsât-ı Sünnet-i Seniye gibi ince, fakat ehemmiyetli esasları muhafaza etmek bir vazife-i asliyesidir. Sevk-i zarûretle, hadisâtın fetvalarıyla onlar terk edilmez.” (Kastamonu Lâhikası, s. 53) “Bu zamanda tahribat ve menfî cereyan dehşetlendiği için, takvâ bu tahribata karşı en büyük esastır. (...) Risale-i Nur şakirtlerinin, bu zamanda en mühim vazifeleri, tahribata ve günahlara karşı takvâyı esas tutup davranmak gerektir.” (Kastamonu Lâhikası, s. 110) 06.12.2009 E-Posta: [email protected] |