Hüseyin GÜLTEKİN |
|
“Zaman cemaat zamanıdır” |
Bediüzzaman, bu zamanın cemaat zamanı olduğunu söylüyor. Zamanın Bedii’si böyle diyorsa bu tesbiti ciddiye alıp, o istikamette bir duruş sergilemek, o doğrultuda bir tavır içinde bulunmak, bütün ehl-i dinin göz önünde bulundurması gereken bir vazife olsa gerek. Bilhassa hakkı tebliğle vazifeli olanlar, İ’lâ-i Kelimetullah’ı her şart altında yapmakla yükümlü olanların, Bediüzzaman’ın bu asırda cemaat olmanın ehemmiyetine dair tesbitini ve tavsiyesini dikkate alıp, kulak ardı etmemeleri gerekir. İsterseniz, Bediüzzaman’a kulak verelim: “Bu zaman, ehl-i hakikat için, şahsiyet ve enaniyet zamanı değil. Zaman, cemaat zamanıdır. Cemaatten çıkan bir şahs-ı mânevî hükmeder ve dayanabilir. Büyük bir havuza sahip olmak için, bir buz parçası hükmündeki enaniyet ve şahsiyetini o havuza atmaktır ve eritmek gerektir. Yoksa, o buz parçası erir, zayi olur; o havuzdan da istifade edilmez.” (Kastamonu Lâhikası, s. 106) Görüldüğü gibi ehl-i hakikat için cemaat olmanın önemini çok net bir şekilde nazarlara verdikten sonra Bediüzzaman, akabinde de herkesin, bir buz parçasına benzettiği enaniyetini ve şahsiyetini ortak olan bir havuzda eritmesi gerektiğini; buna uyulmadığında da, yani şahsiyet ve enaniyetlerden vazgeçilmediği takdirde de, bu kişilerin şu veya bu şekilde mânevî zararlarla karşı karşıya olacaklarını ihtar ediyor bizlere. Konu ile alâkalı olarak Üstadın şu ifadelerine de bakalım isterseniz: “Şu zaman cemaat zamanıdır, şahıs zamanı değil. Şahıs ne kadar dâhî ve hattâ yüz dâhî derecesinde olsa, bir cemaatin mümessili olmazsa, bir cemaatin şahs-ı mânevîsini temsil etmezse, muhâlif bir cemaatin şahs-ı mânevîsine karşı mağlûptur.” (Mektubat, s. 425) Açıkça görüldüğü gibi Bediüzzaman, şahısları bir değil, yüz dâhî derecesinde bile olsa bir cemaate dâhil olmadıkça, tek başına kaldığı müddetçe muhalif bir cemaate karşı mağlûp olacağını haber veriyor. Bazı hizmet ehlinin gözden uzak tuttukları durum bu olsa gerek. Yalnız başına kalmanın, cemaatten uzak durmanın getireceği tehlikeyi nazara almadan hizmet edeceğim zannıyla yola çıkan bazı hizmet erbâbının, kısa bir zaman içinde ne gibi tehlikelerle ve zorluklarla karşılaştıklarını ve eninde sonunda çaresiz kalıp pes ettiklerini görüyoruz. İnsanı, bir cemaat içerisinde bulunmaktan alıkoyan çok değişik sebepler bulunmakla birlikte, en çok görüleni, cemaatte gerçekten bulunan veya bulunduğu zannedilen bazı kusur ve hatalar; istemeyerek de olsa vuku bulan bazı incinmeler, kırılmalar; en önemlisi de insanın kendisine gerçekten verilen veya bazan da öyle vahmettiği bazı kabiliyet ve istidatların verdiği enaniyet ve gurur saikasıyla farkına varmadan içine düştüğü aşırı bir güven ile “Bir cemaate dahil olmadan da arzuladığım hizmetlerde bulunabilirim” gibi yanlış ve isabetsiz düşüncelerdir. Hemen belirtelim ki, bu ve benzeri sebeplerin hiçbirisi, dünya ve ahiret hayatımızı her türlü tehlikeden koruyan cemaatten ayrılmamızı haklı kılmaz. Çünkü birlikte olduğumuz kardeş ve ağabeylerden ayrılmanın bedeli, faturası, bilelim ki evvelâ bize çıkar. Cemaate hiçbir şey olmaz, o yoluna, hizmetlerine devam eder. Ayrıca insafla düşündüğümüz zaman, cemaatler de tıpkı insanlar gibidir. Hangi bir insan hatasız ve kusursuz oluyor ki, değişik huy, mizaç ve meşreplerden meydana gelen cemaat kusursuz, hatasız olsun? Keşke kusurlar, hatalar hiç olmasa... Ama arzu edilmeyen bazı kusurları bahane ederek kenara çekilmek çare midir? Kâr-ı akıl mıdır? Diğer taraftan istenmeyen incinmeler, kırılmalar hususunda da, her yönüyle rehber olarak kabullendiğimiz Bediüzzaman’ın; “Bin haysiyetim olsa kardeşlerim arasındaki uhuvvete fedâ ederim... O çirkin sözlerin hepsini kendime alıyorum...” gibi ferâgat dolu sözlerini dinleyen ihvanlar, haklı dâhi olsa kırılmalara sebep olan kardeşlerine karşı nazar-ı müsamaha ile bakması gerekmez mi? Son olarak, birer nimet mânâsında insana verilen bazı kabiliyet ve istidatlara güvenip, cemaati beğenmeme gibi ucb ve gururu akla getiren durumlar ise, elbette Nur Hadimleri için akla getirilemeyecek hallerdir. 27.09.2009 E-Posta: [email protected] |