Hüseyin GÜLTEKİN |
|
Hizmette hırs göstermek doğru mu? |
Çok daha geniş çevrelere, çok daha uzak diyarlara, çok daha muhtaç gönüllere Nur’lardaki hakikatleri duyurmak, müellif-i muhteremin fikir ve düşüncelerini taşımak güzeldir ve her Nur Talebesinin en önemli gayesidir. Bu gaye için çalışıp çabalamak, bu yolda her türlü zorlukları, manileri aşarak, her çeşit zahmetleri göze alarak hizmette bulunmak, yine her Nur hâdiminin peşinen kabullendiği, aşk ve şevkle üstlendiği meşgalelerdir. “Hizmette sınır yoktur” prensibinin bir gereği olarak Nurlarla hizmeti hayatlarının değişmez bir gayesi olarak kabul eden her bir ferd, isterse hayatının bütün dakikalarını, ömrünün bütününü bu yolda harcayabilir, sarfedebilir de... Tabiî bu noktada şükür ve kanaati ve ihlâs esaslarını göz ardı etmemek şartıyla... Bunlar göz ardı edilirse, istenilen maksat hâsıl olmayacağı gibi, hizmette olmaması gereken bazı hayal kırıklıklarına da sebebiyet verilebilir. Konu ile alâkalı olarak Bediüzzaman’a kulak verelim: “Gerçi umur-u uhreviyede hırs ve kanaatsizlik bir cihette makbuldür. Fakat mesleğimizde ve hizmetimizde, bazı arızalarla, inkisar-ı hayal cihetiyle, şükür yerine, me’yusiyetle şekva etmeye sebep olur; belki de hizmetten vazgeçer. Onun için, mesleğimizde kanaat, daima şükrü ve metaneti ve sebatı netice verdiği için, ihlâs dairesinde, hizmet noktasında çok hırs ve kanaatsizlik gösterdiğimiz halde, neticelerine ve semeratına karşı kanaatle mükellefiz.” (Emirdağ Lâhikası, s. 80) Görüldüğü gibi hayatımızın her safhasında geçerli olan “kanaat”, Nur hizmetlerinde de geçerlidir. Çünkü hizmette kanaat beraberinde şükrü, metaneti ve sebatı getiriyor. Ayrıca hizmetteki hırs ve kanaatsizlik, beraberinde bir nev'î ümitsizlik ve karamsarlık olan hayal kırıklığını getirebiliyor. Hayal kırıklığına dûçâr kalan bir insanın hizmet-i Kur’âniyede bulunması ise, bir nev'î hayal gibidir. Dolayısıyla, Bediüzzaman meseleyi şöyle bağlıyor: “..ihlâs dairesinde, hizmet noktasında çok hırs ve kanaatsizlik gösterdiğimiz halde, neticelerine ve semerâtına karşı kanaatle mükellefiz.” Üstad’ın Dokuzuncu Mektub’daki ifadelerinden de anlıyoruz ki, bir insan bu dünyaya bakan mal-mülk, makam-mevki gibi geçici şeyleri kazanmak için gösterdiği hırs neticesinde, bunların fani ve geçiciliğini derk ettiğinde, kendisinde bulunan o “hırs” hissini rıza-i İlâhî yolunda, âhirete yönelik ibadet, tâat gibi amel-i salihe bakan hizmetlerde kullanırsa, kendisine verilen hırsı müsbet mânâda kullanmış olur. Göz önünde bulundurmamız gereken en önemli husus, hizmet noktasında hırs gösterilecek ise, beraberinde mutlaka “ihlâs” olmalıdır. İhlâstaki mühim bir nokta, üzerine düşeni hakkıyla yaptıktan sonra, Bediüzzaman’ın ifadesiyle “vazife-i İlâhiyeye karışmamak”, yani neticeyi Allah’a havale etmek, sonuca kanaat etmektir. Aksi takdirde yapılan hizmetler, beklenilen semereyi veremeyecektir. Bu noktada Bediüzzaman’ın “Bir ehl-i takvânın hırsı varsa, teveccüh-ü nâsı ister” (Lem’alar, s. 150) tespitini de göz ardı etmemek lâzım. Başka hiçbir amaç gütmeden, yalnız ve yalnız ahirete yönelik olarak, rıza-ı İlâhiyi esas alarak hizmet noktasında hırs göstermek elbette makbuldür. Bunun dışında “Hizmeti daha ileriye götüreceğim, daha geniş çevreleri daireye dahil edeceğim” diye ihlâs düsturlarını gözetmeden, kardeşler arasındaki uhuvvet bağlarını rencide ederek, şahıs endeksli bir hizmet tarzıyla, şahs-ı maneviyi nazara almadan yapılacak olan faaliyetlerin, faydadan ziyade zarar getireceğini göz önünde bulundurmak lâzım diye düşünüyorum. 30.08.2009 E-Posta: [email protected] |