Hüseyin GÜLTEKİN |
|
Bediüzzaman, kudsî dâvâsını neden talebeleriyle paylaştı? |
Bediüzzaman’ı anlamak, onun fikir ve düşüncelerinin sırr-ı hikmetini çözmek, onun gaye ve hedefini gerçek mânâda öğrenmek büyük bahtiyarlık. Onun tarif ettiği yolun yolcusu olmak, onun gösterdiği hedefe doğru yanlış çıkmazlara sapmadan yol alabilmek, manilere takılmadan mahall-i maksuda erişmek, her insana nasip olmayacak büyük saadet. Bediüzzaman’ı anlamak, Nurlara talebe olabilmek basit bir iş olmamalı ki, bir çok insan bu yolda, belki de bin can ile arzu ettiği mahall-i maksuda ermekte binbir zorlukla karşılaşıyor, akla gelmedik engel ve manilere takılabiliyor. Ve belki de farkına varmadan böyle şerefli bir dâvânın müntesibi olabilme şansını kaybedebiliyor. Bu meyanda hep aklıma takılan, aslında cevabı çok açık olmasa da Risâlelerin satır aralarında gizlenmiş bir durumu sizinle paylaşmak istiyorum. Onca ilim ve irfanına, onca kabiliyet ve istidadına, onca feyiz ve faziletine rağmen Bediüzzaman neden iman ve Kur’ân hizmetini yalnız başına değil de, bazı yardımcılarla beraber götürmeyi tercih etmiş? Bir nutuk ile sekiz tabur askeri itaate getiren; bir makale ile binlerce insanı iknaya muvaffak olan; iki cüz Kur’ân’ı bir günde hıfzedebilen; üç aylık bir tahsil hayatından başka tahsil hayatı bulunmadığı halde nice âlimleri ilzam eden; kariyeriyle, kapasitesiyle nice paşalara, komutanlara, devlet erkânlarına muhatap olan böyle bir insan, neden bu ulvî dâvâsının vücuda gelmesini başkalarıyla paylaşma ihtiyacı hissetmiş? Niçin yalnız başına bu yolda yürümemiş? Neden ille de cemaat şeklindeki bir hizmeti tercih ve tavsiye etmiş? Daha da ötesi, onca hasletlerine, onca özelliklerine rağmen Bediüzzaman neden “Ben bir kuru çubuk hükmündeyim..”, “Ben bir çekirdektim, çürüdüm...”, “Ben de bir ders arkadaşınızım...”, “Ben nefsimi terbiye etmemişim...”, “Ben kendimi beğenmiyorum; beni beğenenleri de beğenmiyorum...”, “Benim de bir reyim var...” gibi ifadelerle kendisini bir nev'î kamufle ederek, öylesine sıradan bir insan konumunda görülmesinde bir beis görmüyor? Bu ve benzeri ifadelerin zâhirî mânâlarına bakıp; bu eşsiz insanı, bu dehşetli asrın son müceddidini, bu iman kurtarıcı din büyüğünü, hâşâ değersiz, kıymetsiz, öylesine sıradan bir insan olarak mı göreceğiz? Yoksa onun bu ifadeleriyle verdiği başka mesajlar mı var? Görüldüğü gibi, Bediüzzaman’ı anlamak için, onun söylediklerine bir bütün olarak muhatap olmak, satır aralarındaki mesajlarını iyi görebilmek gerekiyor. Buradan başa dönecek olursak, yani bir nâdire-i hilkat olan Bediüzzaman’ın, hizmet-i Kur’âniye vazifesinde neden şahsını kamufle ettiğini, niçin bu işi tek başına götürmeyip başkalarını da bu hizmete ortak ettiğini, onun şu tesbit ve tavsiyelerinden anlıyoruz: “Bu zaman cemaat zamanıdır. Ferdî şahısların dehası, ne kadar harika da olsalar, cemaatin şahs-ı manevisinden gelen dehasına karşı mağlûp düşebilir.” (Emirdağ Lâhikası, s. 63) “Bu zaman cemaat zamanıdır. Ehemmiyet ve kıymet şahs-ı mânevîye göre olur. Maddî ve ferdî ve fânî şahsın mahiyeti nazara alınmamalı.” (Kastamonu Lâhikası, s. 8) “Bu zaman cemaat zamanıdır, şahıs zamanı değil. Şahıs ne kadar dahi derecesinde olsa, bir cemaatin şahs-ı mânevîsini temsil etmezse, muhalif bir cemaatin şahs-ı mânevîsine karşı mağlûptur.” (Mektubat, s. 425) “Zaman cemaat zamanıdır. Cemaatin ruhu olan şahs-ı manevî daha metindir. Ve tenfîz-i ahkâm-ı şer’iyeye daha ziyade muktedirdir.” (Mesnevî-i Nuriye, s. 87) 21.06.2009 E-Posta: [email protected] |