İnsanoğlu, -yapısı gereği- en çok sevdiğini korumak kollamak, izlemek ve beraberinde bulunmak ister. Bu sevgi bazen bir kişiye, bazen bir eşyaya, bazen de bir düşünce ve mefkûreye yöneltilir. Hatta bazen sevginin karşılıksız kalması kişiyi mutsuzluğa dûçâr eder. Öyle ya şairin deyimiyle:
Kişi, her dilediğini elde edemez;
Bazen rüzgâr gemicilerin istemediği yönden esebilir.
Bu noktada asıl önemli olan, sevgide samimî olmak ve içten esen bir sevgi şuuruna sahip bulunmaktır. Kuşkusuz kontrollü sevgi, kişiyi sıkıntıya sokmaz; neyi/kimi, neden ve niçin sevdiğini ya da sevmesi gerektiğini bilmek bu mantığın ana unsurunu teşkil eder.
Sevmek de sevilmek de “karşılık” gördüğü takdirde daha anlamlı hâle gelir. Meselâ, Hz. Peygamber’in (asm) bizi ne kadar sevdiğini biliyor muyuz, bize ne kadar bağlı ve bağımlı olduğunun farkında mıyız?
Dilerseniz bu sorunun bir cevabını Allah kelâmı Kur’ân-ı Kerim’den birlikte dinleyelim:
“Size kendi aranızdan öyle bir Peygamber geldi ki zahmete uğramanız ona ağır gelir. Kalbi üstünüze titrer, mü’minlere karşı pek şefkatli ve merhametlidir.” (Tevbe 9/128)
Şu sevgiye bakın ki:
a) Her şeyden önce o, bizden biri; aramızdan çıkmış bulunmakta ve Yüce Allah kendisini çok üstün kıldığı halde seviyemize inerek bizi muhatap kabul etmekte ve Rabbinin emirlerini bizimle paylaşmaktadır. Görevini tam anlamıyla yerine getirmekte ve tebliğ vazifesini ihmal etmemektedir.
b) Bizim zahmete uğramamız ve sıkıntı çekmemiz onu çok üzmekte; ona ağır gelmekte ve son derece üzülmektedir. Kendi sıkıntısına önem vermez ama bizim sıkıntıda olmamıza tahammül edememektedir. Bizim rahatımız için pek çok sıkıntıyı göğüslemekte ve adeta kendisini bizim için feda etmektedir.
c) Bizim uğrumuzda çektiği sıkıntılar sadece fizikî sıkıntılardan ibaret değil; içten ve kalben üzülmekte ve adeta kalbi bizim için titremektedir.
d) Bizim hatalarımızla değil; engin hoşgörü ve müsamahasıyla bize muâmele etmekte şefkat ve merhametin zirvesini bizim için kullanmaktadır. Yanlış yapmamıza rağmen o; bize acımakta, üzerimize titremekte ve bizi sevgiyle kucaklamaktadır. Hatta bu dünyada bizim için çektiği cefalarla yetinmemekte; kendisine tanınacak imkânların en güzelini âhiret yurdunda da bizim için kullanacağını beyan buyurmaktadır.
Kendisine kulak verelim:
“Her Peygamberin, mutlaka kabul edilen müstesna bir duâsı vardır. Ben, bu istisnai duâmı, Allah kısmet ederse, mahşer günü ümmetim nâmına şefaat olarak kullanmak üzere saklamaktayım.”
Hatta Yüce Allah, kendi zatını sevmemizin Resûlüne uymakla ispatlanabileceğini belirtmektedir. Yani, Allah’ı sevdiğimizi iddiâ ediyorsak, bunun ispatı Resûlüne uymaktan ibarettir. Nitekim Yüce Allah buyuruyor ki:
“Ey Resulüm! De ki: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.’ Allah son derece bağışlayıcı ve merhamet edicidir.” (Al-i İmran 3/31)
Evet, görüldüğü gibi; Allah’ı sevdiğini ileri süren mü’min, O’nun peygamberine uymak ve emirlerini yerine getirmek durumundadır. Böylece Allah’ın sevgisi ile birlikte af ve mağfiretini de hak eder.
Bizi çokça seven ve içtenlikle üzerimize titreyen Hz. Peygamber’i (asm) sevmemiz, her an onun hayaliyle yaşamamız ve ona karşı olan görev ve sorumluklarımızı yerine getirmemiz gerekmez mi?
Çünkü Kur’ân’ın deyimiyle:
“Peygamber, mü’minlere kendi canlarından daha yakındır.” (Ahzab 33/6)
Bize bu kadar düşkün olan Peygamber’in (asm) bize bizden daha yakın ve öncelikli olmasından daha tabiî ne olabilir ki!
Kur’ân, onun için yapmak durumunda olduğumuz bir başka görevi de şöyle hatırlatmaktadır: “Muhakkak ki, Peygambere Allah rahmet eder, melekler de duâ eder. Ey iman edenler, siz de ona teslimiyetle salât ve selâm getirin.” (Ahzab 33/56)
Bu sevgideki ciddiyetimiz başka sevgilerimiz için de örnek teşkil eder.
Sevgilerimizde samimî olmamız niyazı ile…
13.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|