Şeriat denilince hemen devleti hatırlayan bir algılama oluşmuş durumda, ama işin aslı öyle değil. Bediüzzaman “Şeriat yüzde doksan dokuz ahlâk, ibadet, ahiret ve fazilete aittir; yüzde bir nisbetinde siyasete mütealliktir” (Divan-ı Harb-i Örfî, s. 28) sözüyle bu gerçeğe işaret ediyor. Ve bu sözdeki “siyaset” kelimesi, fıkhın devleti ilgilendiren hükümlerini içine alan bir kapsamda kullanılıyor. Günlük siyasetin bu yüzde birdeki payı çok daha düşük.
Şeriatın bizi öncelikle ve özellikle alâkadar eden cihetleri, yüzde doksan dokuzu teşkil eden hususlar: ahlâk, ibadet, ahiret ve fazilet. Bütün bunların temeli ise sağlam ve tahkikî bir iman.
Bilumum ahlâkî haslet ve güzelliklerin kaynağı iman olduğu gibi, ibadetlere anlam, ruh ve devamlılık kazandıran temel dinamik de iman.
Burada dikkat edilmesi gereken noktalardan biri, iman, ahlâk ve ibadetle ilgili görevlerin fert fert herkesi birinci derece alâkadar etmesi gereken hususlar olduğu ve “Meyve’nin Dördüncü Meselesi”nde vurgulandığı üzere en büyük ve daimî vazifelerin en küçük dairede bulunduğu.
Ve bunların hepsi ahlâk ve ibadet eksenindeki vazifeler. “Ben cinleri ve insanları, Beni tanıyıp Bana ibadet etsinler diye yarattım” mealindeki İlâhî fermanla, “Ben güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim” diyen Peygamber sözü ise bu ekseni tanımlayan temel parametreler.
Dolayısıyla, her halükârda öncelik, tek tek her bir ferdin tahkikî ve kuvvetli bir imanla donatılıp, bu imanın ahlâk ve ibadet hayatında daimî bir yükseliş sürecine temel oluşturması olmalı.
İnsan gerek kendi içinde, gerekse ailesinden başlayıp giderek genişleyen daireler halindeki hayat alanlarında, bu iman-ahlâk-ibadet bütünleşmesinin tezahürlerini yansıtır hale gelmeli.
Hayat imtihanında son nefese kadar devam etmesi gereken, ama gerçekte sonu olmayan, başarılanı ve başarılamayanı ile neticeleri ahiret hayatında ortaya çıkacak bir tekâmül süreci bu.
Peki, ahlâk ve ibadette kusur ve zaafların olduğu yerde şeriattan söz etmek mümkün mü?
Ahlâkî zaaflarını aşamamış veya ibadet hayatını Yaratıcıyla kurduğu güçlü iman irtibatıyla sürekli gelişip derinleşen ihlâslı bir istikamet zeminine oturtamamış insanların şeriat düzeninden söz etmelerinin bir tutarlılığı olabilir mi?
İşte vaktiyle “şeriat nizamı”ndan dem vururken kendileri gibi düşünmeyen herkesi kâfir, müşrik ilân edip, zaman içinde her türlü ahlâkî değer ve ölçüyü hiçe sayan acımasız ve çıkarcı bir iktidar mücadelesinin takipçileri haline gelen bazı radikallerin ya da “namazsız mücahitler”in sürüklendikleri inanılmaz yozlaşma, bu temel ölçüyü gözardı eden müfrit tavrın getirdiği müthiş savrulmayı gözler önüne sermekte.
Onun için, önce hayatın yüzde doksan dokuzluk alanını kapsayan şer’î hükümlerin hakkı verilmeli ki, yüzde bir ona göre tanzim edilsin.
Bu yüzde doksan dokuz kapsamında, insanın gerek Yaratıcıyla, gerekse yaratılmışlarla ilişkilerinde şeriatın koyduğu ahlâk prensipleri; haram-helâl ölçüleri; namazı, orucu, zekâtı ve haccıyla ibadet görevleri, mânâ ve ruhuna uygun olarak toplumun ekseriyetince bihakkın yaşanır hale gelmeli ki, bunların devlet ve siyasete ilişkin yüzde bire taallûk eden yansımaları, herhangi bir zorlama veya yadırgamaya meydan vermeden, fıtrî bir süreçte kendisini göstersin.
Aslında bunların devletteki tezahürleri de, fert ve toplum hayatında Hàlık’ın ve halkın hukukunu kılı kırk yaran bir titizlik ve hassasiyetle gözetmeyi esas alan bir yaklaşımın yansımaları.
Dolayısıyla, şeriat hukuku maksatlı çarpıtmaların tam tersine, insanlığın ortak ideal ve özlemi olan hukuk devleti kavramını, böyle bir bağlamda çok daha sağlam temellere bina ediyor.
“Şeriat âleme gelmiş; tâ istibdadı ve zalimane tahakkümü mahvetsin” sözü bunu ifade ediyor.
* Yoğun bakımdaki annemin iyiye gidişinde etkili olan samimî dualarınızın devamı dileğiyle.
12.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|