On iki yıl önce, bir seneyi dahi tamamlayamadan çekilmek mecburiyetinde bırakılan yarım millî görüş iktidarının Türkiye’ye ne kadar pahalıya mal olduğu, sonraki gelişmelerle ayan beyan gözler önüne serildi.
Üç defa kesintiye uğrayan yarım asırlık çok partili demokrasi döneminin kazanımları, bu iktidarı bahane ederek başlatılan 28 Şubat sürecinde çok büyük zarar gördü ve tahribata uğradı.
Hâlâ bu sıkıntı ve sancıyı yaşamaya devam eden Türkiye, altı buçuk yıla yakın bir zamandır tek başına AKP iktidarı tarafından “yönetiliyor.”
Evvelce defaatle vurguladığımız gibi, AKP 28 Şubat tahribatını kısmen dahi olsa tamir şöyle dursun, bu tahribatın aynen ve hattâ yer yer daha da şiddetlenerek devamına engel olamadı.
Endişemiz, millî görüşten ayrılan kadrolarca kurulan AKP’nin bu kadar uzun süren tek parti iktidarı sonrasında, Türkiye’nin çok daha büyük ve derin sıkıntılarla karşı karşıya kalması.
29 Mart yerel seçiminde AKP’ye duyulan sınırlı halk tepkisinin yer yer CHP, MHP ve DTP gibi partilere verilen destek şeklinde tezahür etmesi, bu endişemizi kuvvetlendiren bir gelişme.
Ekseninde 27 Mayıs-12 Mart-12 Eylül-28 Şubat silsilesinin yer aldığı bir siyasî proje, dönüp dönüp aynı aktörleri kullanarak, halkı da manipüle ederek, perde gerisindeki müdahaleci statükoyu ilânihaye koruyup sürdürmeye çalışıyor.
Statüko, 12 Eylül Anayasasını halkın yüzde 92’sine baskı ve tehditle onaylatarak bu yolda önemli ve stratejik başarılarından birini kazandı. Aynı şeyi, bu anayasa ile getirdiği siyasî yasakların devamı için 1987’de yapılan referandumda da yapmak istedi, ama bu defa kılpayı ile kaybetti.
Sonra, Türkiye 12 Eylül düzeninden kurtulma çabalarının yavaş da olsa gündeme gelmeye başladığı bir sürece girdi. Ve ihtilâl anayasasındaki ilk değişiklikler, DYP-SHP iktidarında yapıldı.
Ama 90’lı yıllarda millî görüşe halk desteğinin artması ve buna paralel olarak laikçi tepkilerin tırmanışa geçmesi, genel iklimi bozdu ve bu olumlu süreci tersine çevirdi. Darbe düzeninden çıkma ve demokratikleşme gündeminin yerini, sonu gelmeyen laiklik ve irtica tartışmaları aldı.
Bu durum AKP döneminde de devam etti.
22 Temmuz’da MHP ile DTP’nin de denkleme katılması, 2007’ye kadar AKP-CHP ikileminde sürüp giden kısır tartışmaya etnik eksenli milliyetçilik boyutunun eklenmesini netice verdi.
29 Mart’ta işaretini vermeye başlayan AKP yıpranması, eğer yine CHP-MHP ikilisinin sınırlı da olsa birlikte koalisyon kurmalarına imkân verecek güce erişmelerini netice verirse, on iki yıl önce Refahyol’un çekilmesini takiben yaşanan sürecin farklı bir versiyonu bir defa daha tekrarlanacak demektir. Buna rızamız var mı?
Birbiriyle kavgalı olan ve toplumu kutuplaşma ortamında tutan AKP-CHP-MHP-DTP dörtlüsüyle ülkede iç barışın kurulamayacağını belirten DP lideri Soylu'nun işaret ettiği gerçek bu noktada önemli. Türkiye’nin, bu dörtlü dışında, farklı ve demokratik bir alternatife ihtiyacı var.
Burada şu gerçeğe de dikkat etmek gerekiyor.
Görünüşte 28 Şubat’ın asıl hedefi olan millî görüş partisi iki kez kapatılır, ama oradan ayrılanlarca kurulan AKP’nin önü açılırken, Refahyol’un koalisyon ortağı DYP o günden bu yana ısrarlı bir şekilde yok sayıldı, silinmeye çalışıldı.
Partideki yönetim hatalarının da katkısıyla hızlanan gerileme süreci, 22 Temmuz’daki 5.4 oranıyla partiyi dibe vurdurdu. Ama sonraki anketler, daha ötesinde, bu oranın yüzde 1’lere kadar düştüğünü gösterdi. Onun için, DP’nin 29 Mart’ta aldığı 3.7’yi 5.4’le değil, 1’le kıyaslamanın daha doğru olacağı görüşünün, DP çizgisiyle ilgisi olmayanlarca dahi seslendirilmesi ilginç.
Soylu haklı olarak “5.4’ün altına düşersek bırakırım” sözünün gereğini yapıyor. Ama partinin yetkili kurullarının 3.7’yi 1’e göre değerlendirip Soylu’ya desteği tazelemeleri ve aksaklıkları düzelterek yola devam etmeleri daha isabetli olur...
03.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|