Dost ve düşman algımızı müspet ve menfi anlamda şekillendiren birçok etken var. Din, coğrafya, ideoloji ve milliyetçilik bunlardan bir kısmıdır. Din ve coğrafya kucaklayıcı ve birleştirici bir misyon yüklenirken, menfi milliyet ve ideoloji tersine bir işlev görür.
Bu bağlamda etnisite ve yerel kimlikler üzerine üretilen teoriler ve uygulanan siyasetler insanlığı her zaman çıkmazlara sürükledi.
Ahtapot gibi her tarafa kollarını uzatan menfi milliyetçilik yüzyıllardır insanlığı perişan ediyor.
Önceki hafta TÜBİTAK dergisinin kapağı ile ilgili yapılan tartışmayı hepimiz hatırlıyoruz. Tartışmanın kahramanı Darwin!
Darwin’in resminin kapaktan çıkarıldığı veya çıkarılmadığı tartışmasına girmeyeceğim.
Ben menfi milliyetçilik ile Darwin arasında bir bağ kuracağım. Darwin’in temel argümanı biyolojik evrim teorisi (kanun değil) idi. Darwin bu iddiasını delillendirmek için yıllarca farklı coğrafyalarda binlerce hayvan üzerinde araştırmalar yaptı. Darwin, “Türlerin Menşei” adlı eserinde kâinattaki yardımlaşmaya gözünü kapatarak ‘kavga ve savaş’ın varlığında ısrarcı oldu. Aslında “kavga” kavramının kâşifi, Darwin’e de fikir babalığı yapan Papaz Thomas Robert Malthus’du. Nüfus ilkesi üzerinde bir “Deneme” kitabı yazan Malthus “hayatta kalma kavgası”ndan bahsederek sadece Darwin’e değil, ırkçı Gobineau, Chamberlain ve dolaylı olarak Marx, Lenin, Stalin ve Hitler’e fikir babalığı yapmıştı.
Kâinattaki kavga ve insanın maymundan geldiği tartışmaları olduğu yerde durmadı.
Filozof Spencer, Gumplowicz vb. birçok düşünür tarafından alınarak olduğu gibi toplumsal alana aktarıldı. Bu duruş, direk ırkçılıktı ve çatışmaya davetiye çıkarmaktı!
Meselâ Hitler bir Darwinci’ydi. Darwin’in teorilerini uluslar arası ilişkilere ve politikaya aktarmıştı. Nasıl Darwin’e göre türlerin tekâmülünün sebebi, güçlülerle zayıfların hayat kavgasından aldıkları sonuçlarsa, Hitler’e göre de dünya tarihi güçlülerin zayıfları ezmesi tarihinden ibaretti. Bu “olan” değil, “olması gereken” bir durumdu. Hitler’e göre Darwinci tekâmül çizgisinin zirvesinde “ari ırk” yanı Cermenler vardı. Öteki milletler “mütereddi” idiler, yani maymun veya yarı maymun, dolayısıyla yarı-insan idiler.
Cermenlerin öteki milletleri ezmesi, köleleştirmesi, hatta toplama kamplarında toptan imha etmesi, Darwinci bir tabiat kanunu idi. Bir kaplanın bir ceylanı parçalayıp öldürmesi ne kadar tabiî ise, bir Almanın bir başka milletten insan öldürmesi, köleleştirmesi de o kadar tabiî idi. Hitler, Marksizmden çok istifade ettiğini söyler. Darwin’in biyolojik teorilerini insanlık tarihine aktaran Hitler, tarih felsefesi sahasında Marx’ın kategorilerinin yerine “ırk” kavramını koymuştur. Yani Marx’ın sınıflar için söylediğini Hitler ırklar için söylüyordu!
Her ikisinin de temel tezi güçlülerin zayıfları ezmesidir. Tarihin bütün fırtınalı dönemleri ve kanlı sayfaları bu anlayışa dayanır. 20. asır ve günümüz terörünün temelinde yine bu çarpık teoriler yatar.
Dünya savaşlarının temel sebebi, güçlünün güçsüzü ezmesi argümanı değil miydi? Bediüzzaman, “Harb-i umumideki hadisât-ı müthişe, menfi milliyetin nev-i beşere ne kadar zararlı olduğunu gösterdi” diyerek bu gerçeğe parmak basar.
Avrupa coğrafyasının yıllar yılı yaşadığı kanlı dahilî olayların sebebi budur. Yüzyıl savaşları ve otuz yıl savaşlarının başka hangi sebebi olabilir?
Afrika yıllardır bu ahtapotun pençesinde kıvranmıyor mu?
İşte Sudan ve Darfur trajedisi. Devlet Başkanı Ömer el Beşir’i 4 Mart’ta Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde mahkûm eden olayın kaynağı bu hastalıktır.
Milliyetçiliğin insanlığa getirisini anlamak için İslâm coğrafyasına bakmak yeterli.
Bediüzzaman Hazretleri “Dessas Avrupa zalimleri, bunu (ırkçılığı) İslamlar içinde menfi bir sûrette uyandırıyorlar; tâ ki parçalayıp onları yutsunlar” der.
Kafkasya, Ortadoğu ve Balkanlar…
Meselâ Kafkasya’ya bakın.
Gorbaçov’un Glasnost (şeffaflık) ve Perestroyka (yeniden yapılanma) politikalarının da kurtaramadığı SSCB, 21 Aralık 1991’de yapılan Almaatı görüşmelerinin ardından dağılırken hürriyetleri gasp edilmiş milyonlarca insan, kilitlenmiş bir ekonominin kıskacından kurtularak dört bir yana savrulmuştu. Değişimin şiddeti bütün imparatorluğu sarsmıştı. En istikrarsız bölge olarak da Kafkasya karşımıza çıktı.
Kafkasya halklarının tamamı birdenbire kendilerini büyük bir etnik, demografik, siyasî ve coğrafi istikrarsızlığın içinde buldu. Çünkü Komünist dönemde (özellikle Stalin döneminde) izlenen maksatlı iskân politikaları ve oluşturulan sun’i cumhuriyetler, bu bölgede problemli nüfus kombinezonları oluşturmuş ve Kafkasya adeta bir “etnik mayın tarlası” haline gelmişti. İslâmın yıllar yılı birleştirici bir üst şemsiye rolü oynadığı bu bölge, şu anda ırkçı ahtapotun ağır darbeleri ile boğuşuyor. Gürcistan’ın yakın zaman önce Güney Osetya ile yaşadığı problem bunun göstergesi.
Ortadoğu ve ülkemiz için yer kalmadı, bir başka yazıda inşallah devam edelim.
02.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|