Millî görüş partisinin bir yılı dolduramayan yarım iktidarı, pusuda bekleyen statüko muhafızlarına 28 Şubat’ı tetikleme fırsatı vermiş ve Türkiye’nin, sıkıntılı sonuçları—yer yer daha da şiddetlenerek—bugünlere sarkan karanlık tünele girmesine yol açmıştı.
Ondan sonraki siyasî gelişmeleri hatırlayalım.
Refahyol çekilmek mecburiyetinde bırakıldıktan sonra Mesut Yılmaz’ın başbakan, Ecevit’in de yardımcısı olduğu bir hükümet işbaşına geldi.
İmam hatiplerin orta kısımlarını kapatan ve Kur’ân eğitimine yaş sınırı getiren sekiz yıl kesintisiz eğitim kanunu o hükümete çıkarttırıldı.
Sonra “işi biten” bu hükümet dağıtılıp, Ecevit’in DSP’sine bir azınlık hükümeti kurduruldu.
Ülkeyi seçime götürme görevinin tevdî edildiği bu partiye, Apo’nun Kenya’da paketlenip teslimiyle verilen “gaz,” öngörüldüğü gibi işe yaradı.
Ve DSP sandıktan birinci parti olarak çıktı. Onu MHP takip etti. 28 Şubat’ın kapattığı RP’nin yerine kurulan FP ve Refahyol’un ortağı DYP, muhalefet konumuna düştü. ANAP ise DSP ile MHP’nin kuracağı ortaklığın payandası oldu.
Asıl baskılar, bu seçimin, yine Ecevit’in başkanlığında iktidara getirdiği DSP-MHP-ANAP hükümeti işbaşı yaptıktan sonra yoğunlaştı.
Vaktiyle terörle daha iyi mücadele edilebilmesi gerekçesiyle kurulan DGM’ler bu dönemde dindarları yıldırmak için kullanıldı. Ve bunun için, Meclisin 1990’da kaldırdığı 163’in yerine ikame edilen 312. madde yoğun şekilde işletildi.
17 Ağustos depremine “ilâhî ikaz” diyenler DGM koridorlarında süründürüldü, hapsedildi.
Başörtüsü yasağı bu dönemde imam hatipleri ve ilâhiyatları içine alacak tarzda yaygınlaştırıldı. Devletteki dindar memurların “irtica” gerekçesiyle tamamen tasfiyesini amaçlayan kanunları çıkarıp uygulamaya koymak için çok uğraşıldı, ama yoğun kamuoyu tepkisi buna izin vermedi.
Buna rağmen, Anasol-M koalisyonu, memur olsun, sivil olsun, dindarlara hiç rahat vermedi.
Sonuçta, Anasol-D ve DSP azınlık hükümetlerinin ardından gelen bu üçüncü 28 Şubat hükümetinin iktidarında Türkiye hem demokrasi, hukuk, hak ve hürriyetler açısından çok gerilere gitti, hem de ekonomide küçülme rekoru kırarak tarihinin en büyük kriziyle karşı karşıya kaldı.
O dönemde AB faktörünün devreye girmesi ve bu hükümeti, zihniyet olarak karşı olduğu reformlara zorlaması, 2002 Kasım’ında erken seçime gidilmesi mecburiyetini beraberinde getirdi.
2002 seçimi de AKP’yi tek başına iktidar yaptı.
Ama 28 Şubat’a duyulan yoğun halk tepkisinin iktidara getirdiği ve sonraki iki seçimde halkın desteğini arttırarak sürdürdüğü AKP’nin yedinci yılında, AB’nin de demokratikleşme yönündeki ısrarlı takibine rağmen, 28 Şubat’tan çıkılamadı.
Tam tersine, başörtüsü yasağı, yasakçıların bu dönemde icad ettiği “kamusal alan” kılıfı altında, daha da yaygınlaşıp şiddetlendi ve son olarak sandık kurullarına kadar dayandı. Orta kısımları hâlâ kapalı olan imam hatiplere ve onların narına yanan diğer meslek liselerine, üniversite yolunda uygulanan katsayı haksızlığı kaldırılamadı.
Ve dualarla uğurlanan merhum Muhsin Yazıcıoğlu’nun “Kalksın” diye kanun teklifi verdiği, “Kur’ân eğitimindeki yaş sınırı” da hâlâ sürüyor.
Cumhurbaşkanlığına Gül’ün seçilmesinden yaklaşık iki, yeni YÖK Başkanının göreve gelmesinden de bir buçuk yıl sonra durum hâlâ böyle.
Özellikle kapatma dâvâsında Anayasa Mahkemesinden çıkan kararın ardından, AKP ile 28 Şubat’tan çıkma ümidi iyice zayıflamış durumda.
Ordunun 28 Şubat’taki tavrını “Sivil toplum örgütü gibi davrandı” diye mazur gösterip meşrulaştırmaya çalışan CHP ile ya da üçüncü 28 Şubat hükümetindeki ortaklığının vebalini hâlâ üzerinde taşıyan ve başörtüsüyle seçtirdiği milletvekiline Mecliste başını açtırdığı hâlâ unutulmamış olan MHP ile de bu tünelden çıkılamaz.
Onun için de bu üç partinin ağırlıkta olduğu Meclis tablosuyla Türkiye hiçbir yere varamaz.
02.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|