29 Mart seçiminde sandıktan çıkan sonuç, siyaseti kilitleyen 22 Temmuz tablosunu değiştiremedi, ancak o tablonun yol açtığı kilitlenmeyi daha da katmerli hale getirebilecek bir netice ortaya çıkardı.
Bunun önemli sebeplerinden biri, 22 Temmuz konjonktüründe aldığı halk desteğini, anayasanın yenilenmesi başta olmak üzere temel reformları gerçekleştirmek için kullanmayı başaramayan AKP’nin şimdi hareket alanının daha da kısıtlandığı bir konuma gerilemiş olması.
AYM’deki kapatma dâvâsından çıkan karar, iktidar partisi üzerindeki yargı vesayeti gölgesini iyice koyulaştırmıştı. 29 Mart seçiminin sonucu, AKP’nin buna karşı yaslanabileceği halk desteğinde de ciddî aşınma olduğunu gösterdi.
Gerçi AKP gerek 2002, gerek 2004, gerekse 2007 seçimlerinde aldığı, giderek artan güçlü halk desteğini akılcı bir şekilde değerlendirmeyi ve hakkını vermeyi zaten hiç başaramamıştı...
29 Mart’tan sonra bu iş daha da zorlaştı.
22 Temmuz tablosunun Meclis içi muhalefet ayağını oluşturan partilerin seçimden artı iki-üç puan artışlarla çıkmaları ise, demokrasinin önünü açmaktan ziyade, yaşanan tıkanıklığın iyice derinleşmesine sebep olacak gibi görünüyor.
Çünkü ne CHP’nin, ne MHP’nin, ne DTP’nin demokrasinin önünü açarak olumlu yöndeki değişime destek vermek gibi bir meseleleri var.
Samimiyeti tartışmalı “açılım” çabalarıyla “eski çizgide ısrar” direnişi arasında sıkışıp kalan ve son kertede galiba yine statükocu zihniyetin ağır bastığı CHP ile hangi reform yapılabilir ki?
Aynı şey, Erdoğan’ın “CHP ile ruh ikizi” olarak nitelediği MHP için de geçerli. CHP ile olduğu gibi bu partiyle de ne yeni bir anayasa yapılabilir, ne de AKP’nin dört buçuk yıldır ara verdiği AB reformlarına sür’at kazandırılabilir...
Keza, bölgeci ve etnik bir anlayışa kendisini hapsedip, terör örgütüyle irtibatını kesmeye yanaşmayan DTP ile de bunların hiçbiri yapılmaz.
AKP’nin yapmaya zaten gönlü yok.
Ancak Türkiye’de her alanda yaşanan tıkanıklıkların altında, ihtilâl anayasasının koruduğu hukuk dışı ve antidemokratik sistem yatıyor.
Dolayısıyla, anayasayı yenileyip demokratikleşme reformlarını gerçekleştiremediğimiz sürece, sistemin kaynaklık edip ürettiği tıkanıklıklar aşılamaz, aksine daha da derinleşerek sürer.
Bu durumun diğer kritik meselelere yansımaları ise, meselâ Ergenekon sürecinde özellikle asker ve yargı kaynaklı engellerin aşılamaması, 28 Şubat ürünü mağduriyetlerin daha da şiddetlenerek ilânihaye devamı veya dış politikanın en sancılı alanlarından İsrail’le ilişkilerin hiçbir şey olmamış gibi sürmesi gibi sonuçlar verir.
Veya Güneydoğu, Kuzey Irak, Kürt meselelerinde Telaviv bağlantılı denizaşırı adreslerce hazırlanan projeler uygulamaya konulurken, bizim sadece içeriye karşı hükmü geçen meşhur “kırmızı çizgiler”imizin oralarda hiçbir hükmü kalmaz, inisiyatifimiz tamamen devredışı kalır.
Bu bakımdan, yine riskli bir sürece giriyoruz.
22 Temmuz tablosunun, iktidar ayağı zayıflamış ve muhalefet ayağı cüz’î bir artış kaydetmiş olarak devamı, sistem üzerindeki yargı vesayetinin mâlûm sebeplerle daha da kuvvetlendiği bir ortamda, topyekûn siyasetin ağırlığını azaltarak ülkeyi farklı bir ara rejim modeline götürebilir.
Gerçi, Aydın Menderes’in ifadesiyle Türkiye 27 Mayıs’ta girdiği ara rejimden hâlâ çıkmış değil. Zira ülke bugün de, 12 Eylül’ün tahkim edip pekiştirdiği 61 Anayasasının millî iradeyi zoraki ortaklarla kısıtlayan hükümleriyle yönetilmekte.
Ve bu anayasadaki tuzak düzenlemeler, söz konusu bürokratik vesayetin mütemadiyen genişletilip derinleştirilmesine müsait olduğu için, halen bu gerçeğin yeni tezahürlerini yaşıyoruz.
Türkiye’nin, sivil toplumun desteğiyle bu vesayeti, kuşatmayı ve çemberi yarıp demokratik alternatif oluşturacak dirayet ve cesarete sahip bir siyaset inisiyatifine ihtiyacı iyice şiddetlendi.
01.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|