H. 25 Ramazan 1379 veya M. 23 Mart 1960…
Nur Talebelerinin unutamadıkları tarihlerden birisi! Neden mi?
Çünkü, Üstad Bediüzzaman Said Nursî’nin vefat tarihidir. Vefatla birlikte akla başka bir şey daha gelir: Vasiyet. Vasiyet deyince de mirastan söz etmemek olmaz. Peki miras nedir?
Miras, sözlükte verâset yoluyla geçen şey, ölen kimseden akrabalarına ve yakınlarına kalmış olan mal, mülk, para olarak ifade edilir.
Merhumun geride bıraktığı mirasın maddî kısmına tereke diyoruz. Genelde akla gelen de maddî mirastır.
Bediüzzaman Said Nursî’nin bıraktığı maddî miras, tereke hâkiminin tesbitine göre şunlardır: Saat, cübbe, sarık ve yirmi lira.
Mânevî mirası ise cümlelere sığmayan Kur’ân-ı Kerim’in mû'cize-i mâneviyesi olan Risâle-i Nur’dur.
Bediüzzaman Hazretleri talebelerine yazdığı bir mektupta, “Ecel gizli olmasından, vasiyetnâme yazmak sünnet” olduğunu belirtiyor ve “Emr-i Hak olan ecelim geldiği zaman, benim arkamda o metrukâtım, benim bedelime o sadık ve mübarek ellerde hizmet-i Nuriye ve imaniyede çalışsın ve istimal edilsin” diyor.
Vasiyet olunca akla hemen ölüm geliyor. Said Nursî, talebelerine “Telâş etmeyiniz” diyor. Bediüzzaman çok şiddetli zehirlerle defalarca zehirlenmiştir. Ama ümidini ve Allah’ın inayetini hep muhafaza etmiştir. Aynı mektupta bunu şu sözleriyle ifade ediyor: “Merak etmeyiniz, inayet-i Rabbaniye ve hıfz-ı İlâhî devam ediyor.”1
İçinde yaşadığımız dünyada insanlara zarar verecek bazı haller bulunmaktadır. Said Nursî’nin üzerinde en çok durduğu düsturlardan birisi de ihlâs düsturudur. İhlâs ise, işlerini başka bir maksat için değil, yalnız ve yalnız Allah rızası için yapmaktır. İhlâsta riyaya yer yoktur. Riyaya girmeden ibadet ve hizmet etmek çok zor olduğunu kabul etmek gerekir.
Üstadın ilk Nur Talebeleri dünya malı namına neleri varsa rahatlıkla terk edebilmişlerdir. Önlerine dikilen en zor engelleri aşmışlar veya gözlerini budaktan sakınmamışlardır. Fedakârlıkta belki zirve olmuşlardır. Onlar için evler Medrese-i Nuriye, hapishaneler de birer Medrese-i Yusufiye olmuştur. Evlerinde eksik kalan derslerine hapishanelerde devam etmişlerdir.
Üstadın âhir ömründe insanlarla sohbet etmesinin yasaklanmasının kendisine göre bir yorumu vardır. O şöyle düşünür:
“Bu zamanda şahsiyet cihetiyle insanlara zarar verecek haller var. Risâle-i Nur’un mesleğindeki âzamî ihlâs için bu hastalık verilmiş. Çünkü bu zamanda şan, şeref perdesi altında riyakârlık yer aldığından, âzamî ihlâs ile bütün bütün enaniyeti terk lâzımdır.”
Bediüzzaman kendi ifadesiyle, “şiddet-i fakr ve istiğna ile hediye” almamıştır. Ancak “mânevî Medresetü’z-Zehranın dört beş vilâyetinde hayatını Risâle-i Nur’a vakfeden ve nafakasına çalışmaya zaman bulamayan fedakâr Nur Talebelerinin” durumu ne olacak?
Burada onlara da kendisinin hayatı boyunca takip ettiği kanaat ve iktisat prensibini hatırlatmaktadır. Şimdiye kadar Nur Talebeleri Üstadlarından aldıkları düsturlarla hareket etmişlerdir. Bundan sonra da inşallah aynı yoldan devam edeceklerdir.
Bediüzzaman Said Nursî’nin Risâle-i Nur’da “Konuşan yalnız hakikattir” başlığı altında yer alan ifadeleri bana göre güzel bir vasiyettir.
Adı geçen yazıda yapılan akla hayale gelmedik ithamlara cevaplar verilmektedir. Bize göre zulüm olan şeylerin içinde daha sonra adaletin tecelli ettiğini görürüz. Bediüzzaman, yirmi sekiz senedir vilâyet vilâyet, kasaba kasaba dolaştırılmış, mahkemeden mahkemeye sürüklenmiştir. Sebep: Dini siyasete âlet yapmakmış! Fakat bunu tahakkuk ettirememişler. Bu konuda tek bir delil bulamamışlardır. Çünkü gerçekte böyle bir şey yoktur. Bir mahkeme aylarca, senelerce suç bulup mahkûm etmeye uğraşıyor. O bırakıyor; diğer bir mahkeme aynı meseleden dolayı tekrar muhakeme altına alıyor. Bir müddet de o uğraşıyor, baskı yapıyor, türlü türlü işkencelere mâruz kılıyor. O da sonuç elde edemiyor, bırakıyor. Bu defa bir üçüncüsü yakasına yapışıyor.
Böylece musibetten musibete, felâketten felâkete sürüklenip gidiyor. Yirmi sekiz sene ömrü böyle geçti. Bediüzzaman’a isnad ettikleri suçun aslı ve esası olmadığını sonunda kendileri de anladılar. Bediüzzaman Said Nursî’ye yapılan zulüm ve işkencelerin hakikî sebebini siz bulabildiniz mi?
Ben bulamadım. Bediüzzaman bunların sebeplerini bulmuş. Ne imiş? Bakalım:
“Ben kemâl-i teessürle söylüyorum ki, benim suçum, hizmet-i Kur’âniyemi maddî ve mânevî terakkiyatıma, kemâlâtıma âlet yapmakmış.
Şimdi bunu anlıyorum, hissediyorum, Allah’a binlerle şükrediyorum ki, uzun seneler ihtiyarım haricinde olarak hizmet-i imaniyemi maddî ve mânevî kemalât ve terakkiyatıma ve azaptan ve Cehennemden kurtulmama ve hattâ saadet-i ebediyeme vesile yapmaklığıma, yahut herhangi bir maksada âlet yapmaklığıma mânevî gayet kuvvetli mânialar beni men ediyordu.”2
Bediüzzaman Said Nursî, her şeye rağmen halinden şikâyetçi değildir. O şöyle demektedir:
“Allah’a binlerce şükürler olsun ki, yirmi sekiz senedir dini siyasete âlet ithamı altında, kader-i İlâhî, ihtiyarım haricinde, dini hiçbir şahsî şeye âlet etmemek için beşerin zâlimâne eliyle mahz-ı adalet olarak beni tokatlıyor, ikaz ediyor; ‘Sakın’ diyor, ‘iman hakikatini kendi şahsına âlet yapma-tâ ki, imana muhtaç olanlar anlasınlar ki, yalnız hakikat konuşuyor. Nefsin evhamı, şeytanın desiseleri kalmasın, sussun.’”
Görünüşte Üstadın ve Nur Talebelerinin çektikleri sıkıntıların sonucu iman ve Kur’ân hakikatlerinin gönüller üzerinde, kalblerde makes bulmasıdır. Yapılan Nur hizmetlerinde ihlâsın ne derece parladığını şu sözlerde görebiliriz:
“İşte, Nur Risâlelerinin büyük denizlerin büyük dalgaları gibi gönüller üzerinde husule getirdiği heyecanın, kalblerde ve ruhlarda yaptığı tesirin sırrı budur, başka bir şey değildir. Risâle-i Nur’un bahsettiği hakikatlerin aynını binlerce âlimler, yüz binlerce kitaplar daha belîğâne neşrettikleri halde yine küfr-ü mutlakı durduramıyorlar. Küfr-ü mutlakla mücadelede bu kadar ağır şerait altında Risâle-i Nur bir derece muvaffak oluyorsa, bunun sırrı işte budur. Said yoktur. Said’in kudret ve ehliyeti de yoktur. Konuşan yalnız hakikattir, hakikat-i imaniyedir.”
Günümüzde belki yüzlerce cilt kitap yazılmıştır. Küfür karşısında dayanamıyorlar. Risâle-i Nur’lar en dehşetli hücumlara karşı dayanmıştır. Karşısında direnen küfür dağları pamuk yığınları gibi etrafa savrulmuştur.
Bediüzzaman kendisine yapılan haksız muameleler karşısında hakkını helâl etmiş ve şöyle demiştir: “Madem ki nur-u hakikat, imana muhtaç gönüllerde tesirini yapıyor; bir Said değil, bin Said fedâ olsun. Yirmi sekiz sene çektiğim ezâ ve cefalar ve mâruz kaldığım işkenceler ve katlandığım musibetler hep helâl olsun. Bana zulmedenlere, beni kasaba kasaba dolaştıranlara, hakaret edenlere, türlü türlü ithamlarla mahkûm etmek isteyenlere, zindanlarda bana yer hazırlayanlara, hepsine hakkımı helâl ettim.”
İnsanlar zulm eder, ama kader adalet eder. Bunda hiç şüphemiz yoktur. Said Nursî'nin “Âdil kadere” de söyleyecekleri vardır: “Ben senin bu şefkatli tokatlarına müstahak idim. Yoksa herkes gibi gayet meşru ve zararsız olan bir yol tutarak şahsımı düşünseydim, maddî-mânevî füyûzât hislerimi feda etmeseydim, imân hizmetinde bu büyük mânevî kuvveti kaybedecektim. Ben maddî ve mânevî her şeyimi feda ettim, her musibete katlandım, her işkenceye sabrettim. Bu sayede hakikat-i imaniye her tarafa yayıldı. Bu sayede Nur mekteb-i irfanının yüz binlerce, belki de milyonlarca talebeleri yetişti. Artık bu yolda, hizmet-i imaniyede onlar devam edeceklerdir. Ve benim maddî ve mânevî her şeyden ferağat mesleğimden ayrılmayacaklardır. Yalnız ve yalnız Allah rızası için çalışacaklardır.”3
Bediüzzaman Said Nursî, bizim gibi meşru ve zararsız yolu seçme hakkına sahiptir. O, bu haklarından vazgeçmiş, sonuçta Nur İrfan okulunda milyonlarca talebe yetişmiştir. Nur Talebeleri Üstadın feragat mesleğini takip etmektedirler. Ne güzel!
Bediüzzaman Said Nursî, bunca eza ve cefaya maruz bırakıldı da talebeleri rahat mı bırakıldı? Onlara da akla hayale gelmedik işkenceler yapıldı. Belki hayattan bin defa sıkıldılar. Belki ölümü de çok düşündüler. Ama asla intihar yolunu seçmediler. Allah’ın verdiği canı yine O alabilirdi.
Bediüzzaman’ın talebelerine yaptığı tavsiyeler ne olmuştur? Vasiyet gibi olan tavsiyelerine bir bakalım mı? Buyurun:
“Benimle beraber çok talebelerim de türlü türlü musibetlere, ezâ ve cefâlara mâruz kaldılar, ağır imtihanlar geçirdiler. Benim gibi onlar da bütün haksızlıklara ve haksız hareket edenlere karşı bütün haklarını helâl etmelerini isterim. Çünkü onlar bilmeyerek kader-i İlâhînin sırlarına, derin tecellîlerine akıl erdiremeyerek bizim dâvâmıza, hakikat-i imaniyenin inkişafına hizmet ettiler. Bizim vazifemiz onlar için yalnız hidayet temennisinden ibarettir. Bize ezâ ve cefâ edenlere karşı hiçbir talebemin kalbinde zerre kadar intikam emeli beslememesini ve onlara mukabil Risâle-i Nur’a sadakat ve sebatla çalışmalarını tavsiye ederim.”
Yazıma Merhum Ali Ulvi Kurucu’nun şu beytiyle son verirken, Üstad Bediüzzaman Said Nursî’yi 49. vefat yıldönümünde bir kere daha rahmetle anıyoruz.
Ruhun bu ihtiyacını söyler akan sular,
Kur’ân’a her zaman beşerin ihtiyacı var.
Dipnotlar:
1- Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası, s. 235
2- Bediüzzaman Said Nursî, aynı eser, s. 617-618
3- Bediüzzaman Said Nursî, aynı eser, s. 619-620
24.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|