Şıp, şıp, şıp…
Ve damlacıklar, ard arda sıralandılar. Gözlerimden yaş olup çağladılar. Duygularım şahlanmıştı âdeta. Dayanamıyordum o sese. Dudaklardan dökülen, o ateşîn sözlere.
Karşımdaki adam ise, hiç durmadan, hiç takılmadan ezberinden okuyordu. Yok, yok okumuyor, belki şakıyordu. Bir yandan da ağlıyordu. Belli ki gönülden inandığı, sevdiği bir şeyi yapıyordu. Kimdi bu adam?
Sevgili okuyucu bu adam, babamdı. O yıllar ki, ben 18 yaşının baharında, o ise 45 yaşlarındaydı. Okuduğu şiir, Mehmet Âkif Ersoy’undu.
Rahmetli babacığım sevecen, şen şakrak bir adamdı. Semtimizin Ağa Camiinde, zaman zaman fahrî müezzinlik yaptığı olurdu, ama sesi hep titrerdi. O ses, kulağıma ürkek ve zayıf gelirdi. Oysa bu şiiri okurken; o insan gitmiş, yerine bambaşka bir adam gelmişti. El kol işaretleriyle coşmuş bir hatip gibiydi. Davudî ve tam bir erkek sesiyle, yeri göğü inletiyordu âdeta:
“Zulmü alkışlıyamam, zâlimi asla sevemem
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem...
Biri ecdadıma saldırdı mı, hattâ, boğarım...
— Boğamazsın ki!
— Hiç olmazsa yanımdan koğarım.
Üç buçuk soysuzun ardında zağarlık yapamam;
Hele hak nâmına haksızlığa ölsem tapamam.
Doğduğumdan beridir âşıkım istiklâle,
Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lâle
Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum?
Kesilir, belki, fakat çekmeye gelmez boynum.
Kanayan bir yara gördüm mü yanar tâ ciğerim,
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim.
Adam aldırma da geç git, diyemem, aldırırım.
Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım.
Zâlimin hasmıyım amma severim mazlûmu...”
diye devam ediyordu.
Sevdimdi bu sesi ve bu sesin okuduğu şiiri. İlerde bu şiirin şairini de sevecektim. Ne kadar içten ve yürekten gelen sözlerdi bunlar. Şairin samimiyeti ve içtenliği şiirine de sinmiş, mısralarında da hissediliyordu. Hayat ne kadar büyük bir okul. Ne kadar zengin ve engin derslerle dolu.
Evet, okulda öğrendiklerimizden çok daha fazlasını hayattan öğrenebiliriz. Bazen hayatın bir gün içindeki bir dersi, ömrün yıllarına bedel olabiliyor. İşte o gün ben de, yeni bir şey öğrenmiştim hayattan, ya da baba okulundan.
Meselâ, güzel şiirler ezberlemeyi, onları hıfzıma almayı ve yeri geldiğinde babam gibi haykırıp okumayı, hakkı ve hakikati anlatmayı o gün öğrenmiştim. O gün bitmez tükenmez derslerle doluydu benim için.
M. Âkif’in “İstiklâl Marşı” şiirinin dışında bildiğimiz bir şeyi yoktu. Bir karede ebedî mahkûm, altın bir lâleydi o. Çerçevenin dışına çıkmak, hayatına da bakmak gerekliydi, ama olmamış, yapamamıştım. Sadece ben mi? Sanmıyorum. Bu bilgiç ve ezberci tavır, maalesef hepimizde olan bir şeymiş. Bunu da çok sonra öğrendim ve ona ne kadar haksızlık ettiğimizi o gün anladım.
Babama hayran kalmıştım o gece. İnsanın duygularını yücelten, gönlündeki güzellikleri yansıtan şiirler bilmesi ve yeri geldiğinde de onlardan bir demet gül sunması ne kadar da anlamlı bir davranıştı. Babam gözümde bir kere daha büyümüş, ben ise yeniden çocuk olmuştum. O gün, onun gibi olmayı, şiirler okumayı ne kadar arzulamışımdır. Artık yeni bir sayfa açılıyordu hayatımda. Mehmet Âkif hem hayatıyla, hem de şiiriyle ideal bir örnek teşkil ediyordu.
Ardından bu dünyaya komşu olan, aynı karakterde diğer isimleri keşfedişim başlayacaktı. Önce Necip Fazıl ardından Sezai Karakoç ve sonra Ziya Osman Saba... O gün bir şiirle, bir adımla başlayan o yolculuk, bu gün de sürüyor. O çocuk, hâlâ öğrenmeye devam ediyor. Okumak için seçtiği yazar ve şairlerde o kristal ölçüyü; “eylem ve söylem” beraberliğine dikkat ediyor. O hayırlı günün hatırası, yâd-ı cemîlidir bunlar.
Okul sıralarında bir iki şiiriyle tanıdığımı zannettiğim M. Âkif’i babam o gün okuduğu o tek şiiriyle, bir abide gibi önüme dikmişti.
Hayatını merak edip öğrenince; M. Âkif’e karşı sevgim ve saygım bir kat daha arttı. Artık o benim gözümde bir ideal ve dâvâ adamıydı. O benim semâmın yıldızıydı. Hayatı şiirinden daha ileriydi.
Nice kuyruklu yıldızlar vardır, hızla gelirler, ama aynı hızla da geçip giderler. Bir de yıldızlar vardır semâda, sönmeyen yıldızlar. Hep güneş gibi parlarlar. Mehmet Âkif onlardandı işte.
Evet, o günlerde birçok yazılar yazan nice kalem erbabı unutulup gitti bugün. Bunlardan geriye tek bir satır, tek bir kelime bile kalmadı hafızalarda yaşayan, ama Mehmet Âkif öyle değil. Hayatımızı ve ruhumuzu süsleyen nice ifadeleri var bizimle beraber yaşayan ve hâlâ yolumuza ışık tutan...
Gerçekçiydi Mehmet Âkif. Halk ve toplumu ilgilendiren her olayın içindeydi. Devrinin en aydın, en okumuş sayılı şahsiyetlerinden biriydi. Ama hep Hakla ve halkla birlikteydi, aydın kimliğiyle beraberdi. İnancıyla, azmiyle, çırpınışıyla hep vardı. Kıyıda köşelerde olmamış, menfaat peşinde koşmamıştı.
Şiir ve yazı onun için bir araçtı. Derdi vardı. Iztırabı vardı. Bu derdi bu ıztırabı şiiriyle, mızrabıyla dile getirmişti. Edebiyatın, edep ve erkânını çok iyi bilmesine rağmen şairlik derdinde değildi. Dâvâsının peşindeydi. Kendi ifadesiyle; hesabını bilmese de haddini bilirdi.
Arapça’yı, Farsça’yı ve Fransızca’yı da en ileri derecede bilirdi. Bu çöküş ve yıkılış devrinde Mehmet Âkif inancın kalesini bekleyen nöbetçilerden biriydi. İnancını sözüyle, sohbetiyle, hayatıyla savunan bir kahramandı. Onun içindir ki; ona “millî mücadelenin mânevî lider”lerinden biri denilmiştir.
Evet, Aralık ayının o esrarlı gecesinde, dışarıda yağmurun semadan rahmet olup indiği bir geceydi. Evimizin küçük odasında da durum aynıydı. Gözyaşlarımız rahmet olup akmıştı, taşmıştı. Evet:
Geceler gündüz arar,
Kışlar bahar arar,
Nehirler deniz arar,
Denizler umman arar,
Bir damlacık gözyaşı,
Akacak gözler arar.
İnsanlar ilgi arar,
Akıllar bilgi arar,
Gönüller sevgi arar,
Günahlar silgi arar,
Bir damlacık gözyaşı,
Akacak gözler arar.
Aramızda sımsıcak bir ilgi, bir irtibat noktası daha oluşmuştu o gece babamla. Gençlik yılları malûm, her şeyi bildiğimizi zannettiğimiz uçarı yıllar. İki günde âlim, bir günde cahil olduğumuz yıllar. En yakınlarımıza, ne yazık ki, en uzak olduğumuz çağlar. Babamla ikimizin arasında o gece başlayan yeni bir ilişki ağı Mehmet Âkif’in bu şiiriyle olmuştu. Kendisini rahmetle ve duâyla anarım hep.
Yine ilginçtir, kütüphanemin imzalı ilk kitabı, o yıllarda Bayram Bulut kardeşimin hediyesi Mehmet Âkif’in “Safahat”ı olmuştu.
Mehmet Âkif, rahmetli babam ve o şiir; yıllardır bu üçünü birden aynı karenin içinde düşünmeden edemiyorum.
Gerçi biz çocukluk yıllarında da Mehmet Âkif’i, İstiklâl Marşı şairimizi o geniş ve apaçık alınlı, beyaz sakallı resmiyle de tanıyıp sevmiştik. İşte vatanımızın masmavi semaları kadar berrak, tertemiz bir alın ve hayatın sahibi diye bilmiştik.
İnancı ve milleti için terleyen bir insanı Allah sevdirdi mi seviliyor. Hiç kimsenin methine, sevdirmesine, övmesine gerek kalmıyor.
Eseri kadar hayatı da gözönünde bir insandır Mehmet Âkif.
Hz. Peygamberi (asm) seven, Asr-ı Saadeti modern çağda görmek isteyen bir ideal adamıydı. Onun sözüyle ve eylemiyle ya da şiiriyle yaptığını kaç kişi yapabilmiş? Kaç faniye böyle bir şeref nasip olmuştur?
En küçük haksızlık karşısında asla eğilmemiş, dosdoğru kalabilmiş. Kıyamdan rukûa; Allah’ın huzurundan başka hiçbir yerde eğilmemiş. Her yönüyle o apayrı bir örnek karakterdir.
Ömür boyu geçim darlığından kurtulamadığı için; garibin, fakirin hâlini de çok iyi bilirdi. Ankara’nın o şiddetli kışlarında, üzerinde bir paltosu bile olmadığı ve üstelik şiddetli geçim sıkıntısı çektiği halde, İstiklâl Marşı için konulan 500 lira’yı (bu 1921 yılının parasıdır) almadığı gibi, bu parayı yetimler ve fakirler yurduna hibe etmekten de zerrece çekinmemiştir. Bu kadar izzetli ve cömert bir insandı.
Bir yandan Baytar mektebinin en başarılı öğrencisi ve ilk mezunlarından olup mesleğini de fennî bilgiler ışığında en iyi şekilde uygulamaya çalışıyor, diğer yandan da ilim tahsil etmekten yılmıyor, yorulmuyordu. Bir yandan İstanbul Üniversitesinde dersler veriyor, bir yandan da yazılarıyla, şiirleriyle milletini, vatan evlâtlarını asırlar süren uykudan, cehaletten, tembellikten, sefahatten uyarıyor ve uyandırıyordu.
Maddî ve manevî tehlikelere karşı üzerine düşeni yapıyor, akıllı adam felâketler gelmeden önce feryat ediyor, bağırıyordu. Ama sağır kulaklarımız duymuyordu. O zaman da, üzerimizdeki o gaflet yorganını çekip alıyordu. Elindeyse kalkma. İşte Âkif budur sevgili okuyucu.
O tam İlâhî bir görev insanıydı. Bunu ne kadar da içten ve samimî yapıyordu. Nerede bir görev varsa küçük büyük dememiş her okula, her cepheye koşmuş sayılı nefeslerini boş yere tüketmemiştir. Sözün odun gibi olsa da, doğru olması için çalışmış, asla taviz vermeden yaşamıştır.
Mısır’dan, Medine’ye, Berlin’den Bingaziye kadar her yere koşmuş, üzerine düşen görevleri hakkıyla yapmıştır.
Çanakkale Savaşı’nda “Çanakkale Destanı” adlı şiiriyle milletin acısını paylaşmış, o acılı millete şevk ve ümit vermiştir. Bursa’nın Yunanlılar tarafından işgali sırasında da “Bülbül” adlı şiiriyle “Sus ey bülbül,” diyerek üzerimizdeki ölü toprağını kaldırmış, ümidimizi ve şevkimizi kamçılayıp, cesaret ve azmimizi güçlendirmiştir.
Bu güzel insanın ömrü de güzel bir tevafukla Hz. Peygamber’in (asm) yaşında bitmiştir. Allah gani gani rahmet eylesin.
Ömür biter, ama etkisi devam eder. Sahibinin yaptığı hayırlar geride bıraktığı güzel eserler onun adeta ikinci bir hayatı olur. Mehmet Âkif bu açıdan bakıldığında ise ailesine ve milletine zerrece borcu olmayan, ama çok kıymetli bir “miras” bırakmış insandır. 80 yıldır hâlâ bu mirastan payımıza düşeni almaya devam ediyoruz… Şimdi sıra sende nasip de sende ey okuyucu…
Şairimizin dediği gibi;
“Bir insan ölürse ondan geriye kalır eseri.
Bir eşek öldü mü de ondan geriye kalır semeri.”
Eser-semer arası tercih bizim ibret alalım ibret alınan olmayalım…
Onu yine yakın dostu Mithat Cemal Kuntay’ın “Mehmet Âkif” kitabının en sonundaki en nefis yazıyla yâd etmek istiyorum:
“Vitam Impendere Vero”
Bu Lâtince lâfı, bu Türkçe faslın başında tuhaf görmeyin, aziz karilerim! Bu Lâtince ibare benim için çok sevimliydi : Mânâsından dolayı değil, sesinden dolayı sevimli.
Rüşdiyede Fransızca hocamızın öğrettiği bu cümleyi, çocukluğumda, mânâsını anlamayarak, bir şarkı gibi şahsî bir besteyle okurdum. (Çocukların bir kişiye mahsus olan besteleri malûmdur.) Fakat bu güzel şarkının “hakikat uğruna hayatını vermek” mânâsına geldiğini öğrendiğim gün, ibareden sıtkım sıyrıldı. Sesi o kadar sevimli olan bu cümlenin mânâsı, nasıl, bu kadar korkunç olurdu?
Kelime olan “hakikat”e vücudumun her zerresinde bir başka lezzet olan “hayat” nasıl verilirdi? Böyle düşünmekte, acaba yalnız mıyım, diye evvelâ korktum. Fakat başkalarına da gizli gizli baktım: Onlar da, aşağı yukarı, benim gibi düşünüyorlardı. Demek ki, bu cümle yalandı; ve bu yalanı, çocukluğumdaki başka yalanların arasına fırlattım, attım.
Derken, bir gün, bu ibare bir insan olarak karşıma çıktı. Bu sefer bu insana inanmadım: Bu adam, benim çocukluğumdaki mânâsız bir şarkıydı; ve ben, artık bu şarkıyı sevecek kadar çocuk değildim. Fakat karşımdaki o kadar sahici adamdı ki, onun yanında, her ayda bir yıl küçülerek, az zamanda yeniden çocuk oldum. Ve çocukluğumun eski şarkısını yeniden ve bu sefer anlayarak, sevdim.
Aziz karîlerim, bu adam, Âkif’ti. “Hakikat uğruna hayatını vermeli” diyen Lâtin şairi gibi, bu Türk şairi de:
Hele hak nâmına haksızlığa ölsem tapamam!
Diyordu. Seciyesi de, san'atı da iç içe duran iki dağdı:
Zulmü alkışlayamam, zâlimi asla sevemem;
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.
Üç buçuk soysuzun ardında zağarlık yapamam.
Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam.
Doğduğumdan beridir âşıkım istiklâle,
Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lâle.
Yumuşak başlı isem kim demiş uysal koyunum
Kesilir, belki, fakat çekmeye gelmez boynum.
Kanayan bir yara gördüm mü yanar tâ ciğerim,
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim.
Adam aldırma da geç git, diyemem aldırırım,
Çiğnerim çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım.
(Altıncı Safahat, syf. 65)
...
Evet;
“Hanümanlar sönüyor, zelzele yalnız bana mı?
Ortalık can çekişirken açamam ben yaramı.”
Diyen sevgili Âkif'imiz,
“Ölüler dini değil, sen de bilirsin ki bu din
Diri doğmuş, duracak dipdiri, durdukça zemin”
diyen de sendin.
“Ecdadını zannetme asırlarca uyudu.
Nerden bulacaktın o zaman eldeki yurdu?
Üç kıtada yer yer kanayan izleri şahid:
Dinlenmedi bir gün o büyük nesli mücahid”
Diyerek bizi uyandıran da sendin.
Dört bir yandan vatan evlâtları ümitsizlik içinde kıvranırken, geleceğin neslinden, bizlerden umutluydu. “Âsım’ın Nesli, geleceğimizi kurtaracak nesil, işte o nesildir” diyordu. Onun bu ümidini o nesil boşa çıkarmadı.
Hatta, üç beş kişiden ibaret olan cenazesinin cemaati, o neslin haber almasıyla ve üniversite gençliğinin sahip çıkmasıyla, cenaze arabasına bile lüzum görülmeden, değil eller üstünde, âdeta başlarının üstünde duâlarla taşındı; tâ Beyazıt’tan Edirnekapı’ya kadar.
O gün toprağa verilirken mübarek cesedi, bir gencin sesi duâ olup yankılandı kulaklarda; gök kubbenin tavanında çınladı durdu. Öyle diyordu o gün, o son görevinin başındaki o genç. Her şeyi anlatıyordu, her şeyi; hayatını, dâvânı, çileni, ıstırabını.. Ne diyordu o genç, bir kere değil, bin kere daha dinleyelim o sözü:
“Ey Çanakkale şehitleri! Sizi terennüm eden Âkif, misafirinizdir. Ona iyi bakınız.”
Evet, kader-i İlâhînin bir işaretidir. Bu mübarek vatan toprakları, o acılı günde, onu, evlâdını göğsüne alırken, aynı toprağın üzerinde, değerli bir neslin yetişmekte olduğunu görmekle acısı biraz olsun diniyordu...
22.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|