“Hüseyin attan düştü sahra-yı Kerbelâ’ya,
Cibril kurban, haber ver, Sultan-ı Enbiya’ya.”
ylardan yine Muharrem...
Şehadetinin üzerinden 1329 yıl geçmiş. Ay, yıl ne ki. Bazen uzun, bazen kısa. Bazen arkada, bazen önde. Bazen geriden gelen devir, yüzbin devir ileride.
Ah Hüseyin, vah Hüseyin...
Yetişemedik, ulaşamadık sana ama, hayatını inceden inceye okuduk, öğrendik. Dâvânı, dâvâmız bildik, çok şükür.
Ah Hüseyin, vah Hüseyin...
Tarihler 10 Ocak 626’yı gösterdiği gün, Medine’de doğduğun gündü. Sevgili dedeciğin Hz. Peygamberimiz (asm) ağabeyin Hasan’a yaptığı gibi, o güne kadar Araplarca pek bilinmeyen adını, kulağına ezan okuyarak bizzat kendisi koymuştu. Göğsünden aşağı tarafını dedeciğine benzetirlerdi. Ne de olsa o nurdan bir parçaydın. Hz. Fatıma’nın, Hz. Ali’nin (ra) küçük evlâdıydın.
Ah Hüseyin, vah Hüseyin...
Aylardan yine Muharrem... Dem bu dem... Kerbelâ’da, kavurucu sıcaklar altında bir yudum suya hasret gittiğin dem...
Soğuk bir günde, kor ateş gibi düştün yine içime. En evvel ismini sevdim senin Hüseyin, Hüseyin. Ah Hüseyin, vah Hüseyin... Dedemin adıydı adın. Dedemi ise hiç görmedim, tanımadım. Gencecik bir yaşta vefat etmiş.
Seni dedem bildim. Dedem gibi sevdim. Hayatına ilgim daha çocuk denecek yaşta başladı. Sonra Fuzulî’nin, “Hadikatü’s-suada”sı, Asım Köksal Hocanın “Kerbelâ Faciası” bu yolun ilk temel taşları oldu. Efsaneye gerek yok; sen benim için kahramandın. Ve en son ise, Bediüzzaman’la bilecektim gerçek yerini ve değerini. Kur’ân ve iman hizmetindeki önemini.
“Risâle-i Nur dairesi, Hazret-i Ali ve Hasan ve Hüseyin’in (ra) ve Gavs-ı Âzam’ın (ks)—ihbarât-ı gaybiyeleriyle—şakirdlerinin bu zamanda bir dairesidir...” “Zaten üveysî bir sûrette, doğrudan doğruya hakikat dersimi Gavs-ı Âzam’dan (ks) ve Zeynelâbidin (ra) ve Hasan Hüseyin (ra) vasıtasıyla İmam-ı Ali’den (ra) almışım. Onun için hizmet ettiğimiz daire, onların dairesidir.” (Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası, s. 67-68)
Ah Hüseyin, vah Hüseyin...
Aylardan yine Muharrem.
Hz. Hatice’nin torunu, gözbebeği... Resûlûllah’ın (asm) reyhanı, çiçeği... Fatıma’nın ve Ali’nin biriciği...
Nasıl kıydı sana ol kanlı zalim? Yanındaki yetmiş kişiye nasıl kıydı? Nasıl kıydı ol kanlı zalim!?
Görebilseydi o günden geleceğini, meyvesini seven koparmazdı çiçeğini.
Ah Hüseyin, vah Hüseyin...
Senin çiçeğin hiç solmadı ki, öyle bir koku saldın ki rüzgâra, dolaştı sahraları, aştı çağları bana da ulaştı.
Kerbelâ’ya yakın “Beyza” denilen yerde öğle ve ikindi zamanlarında, dilinde hitap çiçekleri açtı. İnsanlar kadar, kumlar da şaşırdı. Sözlerin yürek yaktı, düşmanını da çarptı. İnci gibi dizdin kelimeleri, son nefes öncesi Rabbinin huzurunda. Sonra buharlaştı o sözler, semaya ulaştı. Göğe yağan yağmur oldu. Gözyaşından nasipsizlere, rahmetten uzak düşmüşlere kezzap oldu.
Emanetti bütün çağlara, bütün insanlara o sözler.
Ah Hüseyin, vah Hüseyin...
Çölde tek başına bir insanın, sadece Allah ile olanın ne kadar güçlü olduğunu kör gözlere de gösterdin. Şimdi kalbimiz ve kulağımız sana misafir, dinliyoruz:
“Ey insanlar! Hz. Peygamber buyuruyor ki: ‘Kim ki, zulmeden ve İlâhî hududu aşan, Allah’a verdiği ahitten dönen ve peygamberin sünnetini hiçe sayıp, insanlar üzerinde zorla hükmünü yürüten bir yöneticiye rastlar da, söz ve işleriyle ona karşı çıkmazsa, Allah, ahirette ona iyi bir hayat nasip etmeyecektir.’
Bakın onlar şeytanın peşinden gidip, Allah’ın hükümlerine karşı çıkıyorlar. Bozulma başgösterdi. Allah’ın koyduğu hududu çiğniyorlar. Gayrımeşrû yollarla servet ediniyorlar. Meşrû, gayrımeşrû oldu; gayrımeşrû olana da meşrû kılıfı giydirildi. Ben onları sapıklıktan alıkoyup, doğruya ve adalete götürecek insanım. Sayısız mektuplarınız ve gönderdiğiniz elçilerle bana biat edeceğinizi söylediniz. Bana ihanet etmeyeceğinize ve düşmanlarıma beni teslim etmeyeceğinize dair ant içtiniz. Eğer ahdinizde sadıksanız, doğru yoldasınız demektir. Ama sözünüzden dönerseniz, bu da sizden beklenmez değil...
Gözünüzü açın! Daha önce zaten kendi kendinize zarar vermiştiniz. Şimdi de aynı şekilde davranıyorsunuz. Payınızı yitirdiniz ve servetinizi helâk ettiniz. Kim sözünden dönerse, kendi zararına döner. Allah beni yakında elinizden kurtarır.
Olup bitenleri görüyorsunuz. Dünyanın rengi değişti. Tamamıyla faziletten yoksun hâle geldi. Yalnızca her iyiliğin tortusu kaldı. Dikkat! Görmüyor musunuz, hak ve doğru yerin altına gönderildi. Bilerek, bâtıl işler peşindeler. Kötü gidişi önleyebilecek kimse kalmadı. Zaman, her mü’minin Allah uğruna hakkı savunacağı zamandır. Şehid olmak istiyorum. Zalimlerle bir arada yaşamak zulmün ta kendisidir.
Ey insanlar! Soyuma şöyle bir bakın. Durun da, bir an için ben kimim, düşünün. Kafanızı kurcalayın, bilgilerinizi tazeleyin. Beni öldürmek ve bana duyulan saygıyı hiçe saymak sizin için hak mıdır? Ben, sizin peygamberinizin kızının ve yeğeninin oğlu değil miyim? Şehitlerin Efendisi Hamza, babamın amcası değil miydi? Cafer-i Tayyar benim amcam değil midir? Peygamberin, benim ve kardeşim için, ‘Cennet gençlerinin efendisi’ diye buyuran ünlü hadisini hatırlamıyor musunuz? Eğer dediklerim doğruysa—ki, kuşkusuz doğrudur; çünkü kendimi bildim bileli hiç yalan söylediğimi hatırlamıyorum—bana karşı, kınından çekilmiş kılıçlarla durmayı mı reva görüyorsunuz?
Bu gerçeğin, sizi, kanımı dökmekten alıkoyması gerekmez mi? Allah’a yemin ederim ki, şu anda yeryüzünde benden başka peygamber torunu yoktur. Ben peygamberinizin doğrudan doğruya sülbünden gelen bir torunuyum. Birinizin canına kıydım da mı beni öldürmek istiyorsunuz? İçinizden birinin kanını mı akıttım? Bir kimsenin malını mı gaspettim? Evet, ne yaptım söyleyin, suçum nedir benim?” (İbni Cerir et-Taberî ve İbni Esir)
Ah Hüseyin, vah Hüseyin...
Sen soruları üstüste sordun amma cevap veren olmadı. Bir yiğit çıkmadı, Hür’den başka. Çünkü hepsinin kalbi intikam fırçasıyla boyanmıştı.
Hz. Hüseyin, adalet, hak, fazilet ve güzelliğin yolunu seçti... Şehadeti seçti. Dünyada ebediyen kalacağını zanneden zavallılara da; hayatın ne olursa olsun, nasıl olursa olsun, ille de yaşamak anlamına gelmediği dersini verdi. Hayatın dört yol ağzında en doğru olanını seçti. Kader konuşunca beşer susacaktı. Biz de sustuk...
Cafer bin Muhammed bin Ali, o gün Hz. Hüseyin’in, 33 küçük, 34 de büyük olmak üzere toplam 67 kılıç ve mızrak yarası aldığını nakleder. Şehadeti “10 Muharrem - 10 Ekim 680”.
Bu dünyada herşey gelip geçicidir. Fakat bir şehit, hele de Hz. Hüseyin (ra) gibi bir şehit, hafızalarda canlı bir ilham örneği olarak kalır. Her hayırlı ve iyi işlerde rahmetle ve duâyla anılır. Sonunda kazanan yine onlar olur. Dünya imtihanını, kanlarıyla, canlarıyla, ama başarıyla verirler. Geriye dönüp baktığımızda, o mübarek başın, zafer tâcıyla süslendiğini görürüz...
Hakkı savunanın hakkı budur. Payına düşen, ebedî cennet ve İnşaallah ebedî huzurdur.
...
Saadet Asrından birkaç hatıra ile yazımızı bitirelim:
“Bir gün Fahr-i Kâinat Efendimiz (asm), bir dizine torunu Hüseyin’i, diğerine de oğlu İbrahim’i almış severken Cebrail (as) gelerek, ‘Yâ Resulallah’ dedi, ‘Cenâb-ı Hak bu ikisinden birini alacaktır. Seçimi sizin yapmanız gerekiyor.’ Allah Resûlü büyük bir teslimiyetle boyun bükerken, ‘Eğer Hüseyin vefat ederse, benim canım yandığı gibi, hem damadım hem de yeğenim Ali’nin ve kızım Fatıma’nın da canı yanar,’ buyurdu. ‘Ama oğlum İbrahim giderse, sadece annesiyle ben üzülürüm. Üzüntümü onlarınkine tercih ederim,’ dedi. Ve üç gün sonra Hz. Peygamberimizin oğlu İbrahim vefat etti. Fahr-i Kâinat, Hz. Hüseyin’i her görüşünde öper, sever ve; ‘Selâmet o kimseye ki, oğlumu onun yoluna feda ettim,’ buyururlardı.”
…
“Yine bir gün Melek Cebrail, Rabbimizden izin alarak Peygamber Aleyhisselâm’ın yanına gelmişti.
Peygamber Aleyhisselâm Ümmü Seleme’ye:
‘Ey Ümmü Seleme! Kapıyı üzerimize kapa, yanımıza kimseyi bırakma!’ buyurdu.
O sırada Hz. Hüseyin koşarak kapıya geldi.
Ümmü Seleme, onu içeriye bırakmadı.
Fakat, Hz. Hüseyin kapıyı zorlayıp içeri daldı, kendisini Peygamber Aleyhisselâm’ın kucağına attı.
Peygamber Aleyhisselâm onu boynuna ve omuzuna aldı. Öptü ve sevdi.
Melek, Peygamber Aleyhisselâm’a:
‘Onu çok mu seviyorsun?’ diye sordu.
Peygamber Aleyhisselâm:
‘Evet!’ buyurdu.
Melek:
‘İyi ama, ümmetin onu öldürecektir!’ dedi.
Peygamber Aleyhisselâm:
‘Demek, onu öldürecek olan mü’minler öyle mi?’ buyurdu.
Melek:
‘Evet! İstersen, onun öldürüleceği yeri de sana göstereyim!’ dedi.
Peygamber Aleyhisselâm:
‘Evet! Göster!’ buyurunca, Melek orayı Allah’ın Resûlü’ne (asm) gösterdi.
Oradan getirdiği bir avuç toprağı da, Peygamber Aleyhisselâm’a verdi.
Peygamber Aleyhisselâm, Ümmü Seleme’ye:
‘Bu toprak, senin yanında emânettir! O, kana dönüştüğü zaman, bil ki, Hüseyin öldürülmüştür!’ buyurdu.
Ümmü Seleme, onu bir çanağın içine koydu. Hep ona bakar dururdu.
Selmâ Hâtun der ki:
‘Bir gün Ümmü Seleme’nin yanına girmiştim, ağlıyordu. Kendisine:
‘Ne için ağlıyorsun?’ diye sordum.
‘Resûlûllah Aleyhisselâm’ı rüyâda gördüm. Başında ve sakalında toz toprak vardı’ dedi.
Kendisine:
‘Ne oldu sana yâ Resûlallah?’ diye sordum.
‘Az önce, Hüseyin’in öldürülüşüne şâhit oldum,’ buyurdu.
Ümmü Seleme, o gün çanakta sakladığı Kerbelâ toprağının da kana dönüştüğünü görmüştü.
‘Vah Hüseyin’im! Vah Resulûllah’ın oğlu!’ diyerek feryat ediyordu.
‘Allah ona bunu yapanların evlerine ve kabirlerine ateş doldursun!’ diyerek bayıldı.”
(S. Gündüzalp, Saadet Asrından Öyküler, Zafer Yay.)
…
Hz. Hüseyin’i (ra) katledenlerin ve Kerbelâ’ya katılanların sonu normal yoldan bir ölümle gerçekleşmemiş, sonları çok feci olmuştur. Şimdi, görgü şahidi Yakup bin Süfyan’ın ağzından aynen anlatacağımız bir hatıra vardır. Bu tarihî olay güvenilir kaynaklarda da kayıtlıdır:
“Çiftliğimdeydim. Cemaatle yatsı namazını kıldıktan sonra oradakilerle oturup muhabbete başladık. Hz. Hüseyin’den açıldı söz. Orada bulunan adamlardan biri dedi ki:
‘Ben ısrarla takip ettim. Hüseyin’in üzerine yürüyüp de onunla savaşanların hemen tamamının sonu çok fecî oldu.’
Bizimle bulunan çok yaşlı bir adam:
‘Ben onlara karşı savaşanlardandım. Fakat şu âna kadar başıma hoşlanmadığım hiçbir şey gelmedi,’ dedi. Yanmakta olan kandil o sırada sönmeye yüz tuttu. İhtiyar, kandili yakmak için kalktı. Kandilin fitiliyle oynarken, ateş birden harlayıp ihtiyarın elbisesini tutuşturdu. İhtiyar canını kurtarmak için, çiftliğimizin hemen önünden akan suya (Fırat’a) koştu fakat ne yanmaktan kurtulabildi, ne de boğulmaktan.”
Resulûllah’a dil uzatanın dili kurur. Soyuna dil uzatanın, soyu kurur, ebter olur, ebter…
…
Yine Eba Müslimi Horasanî’nin bu topraklara girdiğinde, Kerbelâ’daki katliâma katılanları tesbit ettirip, bunların defnedildikleri yerden kemiklerini çıkarttırıp kırdırdığı ve tekrar kabirlerine koydurduğu da rivayet edilir. İnsanlar zulmeder, kader adalet eder. Ümmü Seleme annemizin bedduâsı da bir şekilde gerçekleşmiş olur.
Bu hep böyledir... “Zulüm kısmak istediği sesi nara yapar.” Bazen ölülerin sesi, şehitlerin nefesi öyle bir ah ile çıkar ki, mazlûmun âhı bir haneyi değil, âlemi bile viran edebilir. Şehitlerin sesi dirilerden daha gür çıkar.
Duâmız;
Âb-ı rûy-ı Habib-i Ekrem için,
Kerbelâ’da revan olan dem için,
Şeb-i firkatte ağlayan göz için,
Rah-ı aşkında sürünen yüz için,
Risâle-i Nur’a, Üstad’a ve İslâm’a zafer ver yâ Rab!.. Âmin!..
Not: Bu konuyla ilgili daha geniş izahlar için Bediüzzaman Hazretlerinin Mektûbât isimli eserinin 15. Mektub’una bakılmasını tavsiye ederim. Okuyucularımızın Hicrî ve Milâdî yeni yıllarını tebrik eder, hayırlara vesile olmasını niyaz ederim. Duâlarla,
duâlarınızı bekleyerek...
03.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|