Halen Filistin Parlamentosunda ağırlığı bulunan ve özellikle Gazze bölgesinde hakimiyetini sürdüren HAMAS, bir siyasî parti hareketi olduğu kadar, aynı zamanda paramiliter (askerî kanadı olan) bir örgütün kısaltılmış adıdır.
"Harekât–ı Mukaveme–i İslâmiye" mânasına gelen HAMAS, her ne kadar fikrî ve mânevî kuruluşunu 1930'lu yıllara dayandırsa da, bu hareket esas itibariyle 2004 senesinde İsrail tarafından katledilen Şeyh Ahmed Yasin'in mânevî liderliğinde 1987'de kuruldu. Kuruluş maksadı ise, 1948'den önceki Filistin toprakları üzerinde bir İslâm devletini kurmaktır. Örgüt, bu maksadın hâsıl olması için, gerekli her türlü teşebbüste bulunmaya çalışır.
HAMAS'ın pek fazla bilinmeyen bir yönü ise, özellikle Mısır'da yıllar önce siyasete oynayan ve Mısır dahil diğer bütün Arap ülkelerinde siyasî başarısızlığa düşen İhvan–ı Müslimin (Müslüman Kardeşler) hareketiyle olan irtibatıdır. Kendilerini bu hareketin "Filistin kolu" olarak görmektedirler.
HAMAS'ın bir diğer yönü ise, Müslüman ülkeleri arasında sadece İran'la olan samimiyet ve münasebetidir. Bu noktada Filistinlilerin değil, ancak İran'ın samimiyeti şüpheli ve tartışmalıdır.
Zira, İran Lübnan'daki Şiî Hizbullah'a yardım ettiği ölçüde, Filistin'deki Sünnî HAMAS'a yardım etmiyor. Yani, onları destekliyor gibi görünen İran, bu konuda fiiliyatta farklı davranıyor. Esas itibariyle, tarihinin hiçbir devresinde Sünnî kesime ciddiyetle yardım ettiği vâki olmayan İran, Filistinliler için de aynı kaypak politikayı izliyor.
Buna göre, birçok dünya ülkesi tarafından (AB, ABD, Kanada, Japonya, Avustralya...) terörist örgüt listesine dahil edilen HAMAS'ın İslâm dünyası tarafından da yalnız ve desteksiz kaldığı anlaşılıyor.
Burada, Türkiye'nin yaklaşımı bir istisnaî durum teşkil ediyor. Ancak, özellikle Arap devletlerinin en büyük korkusu ve çekincesi, Filistin'de yeniden tırmanışa geçen "İhvan–ı Müslimin siyaseti"nin—başarıya ulaşması halinde—günün birinde onların iktidarını da sarsacağı noktasından kaynaklanıyor.
Esasen, demokrasiye geçemedikleri için bu tür korkuları taşıyan Arap devletlerinin, hemen yanı başlarındaki bu kanlı vahşete seyirci kalmaları başlı başına bir handikap ve bir paradoks teşkil ediyor: Zira, hepsi de İsrail'in politikalarından rahatsız ve öldürülen Filistinli mâsumlara acımakla birlikte, olup bitenlere seyirci kalmanın şiddetli azabını yaşıyorlar.
Bu durum, elbette ki böyle sürüp gitmez, gidemez. HAMAS örgütü bir yana, binlerce Filistinli mâsumun zâlimane kurşunlarla, bombalarla katledilmesine ilânihaye seyirci kalınamaz. Seyirci kalmaya devam edenin, bir gün kendisinin de yanacağı unutulmasın.
Neticede, HAMAS'ın günahı–sevabı, eğrisi–doğrusu ne olursa olsun, Filistin halkı mâsumdur, mazlûmdur ve temel insanî hak olan yaşama hakkına–hukukuna sahiptir. Hiç kimsenin bu temel hakkın muhafazasına çalışmamak gibi bir lüksü yoktur. Bu hususta eliyle, diliyle, yahut kalbiyle olsun, şüphesiz herkese düşen bir vazife vardır.
Padişahların şarabı
Medyatik yönü ağır basan bazı tarihçilerin, özellikle son zamanlarda dillerine dolamaya başladıkları bir konu var. Meselâ diyorlar ki: "Osmanlı padişahlarının çoğu şarap içerdi."
Bazı padişahların şarap içtikleri ve daha başka şahsî zaafları sebebiyle günaha girdikleri doğrudur.
Ancak, hemen bütün padişahları töhmet altında bırakırcasına ileri sürülen bu iddianın içine Sultan Fatih, Yavuz Sultan Selim ve Sultan II. Abdülhamid gibi takvânın zirvesindeki padişahların da dahil edilmek istenmesi, işin zıvanadan çıktığının bâriz bir göstergesidir.
İddia sahiplerinin elinde iki çürük delil var: 1) Beyitlerde, mısralarda, v.s. "şarap" tâbiri geçiyor ve 2) Muhasebe kayıtlarında "şarap" maddesi yer alıyor.
Bu iddialara bakıp da "El insaf yahu!" dememek elde değil.
Evvelâ, Osmanlı edebiyatında şarap tâbirinin ille de haram olan ve sarhoşluk veren bir içecek anlamında kullanılmadığı gün gibi âşikâr. Zira, şarap "şurb/içmek" kökünden geldiği gibi, ayrıca çoğu şâir, âşık ve ozan da şiirlerinde "aşk şarabı"ndan bahsediyor ki, bunun tamamıyla bir mecâzî anlam taşıdığı zaten biliniyor.
İkincisi, Saray'ın muhasebe defterlerinde "şarap" maddesinin görünmesi de, o sultanların şarap içtiği anlamına gelmiyor. Zira, illâ padişahın içmesi için değil, bir başka maksat için de bu müskiratın alınmış olması muhtemel.
Meselâ, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün şarap gibi haram maddeler ihtiva eden hiçbir müskiratı bilerek içmediğine kaniyiz. Ne var ki, gerek hariçten gelen ve gerekse içerden dâvet edilen misafirlerine içki/şarap ikram ettiğini de biliyoruz.
Hatta, bazı gazeteciler, Cumhurbaşkanı Gül'ün, yahut Başbakan Erdoğan'ın misafiri olduklarında, özellikle şarap istiyor ve içiyorlar. Ama, "muhasebe kayıtlarına geçen" bu durum, asla Gül ve Erdoğan'ın müskirat kullandıkları anlamına gelmiyor.
Tarihin yorumu
5/6 Ocak 1972
"Aras"atta bir diplomat
Türkiye'de en uzun süreli Dışişleri Bakanlığı yapan Tevfik Rüştü Aras, İstanbul'da öldü.
M. Kemal ile arkadaşlığı tâ gizli İttihat–Terakki yıllarına kadar dayanan Aras, 1920'de milletvekili, 1925'te ise Dışişleri Bakanı oldu.
Aras'ın Dışişleri Bakanlığı, M. Kemal'in ölüm tarihi olan 10 Kasım 1938'e kadar aralıksız şekilde devam etti.
Hemen hemen aynı yıllarda yine kesintisiz şekilde Başbakanlık yapan İsmet Paşa, bu şahıstan pek hoşlanmadığı halde, M. Kemal'in bu yakın arkadaşını kurduğu her kabinede bakan yapmak zorunda kaldı. İnönü, M. Kemal'in ölümünün hemen ertesi gününde onun bu makamdaki görevine son verdi.
İnönü ile arası açılan Aras, sırf bu husumet yüzünden 1946'da kurulan Demokrat Partiye zımnen destek verdi. Ancak, kendisi bir türlü Demokrat olamadı.
Aras'ın siyasete meyil arzusu, 1961'de yeniden depreşti. Bu tarihte kurulan Yeni Türkiye Partisine girdi. Ancak, bu parti, o dönemde AP'yi bölmenin dışında siyasî hayatta pek başarılı olamadı.
M. Kemal ile yakın arkadaşlığı sebebiyle İsmet Paşaya yaranamayan Aras, tek parti zihniyetinin en uzun süreli Hariciye Bakanı olduğu için de Demokratlarla uyuşamadı. Hayatının sonunda girdiği YTP ise milletin teveccühüne mazhar olamadı.
Böylelikle, hiçbir tarafa yaranamayan Aras, siyasî hayatını kötü bir final ile noktalamış oldu.
06.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|