Dünyada olduğu gibi, Türkiye'de de değişim rüzgârları olanca hızıyla esmeye devam ediyor. Buna muhalefet etmek mânâsız, karşı koymaya çalışmak ise beyhude.
Akarsuları tersine döndürmek mümkün olmadığı gibi, rüzgârın önüne geçmek de imkânsız. Bir darb–ı meselde "Rüzgâra tüküren, yüzüne tükürür" deniliyor.
Sosyal ve siyasî gelişmeler de, tıpkı suya ve rüzgâra benzer. Durgunluk, durağanlık bilmez, tanımaz, kabul etmezler. Kendi mecrâsında dinamik bir hızla akar giderler.
Şu da var ki, sosyal ve siyasî hadiseleri tek bir sebebe, tek bir şahsa, tek bir gruba, tek bir partiye bağlamamak gerekir. Bilhassa gitgide globalleşen günümüz dünyasında, devletler ve hükümetler gibi, fikirler ve siyasetler de birbiriyle ciddî bir etkileşim halindedir.
Bugün, dünyanın en ücrâ noktasında bir hadiseyi, bulunduğumuz şehirdeki bir hadise ile aynı anda duymakta, aynı anda yorumlayabilmekteyiz.
Dünya, âdeta küçülmüş ve bir şehir mesabesine gelmiş durumda.
Dolayısıyla, değişim rüzgârlarından bahsederken, lokal sebeplerin yanı sıra, mutlaka global çaptaki sebepleri de nazar–ı itibara almak durumundayız. Aksi halde, meseleye dar çerçeveden bakmış ve dar bir ufukla da değerlendirmiş oluruz.
Statükonun direnişi
Son elli yıllık zaman diliminden söz edecek olursa, değişimin en şiddetlisinin Avrupa'da yaşandığını görürüz. Bugünkü AB'yi vücuda getiren değişimin ilk adımları, bundan yaklaşık elli sene evvel atıldı.
Avrupa'daki değişim rüzgârları öylesine hızlı ve şiddetli esti ki, akla hayale gelmeyecek, havsalaya sığmayacak kadar büyük ve önemli değişiklikler yaşandı: Şengen Antlaşmasına imza koyan ülkelerin vatandaşlar için, pasaport ile hüviyet cüzdanı arasında hemen hiçbir fark kalmadı. AB ülkelerini kapsayan geniş ve karmaşık coğrafyanın sınırları hemen hemen ortadan kalktı, adeta izafî bir konuma geldi.
Ülke sınırlarındaki geçişler kolaylaşırken, bir yandan da para farklılıklarını ortadan kaldıracak harikulâde gelişmeler yaşandı. EURO denen bir ortak para birimi çıktı ki, şu an dünyanın en güvenilir, en itibarlı bir metaı haline geldi.
Müşterek pasaport, müşterek para birimi derken, Avrupa'da şimdi de müşterek hukuk, müşterek anayasa gibi konular gündemde...
Avrupa ve bir yönüyle Amerika'da yaşanan bu hızlı değişim rüzgârından, Türkiye de illâ ki bir şekilde etkileniyor. Seksen yıllık statüko, her ne kadar dirense ve birtakım ayakbağlarıyla gelişmeleri yavaşlatsa da, değişimin önünü istediği gibi kesemiyor.
Bazı şeyler var ki, ister istemez, yani mecburiyet tahtında gelişiyor, değişiyor.
Meselâ, seksen yıldır halkın, yani cumhurun bir türlü seçemediği Cumhurbaşkanını, bundan sonra halkın kendisi seçecek.
Kezâ, resmî ideoloji, seksen yıldır dilini ve milliyetini inkâr ettiği Kürd'ün varlığını ister istemez kabule mecbur oldu. Hatta, kabul etmekle de kalmayıp, kendi imkânlarıyla bu halkın diline hizmet etmeyi bir vazife olarak üstlenmeye başladı. TRT'nin bir kanalını Kürtçe'ye tahsis ederek, seksen yıllık ihmalini telâfiye ve hatasını tamire çalışıyor şimdi.
Sadece Kürt unsuru için değil, yine bizzat devlet eliyle yıllarca itilip kakılmış olan Alevî, Arap, Rum ve Ermeni gibi sâir unsurlar için de, benzer tarzda açılımların yapılması gündeme gelmiş bulunuyor.
Öte yandan, sembolik düzeyde olsa bile, CHP'nin "çarşaf açılımı" kimilerini şoke edecek derecede bir değişim oldu. Tıpkı, bazı generallerin (Ergenekoncular gibi) ilk kez bir sivil mahkemede yargılanıyor olmasının bazılarını şoke ettiği gibi...
Hazımsızlık olsa da...
Yukarıdan beri sıraladığımız bütün bu gelişmeler, elbette ki bir takım rahatsızlıklara ve hazımsızlıklara da yol açabilecektir. Bu hazımsızlık sebebiyle, hiç umulmadık bir takım ajitasyonların yapılması da muhtemeldir.
Ne var ki, yine de zaman seli akmaya, sel dolapları dönmeye ve değişim rüzgârları esmeye devam edecektir. Bu dinamizmi durdurmak, bu akışkanlığın önüne geçmek imkân ve ihtimâl harici.
Tabiî, her türlü değişimin, her türlü gelişmenin doğru ve sağlıklı olduğunu iddia edemeyiz. Ancak, hiçbir zaman ülkenin hayrına görmediğimiz ve öyle de yorumlamadığımız şu seksen beş yıllık "derin statüko"yu sarsan, yerinden oynatan gelişmeleri terazinin kefesine koyduğumuzda, iyi ve faydalı tarafının yine de ağır bastını söylemek mümkün.
DÜZELTME: 3 Ocak Cumartesi günkü yazıda geçen "Harnâme" isimli şiir Şeyh Galib'in değil, yine bir Divân şairi olan Şeyhî'ye ait. Bu sehvi düzeltir, özür dileriz. MLS
Tarihin yorumu 5 Ocak 1937
CHP ile içli–dışlı bir anayasa
Laiklik ilkesi, 3115 sayılı kànunla Anayasa metni içine dahil edildi. Bu yöndeki teklif Meclis'in tek partisi olan CHP milletvekillerinden geldi.
Laiklik, aslında önce CHP'nin "altıok"una dahil edildi, ardından bu altı okun içinde yer alan maddeler, olduğu gibi Anayasanın 2. maddesine ilâve edildi.
1928'de yapılan bir değişiklikle 2. maddede yer alan "Türkiye Devletinin resmî dili Türkçedir, makarrı (başkenti) Ankara'dır" şeklindeki ifadenin baş kısmına şu cümle ilâve edildi: "Türkiye Devleti, cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi, laik ve inkılapçıdır.''
O devirde, ülke tek parti zihniyetiyle idare edildiğinden, parti işleriyle devlet işleri, parti tüzüğüyle devletin anayasası, bütünüyle içiçe girmiş bir vaziyetteydi.
CHP, 85 yıldır Anayasada yapılacak her değişiklikte kendini yegâne yetkili ve tasarruf sahibi olarak görüyor. Yani, şayet bir değişiklik yapmak gerekirse, onu da kendisi yapacak; ve illâ yaptırmayacak.
Aksi halde, başkasının teşebbüsünü akim bırakacak, geçersiz kılacak bir takım yollara başvurması kaçınılmazdır.
Nitekim, son yıllarda yapılan onca Anayasa değişikliği teşebbüslerinin de önüne geçti ve Meclis'in görüşüp onayladığı muhtelif maddeleri bir şekilde geçersiz kılmayı başardı.
Ne var ki, bu partinin gücü giderek azalıyor ve halk desteği de seçimden seçime geri saymaya devam ediyor. Bu gidişle, yakın gelecekte tarih olacak.
05.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|