Üzerinde yaşadığımız Türkiye coğrafyası, sayısız ırk ve milletin yoğrulup harman olduğu çok bereketli bir toprak parçasıdır.
Tarihin değişik dönemlerinde izlerine rastladığımız Hititler, Sümerler, Asurlular (Nemrudîler), Urartular, Persler, Romalılar, Lidyalılar, Frigyalılar, Bitinyalılar, Rumlar (Bizans), Selçuklular, Artuklular, vesâireler, ağırlıklı olarak Anadolu toprakları üzerinde yaşamış ve hüküm sürmüşlerdir.
Ayrıca, bu büyük ve şöhretli hükümetlere bağlı olarak yaşayan küçük çaplı daha başka unsurların varlığı da az–çok biliniyor: İyonlar, Hellenler, Bergamalılar, Fenikeliler, Medler, Maruniler, Mervaniler, Moğol ve Harezmîlerin bakiyesi gibi...
Bütün bu unsurlar, acaba ne oldu ve nereye gittiler? Tamamıyla yere batmadıklarına ve göğe de çıkmadıklarına göre, bunlar biryerlerde duruyor ve bir şekilde imrâr–ı hayat ediyorlar demektir. Velev ki, açıkça bilinmeseler ve tanınmasalar da...
* * *
Selçuklular'ın bundan bin sene kadar önce Anadolu'da başlatmış oldukları "İslâmî fütûhat" hareketi, Osmanlı'nın şevket devresinde (1500'lü yıllar) tamamlanmış oldu. Bu iki büyük saltanatın hakimiyet devreleri arsında boy gösteren beyliklerin çoğu, yine İslâmî fetih sürecine dahil edilebilir.
Ne var ki, Anadolu'da yaklaşık beş yüz sene devam eden bu İslâmlaşma vetiresi boyunca, yerleşik halktan (Müslüman olmamak için) başka yere göç edenlerin sayısı fazla olmamıştır. Yani, hükümetler değişmiş, iktidarlar el değiştirmiş, ancak avam deniler halk kitleleri yine yerinde kalarak yeni gelen hükümetlerin tebaası olarak hayatlarını idame ettirmişlerdir.
Ayrıca, şunu da hatırlatmak lâzımdır ki, İslâmlaşma vetiresine paralel şekilde gelişen bir "Türkleşme" vakıası var.
Onun içindir ki, yüzde yetmişine yakını Türkleşmiş olan bu vatan ahâlisinin demografik yapısını nazara veren Bediüazzaman Said Nursî, bu vatanda yaşayanların "...ancak yüzde otuzu hakikî Türk ve yüzde yetmişi başka unsurlar"dan müteşekkil olduğunu ifade ediyor. (Emirdağ Lâhikası, s. 386)
Bu ifade, esasında tarihin gerçekliğiyle de tam bir paralellik arz ediyor.
Türklerin İslâmiyet ile kaynaşması ve bu mukaddes dine hizmet yolunda kendilerini fedâ edip adeta fâni olmaları hasebiyledir ki, başka unsurlardan olan Müslümanlar da Türklerin içine karışarak bir nevi asilime olmuşlardır. Yani Türkleşmişlerdir. Böylelikle, nüfusları yüzde otuzlarda iken yüzde yetmişlere bâliğ olmuştur.
İşte, bu tarihî hakikat, 1900'lü yılların başına kadar kazasız, belâsız, pürüzsüz ve arızasız bir şekilde devam edip gelmesine rağmen, bilhassa İttihatçı hükümetlerin Türkçülük/Turancılık propagandası ve onu dahi gölgede bırakan Cumhuriyet hükümetlerinin serapa Türkçülüğe dayalı şovenist uygulamaları yüzünden, necip Türk milletine karşı bir husûmet ve muhalefet cephesi açıldı. Kürt, Arap, Acem, Rum, Ermeni gibi sâir unsurlar, Türk'e düpedüz düşman edilmeye çalışıldı.
Halbuki, mâzi derelerinde kalmış köken meselesini kurcalamaya ve bunlar üzerinde politikalar geliştirmeye hiç gerek yoktu. Zira, bunun hiçbir faydası yoktu.
Evet, unsurlar birbirine öylesine karışmıştır ki, Levh–i Mahfuz açılsa, kimin nereden geldiği ancak ortaya çıkar. Bu mümkün olmadığına ve buna esasen ihtiyaç da bulunmadığına göre, ırkçılık marazını depreştirecek derecede bu meseleyi kaşıyıp kurcalamanın da kimseye bir faydası olmayacağı kanaatindeyiz.
Türk–Kürt ayrımcılığı iflâs etti
Lozan Konferansının en hararetli tartışma konularından biri de, yabancı delegasyonun gündeme getirmiş olduğu "Kürt meselesi"dir. Yabancılar, Kürtleri de azınlık statüsünde görmek ve onları Türk unsurundan kopartacak bir planı yürürlüğe sokmak istiyordu.
Bu mesele şifreli telgraflarla Ankara hükümetine iletildi. Hükümet Başkanı H. Rauf Orbay, Meclis gizli oturumunda yaptığı konuşmasında, Türklerle Kürtlerin ayrılmaz kardeş unsurlar olduğunu ve onları imha etmeye yönelik bölücü emellerin iflâs ettiğini söyledi.
Meclis'te Kürtleri temsil eden mebuslar da, aynı mânâda konuşmalar yapıp birlik–beraberlik mesajları verdiler.
Kürtler azınlık değildir
20 Kasım'da (1922) başlayan konferans, 4 Şubat'a (1923) kesintiye uğradı. Nisan'da yeniden başlayan ikinci devre görüşmeleri, 24 Temmuz 1923'te nihaî şeklini alarak tarafların mutabakatı ve müşterek imzasıyla sone erdi.
İşte, konferansın ilk devresinin ortalarında gündeme getirilen azınlıklar maddesine, Türkiye'deki Kürt unsuru da dahil edilmek istendi. Fakat, bu menfi niyet, gerek oradaki temsilciler ve gerekse Ankara'daki Meclis'in müşterek iradesiyle yüzgeri edildi.
O tarihte hükümet başkanı (Başbakan) olan Rauf Orbay, meseleyi Meclis'e taşıdı ve 25 Aralık 1922'de yapılan gizli oturumda tatminkâr açıklamalarda bulundu.
Aynı tarihli Meclis Gizli Zabıt Ceridesinde yer alan Rauf Orbay'ın açıklamasında şu ifadeler yer alıyor:
"..İngilizlerinTürkiye’de meskûn Türk ve Kürdleri imha edebilmek için yaptıkları teşebbüslerinin tamamı bu iki necip milletin birliği karşısında iflâs etmiştir. Her türlü fesatları din kardeşi, kan kardeşi, emel kardeşi olan insanların dirayeti karşısında erimiştir.
"Kürtler namına söz söyleyecek yegâne insanların bu yüce Meclis'te olduğunu pekâkâ biliyorlar. Ancak, yine de bu ayrımcı emellerinden sarf–ı nazar etmiyorlar. Onun içindir ki, her azınlık söz konusu oldukça, lisân azınlığı, ırk azınlığı, bilmem ne çıkartıyorlar.
"Bizim murahhaslarımız (Lozan'daki temsilcilerimiz) bu hususu bir daha ihtar etmek istemişlerdir ki, Türkiye, mevcut halkı ile kaderi ile birdir, herbir şeyleri birdir, gayeleri, dinleri birdir. Azınlıklar buna teşmil olunamaz. Hatta öyle ki, bugün Kürt için azınlık sözkonusu etmek, Türk için azınlıktan söz etmek demektir."
Hüseyin Rauf Orbay, 12 Temmuz 1922–4 Ağustos 1923 arasında İcra Vekilleri Heyeti Reisi olarak, Türkiye'de Başvekillik, yani Başbakanlık yapmıştır.
25.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|