“Ben,
Kendi varlığı içinde taşan,
Uçsuz bucaksız bir denizim.
Alabildiğine geniş,
Kıyısız, hür bir deniz.
İki dünya da yok olup gitti benden.
Artık ne bu dünyadan sorsunlar beni,
Ne de o dünyadan.”
endini bu mısralarla anlatan Mevlânâ Celâleddin Rumî için artık zaman, dalgaların durma, coşkunluğun dinme vaktiydi ve bu da onun yaşadığı harika hâllerden biriydi.
Mevlânâ, daha çocukluğundan itibaren müşahede edilmeye başlanan harika halleri, altmış sekiz yıllık hayatı boyunca geliştirerek devam ettirdi. Sahip olduğu her değer gibi bu mânevî makam ve mazhariyetleri de İslâm’ın inkişafı ve insanlığın terakkîsi için vasıta olarak kullandı.
Bu ihlâslı ve itinalı çalışmaların neticesinde, söylediği her söz ve yaptığı her hareketi kalıcı bir tesir icra ettiğinden; etrafında toplanarak feyz alan insanların, kendisini herkesin yaşadığı fâni hallerden uzak gördüğü bir zamanda âniden hastalandı.
Kendisinden yok olup gittiğini söylediği dünyanın birinden diğerine gitme vakti geldiğinin işareti olan bu hâl duyulunca, kışın soğuğuyla donuklaşan duyguların, daha soğuk bir hisle katılaşmasına sebep oldu.
Sağlığında, kalp ve gönülleri hararetle sarıp harekete geçiren Mevlânâ’nın hastalanışı, Anadolu insanını cismen de harekete geçirmiş olmalı ki değişik din, cins, renk ve ırktan insanlar kışın ağır şartlarına rağmen Konya’ya doğru akmaya başladılar.
Aslında o nazarları şahsından dâvâsına çekmeye, insanların bedenden ziyade ruha değer vermelerini ve ruhânî değerlerini hayatlarına rehber yapmalarını sağlamaya çalıştığından, bunu bir nasihat olmaktan çıkarıp hayat gerçeği haline getirmek için kendini maddî cihetiyle de tarif etti:
“Her üçü birden bir dirhem etmez,
Sarığım, cübbem, başım.
Sen âlemde benim ünümü duymadın mı hiç?
Ben hiç kimse değilim,
Bir hiçim, hiç…”
Mevlânâ kendisini sarık, cübbe ve baştan ibaret bir şekil olarak görenlerin bir hiçle karşı karşıya kaldıklarını söyleyerek bu yeni tarifte de ilkindeki ruh derinliğini nazara vermek istedi.
Onun maksadı, etrafındaki insanların da bedenleri veya dünyevî makamları, mevkileri, rütbeleri, varidatları ile değil; ahlâkları, faziletleri ve sair ruhanî hasletleri ile ifade etmelerini sağlamaktı.
Müntesipleri onun bu mânâdaki sözlerini anlayıp hareketlerini görerek gerekli dersleri almakla birlikte, onun zâtına hürmette de kusur etmediler. Hatta onun mânevî şahsiyetine duydukları ihtiramı, şahsına gösterdikleri hürmetle ifade etme cihetine gittiler ve hastalandığını duymanın verdiği halecanın da tesiriyle bunu bizzat göstermek istediler.
Yüksek dağlardan, sarp yamaçlardan çağlayarak akan coşkun nehirlerde meydana gelen hırçın dalgaların, tıpkı deryaya ulaşınca sükûnete ermesi gibi Mevlânâ da büyük bir heyecan ve telâşla huzuruna gelen kalabalığı teskin ve tesellî etti.
Yaklaşan İlâhî takdiri müşahede eden bu mütecessis insan, gelenleri dünya gözü ile son defa gördüğünü bilmenin hüznü içinde mütebessim bir yüzle herkese tek tek baktı.
“Gizli ve aşikâr olarak Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim. Az yemek yemenizi, az uyumanızı, az söylemenizi, emirlere boyun eğmenizi, kimseye kötülük etmemenizi, oruca devam etmenizi, namaz kılmanızı, şehvetten kesilmenizi, bütün insanlardan görülecek ezaya, cefaya tahammül eylemenizi, mallarını beyhude yere harcayanlarla, ayak takımı ile oturup kalkmamanızı, kerem sahibi ile salihlerle musahabet etmenizi size vasiyet ederim. İnsanların en hayırlısı, insana faydalı olandır. Hayırlı söz, az, öz olandır. Hamd, yalnız Allah’a mahsustur.”
Yanına her gelene bu gibi ifadelerle tesirli nasihatlerde bulundu. Hepsi ile tek tek helâlleşip son nefesine kadar, kendisine düşen irşad vazifesini lâyıkı veçhile yapmaya çalıştı.
Mevlânâ’da kırk gün kadar devam eden bu rahatsızlık hâli, kırkıncı gün daha da şiddetlendi. Zaten sarı benizli, zayıf ve ince vücutlu bir zât olan Mevlânâ, hastalığın da tesiri ile iyice halsizleşti.
Lâkin onun bedeni halsizleştikçe ruhunun zindeleştiği, gönlünün genişlediği, yüzünün nurlandığı ve hâlinde başka bir âleme hazırlanma hassasiyetinin belirdiği müşahede ediliyordu.
İkindiye doğru, bedenindeki canlılık hemen hemen tamamen kayboldu. Bunun üzerine, oğlu Sultan Veled’i, ilk eşi Gevher Hatunun genç yaşta vefatından sonra evlendiği Kerra Hatunu, bu evlilik neticesinde doğan kızı Melike’yi ve oğlu Emir Âlim Çelebi’yi yanına çağırttı.
Onu en iyi bilenler, tanıyanlar onlardı ama hâline onlar da bir mânâ veremiyorlardı. Mevlânâ onlara müşfik bir nazarla baktı, helâlleşti, lâtifeler yaparak gönüllerini aldı.
Derin bir teessürle yaşananları takip eden dost, talebe ve müridleri, uzun zamandır yanından ayrılmadılar. Hep yanında kalmak istiyorlardı ama efendilerinin ısrarı üzerine birer ikişer dağıldılar.
Mevlânâ, yanında yalnız oğlu Sultan Veled’in kaldığını fark edince ona yazmasını işaret ederek, zindeliğinden ve lâtifliğinden hiçbir şey kaybetmeyen mûnis sesi ile konuşmaya başladı:
“Öldüğüm gün tabutum götürülürken,
Bende bu dünya derdi var sanma.
Benim için ağlama, yazık, vah vah deme,
Şeytanın tuzağına düşersen o zaman ağlamanın sırasıdır.
Cenazemi gömdüğün zaman firak, ayrılık deme,
Beni toprağa verdikleri zaman elvedâ demeye kalkışma,
Çünkü mezar, cennet topluluğunun perdesidir.
Batmayı gördün değil mi? Doğmayı da seyret,
Güneşle aya guruptan hiç ziyan gelir mi?
Yere hangi tohum ekildi ne bitmedi?
İnsanın tohumu bitmeyecek diye şüpheleniyor musun?
Toprağa konulduğumu sanıyorsun değil mi?
Benim ayağımın altında bu yedi gök vardır.”
Bu ifadelerini müsterih bir sükût hâli ile tamamladı. O susunca âdeta dünya da sustu. O bunu fark etmiş gibi feri ve nuru hiç eksilmeyen gözlerini açıp etrafa şöyle bir baktı.
Herkes mahzun, her şey suskun, o ise memnun ve mesrurdu. Doğrulur gibi yapıp derin birkaç nefes aldı, nazarını semaya doğru kaldırdı, gideceği yerin güzelliğine hayran kalmışçasına bir süre gözlerini oradan alamadı, ardından sürurla gözlerini kapadı.
O ruhen semâvât âlemlerinde seyahat ederken dünyada akşam olmuştu. Mevlânâ’nın ruhu bir daha oralardan dönmedi. 17 Aralık 1273 Pazar günü, güneş batarken, dünyaya kapadığı gözlerini berzaha açtı.
“Gökyüzü şu ayrılığı duyup anlasaydı
Yıldızları ağlardı, güneşi ve ay’ı da
Padişah bilseydi nasıl tahttan indirileceğini
Kendi de ağlardı, tahtı ile tâcı da.”
Mevlânâ’nın, bir başka maksatla terennüm ettiği bu semavî manzara, artık onun için şekilleniyordu. Ay, yıldızlar ve sair gök cisimleri şimdi onun ruhunu karşılamaya hazırlanıyorlardı.
Bu zaman içinde, haberin duyulduğu yerlerden Konya’ya hızlı bir insan akışı başladı. Her seviyeden, her dinden, her milletten ve ırktan binlerce insanın meydana getirdiği mahşerî kalabalık, ertesi gün sabahın erken saatlerinden itibaren medresenin önünde toplandılar.
Mevlânâ da diğer imanlı gönüller gibi ölümü bir ayrılık değil, kavuşma olarak kabul ettiğinden, onun bu ölüm gününe düğün günü, sevinç zamanı mânâsına gelen Şeb-i Ârûs dendi.
Herkesin bu mahzun mutlulukla mest olduğu bir zamanda, Mevlânâ’nın vasiyeti üzerine, cenaze namazını Şeyh Sadreddin Konevî kıldırmak istedi ama istiğrak hâli ile kendinden geçtiğinden namazı kıldıramadı.
Bunun üzerine, namazı Kadı Seraceddin Efendi kıldırdı ve Mevlânâ, gönül güzelliği ile yükselen eller üzerinde, Cennet bahçesi olarak adlandırılan bugünkü türbesine defnedildi.
Mevlânâ’nın vefatından hemen sonra, Alemeddin Kayser ile Süleyman Pervâne tarafından bugünkü çadır eşkalli Yeşil Kubbe yapıldı ve türbe nizama göre tanzim edildi.
“Mezarımdan her kim geçerse mest olur,
Yaşadıkça, sonsuzluğa kadar mest yaşar.
Denize gitse deniz ve gemi direkleri,
Toprağa girse mezarı ve kabri mest olur”
Kendisi bu mısralarla da ifade ettiği gibi o zamandan bu yana milyonlarca insan tarafından ziyaret edilip ebedî hazzın mest edici lezzetiyle gönüllerde biriken sürurun Allah’a arz edilmesine ve binlerce imanın kurtulmasına vesile oldu.
Hayatını, kendilerine verilen vahdanî vazifelerinin tahakkuku için yaşayan ve zamana hükmeden eserler vücuda getiren hakikat kahramanları, vazifelerini eserleri vesilesiyle kıyamete kadar devam ettirme fırsatı buldular.
Mevlânâ, bu fırsatı en güzel şekilde değerlendirenlerden biriydi. Onun için cismen olmasa bile eserleri ve türbesiyle tebliğ, irşat ve ikaz vazifesine hâlâ devam ediyor.
21.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|