Son birkaç yüzyıldır yoksulluğun pençesinde kıvranan, geri kalmışlığın verdiği eziklikle bariz hatalar yapan, yüz kızartıcı tavırlar sergileyen İslâm toplumları, yeniden şekillenen dünyada yerini nasıl belirleyecektir? İslâm dünyası küresel ekonomik krizle sarsılan Batı dünyasına yol gösterici olabilecek olgunluğa ve donanıma sahip midir? Bu sorunun cevabı hiç şüphesiz Müslümanların Müslümanca tavırlarını yaygınlaştırmasıyla, hayat biçimlerini sosyal hayata aktarmasıyla yakından ilgilidir.
Kanaat etmeyen, elindekiyle yetinmesini bilmeyen, hırs ile hep daha fazlasını isteyen insan her zaman yoksuldur. İnsana özgü bu özellik kurumsal bir nitelik kazandığında içinde bulunduğu toplumu da yoksullaştırır ve o toplumun her alanda yozlaşmasına yol açar. Yaşadığımız sosyo-ekonomik sıkıntıların ve daralmaların özünde insanın hırsı ve kanaatsizliği ile birlikte çeşitli yollarla bunu kurumsallaştırması yatmaktadır. Ne yazık ki günümüz İslâm toplumları da bu durumdan uzak değillerdir.
Bu durumda sorulması gereken bazı temel sorular vardır. Günümüz Müslümanları, sergiledikleri hayat tarzıyla, sosyal olaylara yaklaşım biçimleriyle, hayatı algılama şekilleriyle nerede durmaktadırlar? İslâm’ın ortaya koyduğu prensiplere sıkı sıkıya bağlı Müslümanca bir tavır mı sergilemektedirler; yoksa farklı bir algılama biçimiyle konjonktürel mi hareket etmektedirler?
Özü itibariyle İslâm bir hayat tarzı değil midir? Müslüman aldatmayan ve aldanmayandır. Kanaatkârdır, tutumludur, israftan uzak durur ve yardım severdir. Yakınlarını gözettiği kadar darda kalan uzak kimselere de el uzatır. Bu el coğrafyaları aşan, din-dil-ırk ayrımı gözetmeyen şefkatli bir eldir. Ferdî ve ictimaî hayatın birçok noktasında ortaya koyduğumuz yanlışlıklar silsilesi bu algıyı küresel anlamda değiştirmeye yetmiştir ne yazık ki. Bu sebeple Marks’ın kapitalizmin çöküşünü öngören fikirlerinden sonra, kapitalizme alternatif olarak haykırdığımız “Tek kurtuluş yolu İslâm’dır” sözü havada kalmaktadır. Şöyle ki:
Mimsiz medeniyetin heva ve heveslere yönelik cazibedar hizmeti karşısından esir olan insan tipinin, modernleşme-çağdaşlaşma kandırmacasıyla insanın ve toplumun mesh-i manevisine sebep olan bireysel ve toplumsal ahlâkî dejenerasyonun önüne geçebildik mi?
Bugünkü krizin temel sebebi sayılabilecek tüketim kültürünü, zarurî olmayan ihtiyaçların zarurî ihtiyaçlar haline dönüşmesine sebep olan taklitçilik, görenek ve özenti belâsını def edebildik mi?
Temel olarak bizi insan ve insanlık adına dönüştürecek ve bizi zaaflarımızdan kurtaracak temel ibadetlerden namaz, oruç ve zekâtı yaygınlaştırabildik mi? “Sen çalış, ben yiyeyim” anlamına gelen, beşerî bozulmaların temel sebebi olan faiz belâsını bünyemizden def edebildik mi? Kur'ân ve Sünnet-i Seniyye gibi sağlam hakikatler elimizde olduğu halde bunları başarabildik mi?
Dünya ile birlikte bizi de sarsan ekonomik krizden çıkış yolu elbette ki İslâmdan, İslâmın ter ü taze iman hakikatlerinden geçmektedir. Ancak bu teorik İslâm değil, bizzat hayata aktarılan, yaşanan ve böylece örnek olarak gösterilen İslâmdır. Geri kalmışlığımızın sebepleri ile ilgili ipuçları bu teorilerden ziyade bizim hayat tarzımızda saklıdır. Yapılması gereken İslâmiyete lâyık doğrulara sahip çıkmak ve doğru İslâmı yaşayarak göstermektir. O zaman Marks ve Hegel’in bütün dünyayı kasıp savuran gayr-i fıtrî görüşleri karşısında “İslâm” konuşmaya başlayacaktır. İnsanlık düşe kalka, yana yakıla, yanıla yanıla bu İslâm’ın açtığı mecraya doğru ilerlemektedir. Hem de Bediüzzaman’ın bir rüya-yı sadıkada “Mukadderat-ı İslâm için teşekkül eden bir meclis-i muhteşem” tarafından kendisine sorulan sorulara verdiği cevaplara muhtaç bir halde…
16.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|